İyi bir komşu nasıl olmalı?

British Council Türkiye ve Mixer işbirliği ile 12-15 Eylül 2017 tarihleri arasında düzenlenen ‘Kültür Sanat Yazarlığı Atölyesi’ kapsamında katılımcılar tarafından yazılan sanat yazıları matbu ve e-kitap formatında yayımlandı. Katılımcıların bazıları ile, atölye sürecini konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Nergis Fırtına

DUVAR - Sanat Müdürlüğünü Su Başbuğu’nun yaptığı British Council Türkiye Sanat departmanının ve direktörlüğünü Bengü Gün’ün yaptığı Mixer’in, 12 katılımcı ile düzenlediği ‘Kültür Sanat Yazarlığı Atölyesi’ kapsamında yazılan yazılar kitap olarak yayımladı. Yayımlanan kitabın içinde, Çağla Meknuze Kırant, Ayşegül Tabak, Ecem Arslanay, Zeynep Kaynar, Güler İnce, Seçkin Aydın, Dilan Ayyıldız, Burhan Yücel, Nazlan Ertan, Rana Kelleci, Sanem R. Kantarcı ve Bâlâ Gürcan’ın, atölye ile aynı döneme denk gelen 15.İstanbul Bienali ile ilgili yazdığı sanat yazıları bulunuyor. Atölyenin eğitimcileri ise, sanat eleştirmeni ve White Review, art-guide, documenta 14’in editörü Ben Eastham, Art Unlimited’ın Genel Yayın Yönetmeni Merve Akar Akgün ve küratör-yazar Gökcan Demirkazık’tı.

Bir sanat yazısının-eleştirisinin nasıl yazılması gerektiğini irdeleyen atölyenin eğitimcilerinden Merve Akar Akgün ise atölye süreci hakkında şu şekilde bahsediyor: Öncelikle yazılan mecraya yönelik eğitim vermek çok önemli. Bir sanat dergisi makalesi ile bir gazete haberi arasında büyük farklar var. Dolayısıyla biz atölyede de özellikle belirlenmiş mecralar için yazmak üzerine hareket ettik ve katılımcıların geçmişlerini ve yeteneklerini göz önünde bulundurarak ilerledik. Ortaya çıkan yazılar her defasında aslında farklı bir mecrada yayınlanmak üzere yazıldılar.

Bir sanat eleştirisi nasıl yazılmalı sorusunun basit bir cevabı yok. Stuart Morgan’ın da dediği gibi “eleştiri kendi başına bir sanat yapma şeklidir.” Dolayısıyla bir formülü de tam yoktur ancak elbette dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Örneğin yazarken fact check/doğrulama yapmak en mühim meseledir. Temiz, anlaşılır bir metin orataya çıkartmak elzemdir. Metinde yer alan fikirlerin nereden geldiklerini açıklamak oldukça önemlidir. Andy Warhol der ki “Don’t pay attention to what they write about you. Just measure it in inches.” Bana doğru gelen bu yaklaşım aynı zamanda eleştirmenin sorumluluğunu da ortaya koymakta. Getirilen eleştiri doğru/haklı bir eleştiriyse bu yalnızca durumun daha iyileşmesi için kullanılabilir dolayısıyla pozitif bir şey, hakkıyla yazıldığı zaman. Kötülemek eleştirmek değildir. Eleştirmek için çok sağlam bir altyapıya ve güçlü bir söyleme sahip olmak gerekir. Tüm bu bilgileri de nazikçe bir potada anlaşılır bir dille eritmek lazım gelir. 19 yüzyılda eleştirmenlerin sanat tarihi yazımında ne kadar büyük rol oynadıklarını hatırlamak bu işin ne kadar önemli olduğunu kavramak için yalnızca bir örnek.

Atölye katılımcılarından Çağla Meknuze Kırant, Ayşegül Tabak, Ecem Arslanay ve Güler İnce sorularımızı yanıtladı.

Sizin için iyi bir komşu nasıl olmalı?

Çağla Meknuze Kırant: İyi bir komşu en azından sınırlarını bilen ve güven uyandıran biri olmalı. Aslında iyiyi düşlemenin sınırı yok... Örneğin mutlu haberde de acil durumda da düşünmeden kapısını çalabiliyorsam o zaten komşuluğu çoktan geçmiş dostum olmuştur...

Ayşegül Tabak: İstanbul’dan ayrılıp küçük şehre yerleşen ve girift bir komşuluk ağıyla tanışan yalnız bir anne gözüyle baktığımda, ‘iyi bir komşu’ kesinlikle çocuğunuzu emanet edebileceğiniz biridir. Kendi atölye yazımda iyi komşu maskesiyle arka odalarındaki karanlığı gizleyen türde komşulardan bahsetmiştim; dolayısıyla çocuğunuzu emanet edeceğiniz insanları çok iyi tanımak ve gözünüzü açık tutmak gerektiğini akıldan çıkarmadan; en değerli komşuların çocukları koruyup kollayan, ebeveynlerinin müdahale şansı olmadığı anlarda onlara kanat gerebilen insanlar olduklarına inanıyorum. Bu, bazen bahçede düşen oğlunuzun yarasını sarmak; bazen kapıya gelip kurabiye isteyen küçük çocuklar için mutfağa girmek; kimi zaman da acil durumlarda aileleri gelene dek onları eve alıp doyurmak, uyutmak, güvende hissettirmek olabilir.

