Sercan Apaydın: Galeriler arasında sınıflanmalar var!
'Beyoğlu Stüdyolarında Yaz Söyleşileri' serisinin ilkini gerçekleştirdiğimiz Sercan Apaydın, yüzyıllardır konumlanamayan ve bitmeyen şehir İstanbul’un tarihi semti Beyoğlu’ndaki atölyesinde varlığını konumlandırma meselesi üzerine konuştuk. Apaydın, "Resim de kendi içinde bir mekân. Bu disiplinin birtakım elementleri var ve onları kullanarak başka bir gerçeklik mekânı oluşturursun. Dolayısıyla, resim bir ağırlık yaratır. Bu ağırlık hem resimde oluşturduğun mekânla mücadele hali hem de onu reel dünyada konumlandırma çabası olarak ortaya çıkar" dedi.
Fulya Baran [email protected]
DUVAR - Yaz döneminde İstanbul, karmaşadan ve koşuşturmadan uzaklaşmış haliyle daha fazla okumak ve söyleşmek için zaman ve alan yaratan bir şehre dönüşüyor. Bu açıdan, sezonun belirlenmiş sergi tarihleri içerisinde yaptığımız söyleşilere alternatif yaratmak ve sanatçıları atölyelerinde ziyaret ederek yaklaşımları üzerine geniş bir çerçevede konuşmak istedik. Beyoğlu’nda konumlanan 5 sanatçı atölyesini ziyaret ederek bu semtin değişen atmosferini onların mekânlarında gözlemlemeye çalıştık. Sercan Apaydın, Zeynep Beler, Mert Diner, İrem Günaydın ve Mathilde Melek An ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşilerde, çalışmalarının genel çerçevesini, atölyede nasıl zaman geçirdiklerini ve gelecek projelerine dair pek çok konuyu okuyacaksınız.
'Beyoğlu Stüdyolarında Yaz Söyleşileri' serisinin ilkini gerçekleştirdiğimiz Sercan Apaydın, yüzyıllardır konumlanamayan ve bitmeyen şehir İstanbul’un tarihi semti Beyoğlu’ndaki atölyesinde varlığını konumlandırma meselesi üzerinde üretmeye devam ediyor. Atölye duvarlarındaki resimler, Apaydın’ın deyişiyle “mesafeli” bir soyutlama ile İstanbul’un simgeleri denebilecek plazalar ve rezidans binaları içeriyor. Apaydın, ne politik olmanın ne de kentselleşmeye vurgu yapmanın derdinde. Onun meselesi, etrafını çevreleyen mekânlar ve bu mekânların onun üzerinde yarattığı yorucu ağırlık.
Çalışmalarınızı tüm diğer yorumlardan sıyrılarak nasıl konumlandırıyorsunuz?
İşlerimde genel olarak kenti, mimariyi dolayısıyla politik ve iktidarla ilişkili olanı konu ediniyorum. Sonuç olarak da kentsel bir duruşum olduğunun altı çiziliyor fakat aslında meselenin çıkış noktası bu değil. Benimki, mekânlarda konumlanmak üzerine varoluşsal bir mesele. Hep önemsediğim şeyin temeli, bu varoluşsal absürdlük.
Varoluşsal absürtlüğü açar mısınız?
Dünyayla sonlu bir ilişkimiz var, yok olacağız. Dolayısıyla burada kurduğumuz her çelişkinin bir varoluş biçimi var. Peki bunu en çok mekân üzerinden nasıl değerlendirebiliriz? İnsan hep kendini iyi hissedeceği yerlere geçmek ister. Herkesin böyle bir kaygısı var. Genel anlamda insanların sürüklenmesinden değil farkındalıktan bahsediyorum. Olmak istediğin yeri seçmek için mücadele veriyorsun. Bu çocukluktan itibaren başlar. O zaman o kadar bilinçli olmasan da bir şekilde duyguların seni bu mücadele için besler. Olmak istediğin kişi, yapmak istediklerin hep mekânlardan geçer. Bu ilk başta okul, yani içerisine girdiğin eğitim aldığın kamusal alan olur.
