Hiyerarşinin aksine yatay büyümek mümkün mü?

Direkt anlatımdan uzak yaklaşımı en soyut haliyle bakışı ve düşünceyi açmak üzerine olan İrem Günaydın’ı geçtiğimiz Haziran ayında “Göbüşten Gökyüzüne - Ağız Üzerinden” başlıklı kişisel sergisinde izledik. Günaydın’la yakın zaman önce yerleştiği Cihangir’deki atölyesinde buluşup tıpkı işlerindeki hissiyat gibi açık uçlu bir söyleşi gerçekleştirdik.

Google Haberlere Abone ol

Nasıl bir sanatçının üretimleri kişisel geçmişi, izlediği filmler, duyduğu sesler, okuduğu metinler, yediği ve içtiklerinin etkisiyle diğerlerinden farklı bir konuma yerleşiyorsa, bir izleyicinin de esere değdiği noktada kendi biriktirdikleri devreye giriyor. Anlatılan ve anlaşılan, söylenen ve duyulan buna uzaktan bakıp yazma derdine giren de en direkt aktarılan karşısında bile kendisine dair bir şeyler söylüyor.

İrem Günaydın’ın direkt anlatımdan uzak yaklaşımı ise en soyut haliyle bakışı ve düşünceyi açmak üzerine. Açmaya çalıştığı alanlarda izleyiciyle birlikte kendisi de yeni yolların ardına düşüyor. Onun birbirlerine ip uçlarıyla bağlı çalışmaları bir labirentin çıkış kapısına giden şifrelere dair bir şeyler söylüyor gibi.

2014 yılında Londra, Central Saint Martins’ten mezun olan İrem Günaydın’ı geçtiğimiz Haziran ayında “Göbüşten Gökyüzüne - Ağız Üzerinden” başlıklı kişisel sergisinde izledik. Şu an Bienal mekânı olarak kullanılan ARK Kültür’de bahçeden üç kata yayılan eserleri, göbüşten gökyüzüne çizdiği rotayla sergi akışına dair bir söz söylerken, sergide tekrarlayan figürler izleyicide parçaları birleştirme motivasyonu oluşturuyordu.

İrem Günaydın’la yakın zaman önce yerleştiği Cihangir’deki atölyesinde buluşup tıpkı işlerindeki hissiyat gibi açık uçlu bir söyleşi gerçekleştirdik.

Beyoğlu’nda olmayı, geçirdiği değişimleri göz önüne aldığında nasıl değerlendiriyorsun?

Ben İstanbul’da doğup büyüdüm. Arada dört sene Londra’da geçen bir okul dönemi var. Beyoğlu’na ise yaklaşık dört ay önce taşındım. Babam Taksim’de döviz işi yapıyor. Kardeşim ve benden yardım isteyince, benim de para kazanmaya ihtiyacım olduğu için işi kabul ettim ve Cihangir’e yerleştim. Ofiste de küçük bir alan açtım, orada da araştırmalarımı yapıyorum. Böylece işi de evimi de çalışma mekânı olarak kullanabiliyorum.

Taksim, özellikle ofisin de bulunduğu Talimhane tarafı çok değişti. Arap turistlerin fazlalığı sebebiyle, mahallenin bakkalından marketine, otelinden eczanesine, kıyafet satan dükkanlara kadar herkesin Arapça bilen bir elemani var ve tabelalarına bile Arapça ekliyorlar. O bölgede Arap para birimi bile geçerli. Bakkallar dahi bavul satıyor (bu epey garip geliyor bana). Taksim Cumhuriyet Anıt’ının çevresinde ki küçük yeşil alanlarda Arap turistler piknik yapıyorlar.

Döviz bürosunda da büyük oranda Arap turistlerle iş yapıyoruz. Buranın eski çalışanlarından biri turistler eskiden en çok Euro bozdururlardı artık en çok riyal topluyoruz diyor. İstanbul’da, Beyoğlu’da -herkes defalarca söylüyor ve biliyor zaten- artık tutunması epey zor yerler.

Bu değişim, yani genel anlamda İstanbul’un sürekli değişiyor olması çalışmalarını etkileyen bir mesele mi?

Bu tür meseleleri direkt ele aldığımı söyleyemem. Mesela şu an üzerinde çalıştığım iş için bazı fotoğraflar çektim. Bu fotoğraflarda; röneve edilmekte olan bir takım binaları çevreleyen inşaat iskeleleri, binaların üzerine yayaları korumak amaçlı giydirilen filemsi malzemeler ve türlü çeşit dış cephe kaplamaları ye alıyor. Bunlar Talimhane tarafında çok sık görülüyor. Karaköy’ün neredeyse her tarafı öyle.