Ben bir komşu olarak mahallenin çocuklarına kapılarımı hep açık tutuyorum, şanslıyım ki komşularım da benim oğluma aynı özen ve sevgiyle yaklaşıyor. Öte yandan çocuklara sahip çıkan iyi komşuların hayati önemini sanırım en çok İkinci Dünya Savaşı’nda, komşuları tarafından korunmuş Yahudi çocukların hayatta kalma öykülerinden anlamak mümkün olur. Düşünsenize, tüm aileniz vagonlara doldurulup bir belirsizliğe götürülürken aileniz sizi güvendiği tek komşusuna emanet ediyor ve o insanlar ölüm tehlikesine rağmen sizi kendi çocuğu gibi saklıyor, kıtlık içinde hayatta tutuyor. ‘İyi bir komşu’nun bundan daha üstün bir tanımı olabileceğini sanmıyorum.

Ecem Arslanay: Saygılı olması yeter.

Güler İnce: “İyi bir komşu” denilince aklıma çocukluğum geliyor, çocukluğumun komşuluk ilişkileri, insanların birbirine güvendiği, mahalle kültürünün dayanışmanın hala var olduğu zamanlar. Ama bir yandan da benim bu duyguları yaşadığım dönemin çok da uzağında olmayan bir geçmişte komşunun komşuyu öldürdüğü, mallarına el koyduğu, topraklarından sürdüğü gibi bir gerçeklik de var. Bunların hepsi bu topraklarda aynı anda yaşanabilmiş. Sınırların içinde ve dışında farklı halklar, kültürler ve inançların birbiriyle temasta olduğu bir coğrafyada komşuluk ilişkilerinin bir anda nasıl da tersine döndüğünü okuduklarımdan, duyduklarımdan biliyorken şimdi bunu birebir yaşıyor ve deneyimliyorum. Artık kimse yanı başındakine güvenemiyor, kimse kimliğini, düşüncesini açıklayamıyor. Şiddet sarmalında güçlüler tüm diğerlerini ötekileştirirken ve ötekileşen de kendi kabuğuna hapsolmak zorundayken iyi bir komşudan bahsetmek mümkün olmuyor.

EV, AİDİYET, KOMŞULUK... 

Yazdığınız eleştiri yazılarındaki ilgili eserleri veya sanatçıları neye göre seçtiniz?

Çağla Meknuze Kırant: Bana dokunan bir işi yazmak istedim. Hissettiğim, düşünceden düşünceye geçtiğim bir işi...

Ayşegül Tabak: 15. İstanbul Bienali kesinlikle temasına çok uygun bir yerleştirmeye sahipti. Neredeyse tüm sergi mekânları birinden diğerine yürüyerek ulaşabileceğiniz mahalle komşuları mesafesindeydi. Biri hariç. Yalnızca Monica Bonvicini ve Stephen G. Rhodes’in işleri bu mesafenin dışına atılmış, araya bir su yolu yani Haliç girmişti. Balat’ta, Tarihi Küçük Mustafa Paşa Hamamı’ndaki işler, tam da hamamla örtüşen şekilde mahremiyetimizle; diğer komşularından uzaktaki konumu nedeniyle bilinçaltımızla, korkularımızla ve cinselliğimizle ilgiliydi ve tabii bir de kusursuz kötülükle.

Kapitalizmin, yıkıcı ve kitlesel narsisizmin ne kadar korkunç komşular yarattığını gösteren Rhodes’in -kısa adıyla- “Wilkommen Varsayımı” yerleştirmesi botlarla kurtarıldıktan sonra her türlü zulme uğratılan mültecileri, bir kaya gazı şirketinin komşu şehirdeki kasabayı yerle bir edip hiçbir suçu yokmuşçasına masumiyet maskesiyle herkesi evinden kovmasını ve yeniden doğan faşizmi anlatıyordu. Üstelik tüm bunları pornografik düzeyde ruhsal bir şiddet örüntüsüyle birçok tekniği bir arada kullanarak yapıyordu. Haliyle tüm bunları anlamak, özetlemek ve doğru bakış açısıyla sanatsal bir değerlendirme içinde sunmak beni cezbetti ve başka bir sanatçı ya da eser yerine Rhodes’in işini yazmak istedim.

Ecem Arslanay: Mimarlığı ve onun dert ettiklerini ele alan eserleri tercih ettim; çünkü metnim mimarlığın bienalde nasıl dile geldiği üzerineydi.