Yaşadığın, çocukluğunun geçtiği yerlerde başta idareten de yaşayabilirsin. Öte yandan içine doğduğun, koşullandığın ortam nasılsa öyle de şekillenebilirsin. Fakat ben bununla ilgili hep huzursuzluk hissettim. Huzursuzluk dediğim de aslında hepimizin içinde olan, kendini bir duruma karşı konumlandırmak isteği. Bazen de elinde olanın kıymeti yavaş yavaş gözünde azalıyor, ne kadar iyi olursa olsun sıkıla da biliyorsun. Burada mekânın sınıfsal bir mesele olması da çok önemli. Bu seçimlerin arkasında hep bu sınıfsal meseleler var. Özellikle şehir yaşamı içindeysen ekonomik durum nerede olduğunu çok belirleyen bir unsur.
'GÜNCEL HİKÂYELERLE ANILMAK İSTEMİYORUM'
Bazı işlerinizle politik olarak da algılanıyorsunuz. Bu sizi nasıl etkiliyor?
Açıkçası çok güncel hikayelerle anılmak istemiyorum. Çünkü güncel hikayeler hiç bitmez. Güncel hikayeler dediğim de popüler politik konular. Benim bir önceki sergim “Derin Boşluk”ta (2015) özellikle artık özel sermayenin elinde olan stadyumlar, gökdelenler gibi yapılar ön plana çıkıyordu. Eskiden devlet elinde olan, dolayısıyla ideolojik ağırlığı olan şey, şimdi paranın egemenliğine geçerek el değiştirmiş durumda. Bu mekânların ezici etkisi değişmiyor tabi, bu hep böyle olmuş. Mekânın bu iktidar simgesi olarak yeri, işi ister istemez politik olana getiriyor. Ben sadece küçük kulübe resimleri yapsaydım başka bir şey denebilirdi. Fakat ben deneyimlediğim, beni çevreleyen şeyi yapmayı seviyorum.
“Mekân” çok genel ve farklı yorumlanabilecek bir kavram. Sizin bu kavrama yaklaşımınız nasıl özelleşiyor?
Mekân derken vurgulamak istediğim şey en genel kapsamıyla "bir yerde bulunmak"la ilgili. Bulunduğun yer çevrenle kurduğun ilişkide önemli bir etken. Bu açıdan mekânın, varlık üzerinde bir ağırlığı var. Örneğin doğada da olsan, doğanın olağanüstülüğü karşısında ezilebiliyorsun. Vücut ve onu çevreleyen hep etkileşim halinde. Bu da insana hep ağır geliyor, benim sıkıntım da bunun üzerine. Şehir, beni çevreleyen o baskın etken olduğu için çalışmalarımda şehirle ilgili formlar ortaya çıkıyor. Her zaman olumsuza çıkan bir etkileşimden bahsetmiyorum fakat özünde ağırlığıyla yoran, derinlikli bir hikaye.
Bu hikayeyi, çoğunlukla resimle anlatıyorsunuz.
Resim de kendi içinde bir mekân. Bu disiplinin birtakım elementleri var ve onları kullanarak başka bir gerçeklik mekânı oluşturursun. Dolayısıyla, resim bir ağırlık yaratır. Bu ağırlık hem resimde oluşturduğun mekânla mücadele hali hem de onu reel dünyada konumlandırma çabası olarak ortaya çıkar. Örneğin geçtiğimiz Nisan ayında gerçekleştirdiğim "Sahibinden" sergisi, başlığı itibariyle çok basit bir çıkarımla "alım, satım, kiralama"yı ifade ediyor. Yani gündelik hayatımızdaki parayla ilişkili şeyleri.
Geçen sene, herkesin hayatında olduğu gibi benim için de gündem sıkıntılıydı. Bir yandan atölyenin varlığını sürdürmek için ekonomik mücadele içindeydim. Bu ekonomik mücadeleyi sürecin bir parçası ve mekânın ağırlığı olarak önemsediğim için sergiye "Sahibinden" ifadesiyle dahil etme gereği duydum.
'SINIF MESELESİ HİKÂYE DOĞURUYOR'
Nasıl yakaladı sizi bu meseleler?