Cihangir’de de evleri sağlamlaştırmak adına iskelelerin kurulduklarını görüyorum. Bu durum bir şekilde çalışmalarıma dahil olacak. Fakat ortaya çıkacak olan iş, direkt bu konuya muhalif bir gönderme yapmayacak . Organik olarak dahil olacak. Yediğim, içtiğim şeyler de buna dahil.

İrem Günaydın'ın ofisi

Yeni bir işe başlamak üzere seni neler tetikliyor? Şu an çalıştığın işi bir sergi için mi hazırlıyorsun?

Ben önce iş yapmaya başlıyorum, sergi konusuna daha sonra karar veriyorum. Bugüne kadar çalıştığım bir galeri olmadı. Kadıköy’de Torna isimli bir proje alanıyla çalıştım. Aynı zamanda sanatçı olan Torna’nın ortak kurucusu Merve Kaptan ile bir sergi yaptık. Kendisi vizyonuna, sanatta durduğu yere güvendiğim biri olduğu için hem orada hem onunla iş yapmak zaten isterdim.

Sergiler şöyle ortaya çıktı: Fikirler, belli bir süreçten geçip bir aşamaya geldikleri zaman o işleri göstermek istediğim bir mekân arayışına giriyorum. Örneğin İstanbul’a döndüğümde yaptığım ilk sergi “Hatırlatıcı” için Karaköy’de bir han bulmuştum. İşler bir noktaya geliyor, mekânı buluyorum, sahiplerini ikna ediyorum ve sergi yapıyorum.

'SERGİ YAPMA SÜRECİ ÇOK KATMANLI BİR YOL'

ARK Kültür’deki “Göbüşten Gökyüzüne - Ağız Üzerinden” başlıklı sergin, başından sonuna bütünlüklü bir kurguya sahipti. Bu, sergilerde her zaman görebildiğimiz bir şey değil. Çeşitli medyumlarda işler, mekânın bahçesi de dahil üç katına yayılıyor. Bu, prodüksiyon açısından da çok zor bir iş. Kurum ya da galeri iş birliği olmadan böyle bir sergi yapmayı nasıl başardın?

Şeyleri, olması gerektiği gibi yapabilmek için şartları zorluyorum. Sergi yapma süreci, çok katmanlı bir yol. Gerekeni yapmak için de her basamakta yardım almak gerekiyor. Bu sergide videolar, onların içine yerleştiği ahşap kutular, TV ekranları, animasyonların kesintisiz tekrarlayabilmesi için içerisine kod yazılmış raspberry pi denilen bilgisayarcıklar, CNC kesim metal, lazer kesim alüminyum, folyo kesim baskılar gibi malzemeler vardı. Bunları arkanda bir kurum olmadan, galeri olmadan yapmak istiyorsan gerçekten zorlaman gerekiyor.

Ben şanslıydım çünkü ikisi de alanında çok iyi olan biri tasarımcı biri yazılımcı arkadaşlarım vardı. Ümit Kitapçıgil ve Cem Mirkelam. Merve Kaptan’da Türkçe-İngilizce çevirileri üstlendi. Tüm süreçte onların çok desteğini aldım. Ayrıca sponsor da bulmuştum. Örneğin bahçedeki havuzun etrafını dönen sacdan harfler, CNC ile kesilip ustalar tarafından birleştirildi. Kurulum bir hafta sürdü fakat bir ay öncesinden her şey hazırdı.

Doğru ölçü alabilmek bile başlı başına bir iş. Tüm mekân defalarca ölçüldü. Üç boyutlu çizimler yapıldı.İşin sanat kısmı bir yana, bunu başkaları değerlendirsin, farklı medyumların bir araya geldiği ve benim tek başıma çözemeyeceğim kadar teknik detayı barındıran bu sergiyi gerçekleştirmek isteyip, bunu başarabildiğim için mutluyum.

Mekân senin için ne kadar önemli?

Çok net söyleyebilirim ki mekân, işlerin oluşmaya ve sonuçlanmaya başladığı bir yer olması bakımından benim için çok önemli. Mesela “Göbüşten Gökyüzüne- Ağız Üzerinden-” sergisinde mekânın içinde iki ay kadar çalıştım. Mekânın sahibi Gülfem Hanım da sağ olsun böyle bir ayrıcalık tanıdı. Haftanın üç dört günü oraya gittim geldim. Kapıdaki heykel, içerideki videoların yerleştiği küpler, alt katın yerleştirilmesi, her şey mekân içinde vakit geçirmemle beraber ortaya çıktı.

Sergi yapmaya nasıl karar veriyorsun?

Çalıştıkça ve üzerine koydukça birikenlerin, artık dışarıya koyulma zamanı geldiğinde sergi yapmaya karar veriyorum. Söylemek istediklerimi ifade edebilmek için, sadece sözlü veya sadece yazılı bir anlatımın, katmanlı bir şekilde gösterme karşısında anlamsız kaldığı noktada sergi yapma ihtiyacı duyuyorum.