2015'te ilk sergimi açtım, geçtiğimiz Nisan ayı da ikinciyi. 2009'dan beri mekân meselesi üzerine işler yapıyorum. İlk başladığımda bilgisayar oyunları ve oyun mekânlarına ilgim vardı. Sonra dışarıda gözlemlediğim hikayeler gelişmeye başladı. Şehirde dikkatimi çeken kamusal alanlar, terk edilmiş devlet binaları vs. işe dahil oldu. Daha önce Antalya ve Eskişehir'de yaşadım. Ardından İstanbul'a gelmenin çok büyük etkisi oldu.
Danimarka süreci de bambaşka hayat formları içermesi bakımından keyifli bir süreçti. Her taraf yeşil, kapitalizm bu kadar ağır ve rahatsız edici şekilde kendini hissettirmiyor. Bisikletinle parka gidip biranı içebiliyorsun. Yaşam keyfi açısından standartlar yüksek ve eşit. Türkiye'deki gibi ağır bir sınıfsal farklılık yok. Bizde, biraz da bu sınıf meselesi pek çok hikaye doğuruyor.
Geçtiğimiz kişisel sergilerinizin, oluşturmak istediğiniz kavramsal çerçeveyi iyi yansıttığını düşünüyor musunuz?
Bu aslında çok daha uzun süre sonra cevap verebileceğim bir konu. Fakat etkili bir sergi yapmanın eskisine kıyasla daha zor olduğu bir dönemdeyiz. Her gün yüzlerce görüntünün içinden geçiyoruz. Dolayısıyla bir sergiyi gezmek, hayatımızda çok da büyük bir değişime yol açmıyor. O an etkilensen bile o etki uçucu oluyor. Görüntünün kalıcı bir etkisi yok. Dünya, giderek her türlü görüntüye alışıyor. Pornografi çağındayız.
Hala etkileyici ve hafızada yer edici sergiler çıkabiliyor/çıkabilir...
Tabii, başarılı sergiler hiçbir zaman unutulmaz fakat sanatçının içinde her zaman şunu şunu da yapsaydım hissi oluşabilir. Bu noktada günümüzün önemli bir etkisi daha var. Bir taraftan sosyal medya üzerinden görsel paylaşımı ve süreci internet üzerinde belgeleme ve aktarma işi var. Artık gerçek eylemlerin yanı sıra, internet eylemliliği de işin yüzde ellisini oluşturuyor. Bu süreç, belki de gerçek eylemin de fazlası. Çünkü artık gerçek eylemliliği nasıl sunduğun daha önemli bir hale geldi. Eskiden alıştığımız, sanatçının daha mütevazi, ağır, kenarda durması gereken hali değişiyor. Zaten dünyadaki değerler sistemi değişiyor. Bunu ben de zaman zaman yadırgıyorum ama inkar etmiyorum.
Sosyal medyayı kullanıyor musunuz peki?
Instagram hesabım var fakat çok aktif değilim. Çok takipçim olmasa da dostlar beğeniyorlar :) Açıkçası bu konuyu sindirmeye çalışıyorum. Bunların hangisi gerçek! Gerçekle temas etmiyorsun fakat zihinsel olarak sürekli gezindiğin bir dönem yaşıyorsun. Akdeniz Üniversitesi’nde okurken enformasyon çağında ressamın duruşu/algısı üzerine bir tez yazdım. Veri akışı, doğadan edinilen bilgi olmadığı için anlamı değiştirilebilecek, denetlenebilecek bir ekran bilgisi sunuyor. Bu da bizi yeni bir mekâna taşıyor. İlerisini düşünürsek, insanların sadece bilinç ile yaşayabileceği, gezinebileceği bir mekân. Bu açıdan görünür olma halinin de çok değiştiğini görüyoruz.
Örneğin İkiz Kuleler’in yıkılması süreci beni çok etkilemiştir. Canlı yayında bütün dünyaya izlettikleri yıkılma anının, bir dehşet anı olmasının yanında haz verici, ürpertici bir yönü de vardı. Ben şunu hissettim. Herkesin bildiği, Dünya Ticaret Merkezi olmasıyla da önem kazanan bu iki simgenin yıkılış görüntüleriyle mekân üzerinden çok önemli mesajlar verildi, gövde gösterisi yapıldı. Amerika, “bakın bizim başımıza ne geldi”nin gösterisini yaptı.