Son sergi üzerinden söyleyecek olursak, orada ki hikayeyi metin üzerinden söylemekle, sergi çerçevesinde türlü mecralar, malzemeler kullanarak göstermek birbirinin aynısı değil. Biri birinden değersiz de değil, başka şeyler.

İşlerinde yazıyı kullanman da bununla mı bağlantılı? Yazının yeri formda mı içerikte mi daha önemli senin için?

Yazı benim için çıkış noktası. Edebi bir metin olmak zorunda değil, hatta bir metin olmak zorunda da değil. Yazılmış, karalanmış, sözlükte bulup beğendiğim, daha doğrusu uygun bulduğum bir kelimeden yola çıkıyorum.

Okumalarımdan çekip çıkarttığım bir yazı da pratiğim ve birikimimin süzgecinden geçerek geliyor. Bunu bir örnekle anlatmak için Tom McCarthy’nin bir kitabında altını çizdiğim bölümü paylaşmak isterim: “Çocukken bir şeker dükkanının önünde durduğum zaman, bir aletler vardır ya, şekeri çeviren. O zaman bile şunu biliyordum: o sürekli döndüğünde orada belli bir kütle var, her döndüğünde şekerin aynı molekülleri hiçbir zaman iki kere üst üste gelmiyor” Bu metni aldım ve belki de yeni işimde kullanacağım. Mesela bunu neden aldım?

Moda’da farklı lokasyonlarda yaptığım işte de metinler vardı. Bu metinler, çok detaylı bir şekilde bir şeyleri tarif ediyordu. Tarif ettiği şey ise sekiz farklı insanın avuç içindeki çizgileriydi. Çizgileri yazıya çeviriyordu bu işler; mesela “kırıklı bir çizgi var biraz sola yukarıya doğru gitmiş birazcık yamuk üç santim sağa gitseydi alttaki hafif kırıklı çizgiyle çarpışacaktı” diyor.

Aslında bu sekiz farklı metin birbirine çok benziyor. Çünkü zaten gördüğüm çizginin aşırı detaylı anlatımı, benzerlikler içinde kaybolma durumuna da yol açıyor. Bu alıntıladığım metinde de birbirinin üstüne değen aynı kütlenin aslında aynı yere değmediğine dair bir anlatım var. Şeker bir şekilde dönüyor, belli bir biçimlendirmeden geçiyor fakat her defasında farklı bir form alıyor. Ben de bu yazılarda her defasında farklı bir biçim tarif ediyorum fakat bütüne baktığınız zaman birbirinin aynı gibi görünüyorlar. Bu işleri sokak direklerine asmamın sebebi de bu. Sokak direklerinin de hepsi birbirinin aynı. Hiçbir zaman arkadaşına beşinci sokak direğinin önündeyim diyerek yerini belirtmezsin.

İrem Günaydın

'YAZMAKLA BAŞIM DERTTE'

Metinleri sen mi oluşturdun?

Evet. Her metin, sokak direkleriyle beraber bir yol çiziyor.

Metinler arasında bir süreklilik var o halde?

Evet. Açık uçlu bir okuma sağlıyorlar. Tam olarak neyi tarif ettiklerini, sergi metnini okumayan biri anlayamaz çünkü. İzleyici olsam, bunun neyi tarif ettiğini merak ederdim muhtemelen.

Yazılarla izleyiciyi nereye götürmek istiyorsun?

Ben daha çok açmak istiyorum. Benim özellikle yönelttiğim bir hedef yok. Bunun açık olmasını seviyorum.

Yazı yazmakla aran nasıl?

Yazmakla başım dertte diyebilirim. Neden yazarak çalışıyorum diye kendi kendime de soruyorum fakat bunun bir cevabı yok sanırım. Buna rağmen ,çoğunlukla, yazma eylemiyle başlıyor üretme süreci. Yazılanlar, zaman içerisinde imaja veya başka form ve bağlamlara dönüşebiliyorlar. Mesela Torna’da gösterdiğim “ÆND” başlıklı iş, toga (tek parça kumaştan vücuda sarılarak giyilen kıyafetler) kelimesi üzerinden çıkıp, Arkeoloji Müzesi’ne haftada üç gün çizim yapmaya gitmemle devam etti.

Müzede togalı heykellerin çizimlerini yapıyordum. Toga heykelin vücudunu örtüyor, şeklini alıyor ve drapeler oluşturuyordu. Elsiz ve başsız heykelleri tercih ediyordum. Bu biraz kendi ellerime o kurgunun içerisinde yer açmakla bağlantılıydı galiba, özellikle çizen-yazan elime. Togaların drapelerinin oluşturduğu çizgiler ve el-avuç içi çizgileri arasında devamlılığı olan bir ilişki vardı. Sanki çizgi hiç kesilmiyor gibi.

Ve şöyle bir cümle yazdım: “Ænd she veiled herself with the palm of her right hand Ænd she unveiled herself with the palm of her left hand”. Tercümesi de “ve/son o sağ avucunun içiyle kendini örttü, ve/son o sol avucunun içiyle kendini açtı”. Müzeye gidip geldiğim o dönem benim için kurgu gibiydi. Haftanın aynı günleri aynı saatte gitmek zorunda olup aynı heykelleri etüt ettiğim için bir döngü içine girmiştim, galiba aynı şey müzenin çalışanları için de geçerliydi. Görünmezlik pelerini örtmüşüm gibi giriş çıkışım hiç önemsenmiyor, yokmuşum gibi davranılıyordu (günlük dedikodularına seslerini alçaltmadan devam ediyorlardı). Hem ‘ve’ hem ‘son’ anlamına gelen Ænd de bu oluşan tuhaf döngüyle alakalı aslında.

Bir işi hangi medyumda üreteceğine nasıl karar veriyorsun?

Pratiğin içinde bir bütün olarak birlikte ilerliyor. Ben video yapacağım ya da burada halı kullanacağım diyerek başlamıyorum. Örneğin o sergide halı olmasına karar verilene kadar çok fazla ihtimal değerlendirildi. En sonunda halıya karar verildi. İşin ihtiyacı neyse sonuçta o oluyor. Bu da hem içeriği hem de formu ilgilendiren bir süreç.

'GERİ BİLDİRİM ALMAK ÇOK ÖNEMLİ'

Londra’da aldığın eğitim pratiğini nasıl etkiledi?

Londra’ya gitmeden önce resim yapıyordum. Şimdi ise bambaşka şeyler. Okul beni çok etkiledi. Zaten Londra’daki okullar, açtıkları alanlarla seni başka bir noktaya taşıyor. Bir şey yaparak giriyorsun ve bambaşka bir şey yaparak çıkıyorsun.

Şöyle bir uygulama vardı örneğin: Neredeyse haftada bir, bir öğretmen moderatörlüğünde buluşup on kişilik gruplar içinde konuşma oturumları yapıyorduk. Her öğrencinin çalışmasının önünde durup önce onun on beş dakikalık anlatımı dinleniyor, ardından diğerleri o çalışma hakkında yarım saat konuşuyor. Bu sürekli tekrarladığımız konuşmalar benim resimden geçiş sürecimi de çok etkiledi.

Çünkü resim hakkında konuşulurken hep kişisel şeylerden bahsediliyordu. Ben de yabancılarla kişisel meselelerimi ne konuşmayı ne de bu meseleleri dinlemeyi severim. Kendi resimlerim hakkında konuşurken de bundan rahatsız olmaya başlamıştım, yeterli gelmemeye başlamıştı.Resimden konuşmak artık beni sıkıyordu. Resmin çevresinde dönüp durmayı sürdürdüm gerçi, okulun ikinci senesinde yaptığım ilk video iş de resim fikriyle ilgiliydi. Dijital araçlarla donuk, sabit bir kompozisyon kurmuştum.

Video, izlenmesi gereken değil bakılması gereken bir videoydu. Çünkü içerisinde hiçbir şey olmuyordu. Bu konuşma oturumları her defasında strese soksa da sonradan çok özlediğim bir şey oldu. Geri bildirim almak çok önemli çünkü. Burada bunu yapabileceğim çok insan yok.

Eserler özelinde konuşmakla ilgili bir sıkıntımız var, evet. Sergi metinleri de bu anlamda çok sınırlı kalıyor.

Evet, burada sergi metinlerini okumakta çok zorlanıyorum. Çok ağdalı bir dil var. Bence içerikten de çok alakasız oluyorlar, metinde A yazıyor, sergide Z görüyoruz.

Şu an nasıl bir iş üzerinde çalışıyorsun?

Bundan bahsetmek şu an için çok zor. Başından beri anlattığım çizgiler, vektörler üzerinden gidiyorum yine. Deleuze’ın rizom kavramı hiyerarşik olmayan yatay büyüme biçiminden bahsediyor.

Hiyerarşi mevzusu zaten hem herkesin derdi hem de gerçeği. Bunun tersine bir şey yapmak mümkün müdür? Nasıl yapılabilir? Bunun üzerine epeyce araştırma yaptım. Mesela zencefil bitkisi hiyerarşik büyümüyor. Ya da adamotu bitkisi, toprağın altında yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya hiyerarşik bir büyüme biçimine sahip değil. Bununla ilgili yapacağım şeyi düşünürken, büyüme hareketle ilgili olduğu için video olabileceği fikri ortaya çıktı. İşin kendisi medyumu seçiyor. Bunun için 3D bilen arkadaşlarımla müzakereler ettim. Bunlardan da video olabileceğini öngördüm.