Bunu mimari üzerinden yapmayı tercih etti ve zaten bu olay çok önemli gelişmelere kapı açtı. Dünyadaki dengeler, o süreçten sonra daha çok bozuldu. Amerika, zaten bir imge imparatorluğu olarak kendini konumlandırmasıyla bu simgeleri de çok etkili kullandı. Bu simge meselesi, kendimi nasıl konumlandırdığımla ilgili olarak benim de işlerime daha çok sızdı.
Bu konumlanma çabasını resimlerinizde soyutlama ile gördüğümüz İstanbul’un simgeleriyle de işliyorsunuz.
Örneğin son sergideki tuvallerde inşaatlarda yapıyı kapatma işlevi olan çuvalları kullandım. İstanbul’da hep bir yerler kapanıyor ve bir süre sonra bambaşka bir mekân olarak ortaya çıkıyor. İstanbul’un simgeleri üzerinden bu şekilde oluşan çok hikaye var.
Şu an konumladığımız mekâna, atölyene dönelim. Ne süredir bu binadasınız?
1,5 sene oldu. Daha önce Sanayi Mahallesi'nde İrfan Önürmen'in asistanlığını yapıyordum. Sonra Beyoğlu'na geldim fakat Sanayi Mahallesi civarında oturmaya devam ettim. Kanyon'un arka taraflarında, rezidansların, plazaların arka bölgelerinde çok yürüdüm. Finans Merkezi olarak konumlanan Levent bölgesi ile yeni yapılanmaların devam ettiği Maslak, İstanbul'un büyük ölçekli hareketlere entegre olma, global çaplı para politikalarına ortak olma niyetinin mimari üzerinden okunabileceği yerler. İçinde vakit geçirdiğim bu bölgeler beni görsel olarak epeyce etkiledi.
Peki Beyoğlu'nda olmak ve burada çalışmak nasıl bir duygu?
Beyoğlu'nda olma durumu beni henüz kavramış değil. Tabi üzerinde düşündürüyor. Örneğin burada çok sanatçı var, neden burada olmayı tercih ettik? Beyoğlu'nun kültürel mirası önemli. Çoğu kötü durumda da olsa etrafta bir sürü güzel bina var. Bazıları restore ediliyor... Buradaki estetik yaklaşımın kaynağına da bakmak lazım. Önceden yapılaşma sürecinin daha kıymetli ve sağlıklı yürütüldüğü gibi etkenler var. Fakat şimdi taşların üzerine yenileme çalışması adı altında beton döküyorlar.
Bu kadar acımasız ve vurdumduymaz da olabiliyorlar. Fethedildiğinden beri yerleşemiyoruz İstanbul'a. Sürekli bir ses, icraat, hiçbir zaman rahat olamıyoruz. Belki Pazar günleri, onun dışında hep hareket var.
Komşularınızı tanıyor musun, kimler var binada?
Hepsiyle tanışığız, başka başka işler yapıyorlar. Hilal var, eşim. O da illüstrasyon, resim yapıyor. Onun da nahif, enteresan, figüratif işleri var. Bir yandan Fanzin Festivali yapıyor. O, çoklu yaşıyor. Yan tarafta heykele yakın işler yapan bir arkadaş var. Alt katta Büşra Tunç adlı sanatçı bir arkadaş var. Dijital platformda mimari işler yapıyor. Daha çok temsil edilemeyen meseleler üzerinden enstalasyon yapıyor. Yavru isimli bir arkadaşımız var, kostümler hazırlıyor, müzik yapıyor.
Atölyede ne sıklıkta zaman geçiriyorsunuz?
Epeyce. Haftanın 6 günü buradayım. Daha sessiz olduğu için geceleri çalışmayı tercih ediyorum. Atölyede vakit geçirmeyi önemli buluyorum. Atölye insanın odası gibidir. Kendin düzenlediğin, kendine zaman ayırdığın…
Şu an atölyenizde izleyebildiğimiz üzerinde çalıştığınız yeni işler nasıl bir yöne gidiyor? Soyutlaşmaya gittiğinizi söyleyebilir miyiz?
Evet, son zamanlarda işler biraz daha soyutlaşmaya başladı. Artık gösterge açısından bakıldığında temsili iş kendini daha başka bir potaya bırakıyor gibi görünüyor.
'MEKÂNDA BİR ARAYIŞ VAR'
Daha soyuta gitmesinin altında neler var?
Resim de başka bir mekân demiştik ya, orada da bir arayış var. Bir süre sonra temsili olarak dışarıda görüneni, örneğin fotoğrafta gördüğünü aktarma konusunda yavaş yavaş dille ilgili sorgulamalara başlıyorsun. Onu daha saflaştırma yoluna gidiyorsun. Bu, tarihte de böyle. Rönesans’tan 1950’lerin ortalarına gelindiğinde sentetik kübizm, ardından Picasso’lar, oradan zaten Amerikan hegemonyası var ve soyut işlere geçiliyor. Dünyada da daha saf bir noktaya gitme durumu söz konusu. Dolayısıyla belki de klasik bir eğilim bu. Bunu reddedenler ve hala foto gerçekçiliği sürdürmek isteyenler de olabiliyor. Saflaşma eğilimi ise resmi zorlama, deneme güdüsünün sonucu diyebiliriz.
Resmin çağdaş sanatla ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Resmin, baktığın zaman beş temel konusu var: portre, iç mekân, natürmort, peyzaj ve figür. Yüzyıllardır en geleneksel konular bunlar. Bugün ise çağdaş sanat içinde çok daha çeşitli konuları, her şeyi barındırabiliyor. Resmin çağdaş olması da zamanın ruhuna uygun olup olmadığıyla ilgili. O işin hissiyatı sana ulaşabiliyorsa, çağdaş sanatın içine girmiş oluyor. Bir nevi iş, çekim alanı yaratabiliyorsa çağdaş sanatta yer edinebiliyor.
Bu hissin oluşmasında, resmin konusu mu tekniği mi daha etkili?
Bence tekniğin hiçbir önemi yok, önemli olan inandırıcılık yani işteki samimiyet. Hala gerçekçi bir dille boyayanlar da var, temsiliyetle uğraşanlar, soyut eğilimi sürdürenler de, ya da çok başka medyumlarla uğraşanları da görüyoruz. Önemli olan zamanın ruhuna temas gibi geliyor. Kendi döneminde Rembrandt da çağdaştı. Çok evveline dönersek Bosch, Brueghel de döneminin çağdaşıydı. Bugün sen hala klasiğin etkisiyle eskinin romantizminin peşindeysen bu seni çağdaş sanattan uzaklaştırır. Neticede bunu tanımlamak benim işim değil.
Resim dışında üretimleriniz var mı?
Çoğunlukla resim yapıyorum fakat ara ara maket gibi üç boyutlu formlar da yapıyorum. Geçtiğimiz sergide (“Sahibinden”) kutu formunda bir işi duvarda sergiledik. “Hacimsiz Kütleler” diye tanımladığım bir seri var. Bu ne demek oluyor? Binanın simgesel görüntüsü yani imgesi. Günümüz mekânları imge olarak görebildiğim fakat içine tam olarak dahil olamadığım, diğer bir deyişle içine tam olarak dahil etmeyen yapılar.
Çünkü stadyumlar gibi kamusal alanlar bile özel sermaye ile sınıfsal bir meseleye dönüştü. Her yerde bulunma şansın yok. Hatta sokaklar bile buna göre düzenlenebiliyor. “Hacimsiz Kütle” dediğim şey de bu üç boyutlu algılanan fakat iç hacmini kaybeden, dolayısıyla bizim hissedemediğimiz, yüzeyde imge gibi duran bir fenomen. Zaten görüntü başka, imge başka bir şey, değil mi! Onun o boşluğu, havada sallanışı, soyut bir dil olarak hacimsizliği…
Bütün bu yapılaşmalar, bir yandan talep de görüyor, içi dolduruluyor. Acaba bir ihtiyacı karşılıyor olabilir mi?
Sonuçta sana ne sunuluyorsa, alternatiflerin tüketiliyorsa, sen ister istemez onun içinde oluyorsun. Ben bunu maruz kalmak olarak değerlendiriyorum. Örneğin şehirde olduğun için sosyal olmak zorunda kalıyorsun. Benim için bunun kavramsal ağırlığını bu kadar yoğun hissetmek yorucu oluyor. Şikayet etmek için söylemiyorum fakat bir taraftan distopik bir evreye de geçmiş durumdayız. Dünyayı hırpalama, kaynakları tüketme meselesine artık herkes kafa yoruyor.
İnsanların doğaya gidip boş arazilere yerleşmesi, doğal hayata yatırım yapması da bunun sonucu. Bu meseleyi Slavoj Zizek Antroposen’e Hoşgeldiniz başlıklı küçük kitabında çok güzel eleştiriyor. Dünyayı kurtarmak için şehirde yaşamaya devam et diyor. Şehirde, bize sunulmuş alanlar içinde yaşamaya devam ederek daha az tüketip daha az kirlettiğimizi savunuyor. Dolayısıyla doğada alanlar yaratmak, doğaya daha da zarar veren eylemler.
Zizek’in yaptığı da zemini alt yapısı olan bir öngörü tabi. Hikayenin başladığı yere dönersek de bu en geniş çerçeveyle bir varoluşsal konumlanma çabası. Sonuçta ben, resim yapan kendi varlığımı, sıkıntılarımı onun üzerinden atmaya çalışan bir tipim, ressamım.
“Komşuluk” teması etrafında şekillenen 2017 İstanbul Bienali yaklaşıyor. Bu dönem için bir projeniz var mı?
Bu binanın çatısında bir konstürksiyon var. Kaçak kat çıkılmaya çalışılmıştı. Demirleri de orada öylece bıraktılar, ne olacağı belli değil. Mesela burayı, binanın yararlanabileceği sosyal bir alan yapabilecekken bir kat daha çıkıp para kazanmanın peşindeler. Ben de atık demir yığınlarını kümeler halinde toparladım ve etraflarını beyazla çizdim. Bunu bir enstalasyon olarak sergilemeyi düşünüyorum. Eser da asmayı denedim. Fotoğraflarını çekip belgeleyeceğim. Bienal döneminde de komşu teması çerçevesinde açık atölyeler yapabiliriz. Herkesin kendi işlerini yapacağı ve iş birliği içerisinde sergileyebileceği, galeriler dışında mekânlar oluşturma tavrı olarak yapmayı planlıyoruz. Daha samimi bir yol oluyor.
Bienal’le eş zamanlı gerçekleştirilecek olan Contemporary İstanbul fuarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Galeriler arasında da sınıflanmalar oluşmaya başladı. Onların arasında da çok ciddi sermaye desteği olanlar var. Örneğin pat diye bir bina koyuluyor, zaten kendi malı mülkü olan o yapı ile sonsuza dek orada bir güç oluşturuyor. Kira derdi olmadan çok güçlü başlayan ve devam eden galeriler var. Fuar alanı da galerilerin ciddi kiralar vererek girebildiği bir alan. Yani büyük paraların döndüğü bir alan. Bu durum sanatçı için de büyük çelişki oluşturuyor.
Sanatçı artık bir iş adamı “businessman” olarak takılabileceği bir zamana geldi. Ne kadar varlıklıysan kendini o kadar iyi konumlandırıp o kadar sarsılmaz olabilirsin. Kirayı nasıl vereceğim düşüncesi galeriyi de sanatçıyı da dürttüğü sürece, ödünler vermek zorunda kaldığın durumlar ortaya çıkıyor. O yüzden mesele “ben bu profesyonelleşmeyi kendi bünyeme oturabilecek miyim” sorusuna geliyor. Bunlara karşı çıkan duygularım varken bunları unutup olaylara profesyonel mi bakmak gerekiyor?
İşte bunlar hep insani sorular. Değerler sistemi değişmeye başladı demiştim ya, işte bundan bahsediyorum. Bütün bu değişimler yaptığım işleri de etkiliyor. Resimlerimde genel olarak soğuk bir dil kullandığımı düşünüyorum. Soğuktan kastım mesafeli olmak. Mekânlar var ama insanlar yok. Zaten insanla ilgili bir öykü anlatmak gibi bir derdim de yok.