Güler İnce: Bu yılki bienaldeki işler ‘ev’ ‘aidiyet’ ‘komşuluk’ ‘kimlik’ gibi kavramları sorguluyordu. Atölye öncesi Asuman Suner’in “Hayalet Ev” kitabını henüz bitirmiştim. Kitabında etkisiyle bienalde “ev”le ilişkimizi krize sokan işler direk dikkatimi çekti. Genelde mutluluk ve huzur duygularıyla dolu, korunaklı bir mekan imgesi yaratan “ev” bienaldeki birçok çalışmada hapsedici, korkutucu, tekinsiz, hayaletsi özellikler taşıyordu. Ben de bu özelliklerden hareketle tarihsel olarak aslında hiçbir zaman iyi komşular olamadığımızı gösteren, hissettiren işleri seçtim.

Bu seneki İstanbul Bienal'i politikti. Sizce sanat politikadan ne kadar yararlanmalı?

Çağla Meknuze Kırant: Yaşadığımız zaman ve coğrafya hemen her şeyin politik olmasını dayatıyor. Dolayısıyla sanat da kaçınılmaz olarak politika ile kesişiyor. Şahsen herhangi bir sanat eserinin politikadan ‘ne kadar’ değil ‘nasıl’ etkilendiği ve beni ne kadar şaşırttığı ile ilgileniyorum artık.

Ayşegül Tabak: İşin tuhaf ve biraz da komik yanı bazı sanat yazarlarının Bienal öncesinde konuyu, böyle korkunç bir dönemde politik olmamakla eleştirmesi oldu. Birçok sütunda konuyu yerden yere vuran yazılar anımsıyorum, oysa sınır komşuluklarının ve elbette kapı komşuluklarının göçler ve mülteci akınlarıyla tüm dünyada yeniden şekillendiği düşünülünce ‘iyi bir komşu’ teması hem ironik-alaycı yanıyla hem de umut veren iyileştirici tarafıyla kusursuz bir başlıktı bana göre. Sınırlarını para alış-verişine konu yapan çıkarcı devletler arası ilişkilerin, Trump’ın Meksika sınırına duvar çekme takıntısının, komşusu doğayı katleden bir rant algısının, şiddet gören komşusuna yardım etmeyen duyarsız insanların ve birbirini boğazlayan komşuların yeni düzeninde eleştirilecek sayısız konu vardı komşuluğa dair.

Diğer taraftan da iyi komşuların azalsa da süren varlığının verdiği dayanışma duygusunu canlandıran, kendimizi sorgulayıp komşularımıza yeniden kapılarımızı açmamızı sağlayan iyileştirici bir tonu da vardı. Sanat ve politik olma ilişkisine dönecek olursak; Sanat politik olacaksa kuru gürültüden ibaret olmamalı, bu tema da sanatçılara tutarlı ve ufku geniş bir ortam sağladı diye düşünüyorum. Bir şeyi yargılayarak sanatsal üretim yapmakla üretiminizin farklı bakış açılarıyla değerlendirilebilir bir eleştirel taban sunması arasında ciddi bir fark var, bu nedenle eğer sırf politik olursam dikkat çekerim, ben de üzerine bir laf edeyim demek için politik içerikli bir üretim yapıyorsanız onun hiçbir hükmü ya da değeri olacağına inanmıyorum. Sadece rantı eleştirirken politik olandan rant sağlamaya çalışmak olur bu. Yine de gerçekten sarsan, üzerine kafa patlatmanıza, kendinizi ya da olayı sorgulamanıza neden olan bir politik sanat üretimi varsa zaten gücüne ve büyüsüne kapılmamak imkânsız oluyor.

Ecem Arslanay: Bence en apolitik sanat bile politik olmamayı beceremez; çünkü aralarında kaçınılmaz bir dinamik ilişki var. Ne kadar “politik” olmalı derseniz, “dertleri kadar” derim herhalde.

Güler İnce: Bu seneki İstanbul Bienal'i politikti. Sizce sanat politikadan ne kadar yararlanmalı?

Ranciere “sanatın dışında kalacak gerçek bir dünya yoktur” der. Yaşama dair her şey sanata konu olurken güncel sanatın politik olması da gayet doğal. Ama asıl önemli olan sanatın politikadan ne kadar yararlandığı değil de politikayla kurduğu ilişkiyi nasıl yansıttığı. Yani temsil mantığı önemli benim için. Sanatçı var olanın birebir aynısını mı üretiyor, izleyiciye sorgulama payı bırakıyor mu, mesajı askıya alıyor mı yoksa didaktik bir dil mi kullanıyor? Bence önemli olan ve sorgulanması gerekenler bunlar.

Atölye sürecinden biraz bahseder misiniz?

Çağla Meknuze Kırant: Gerek eğitmenleri gerekse diğer katılımcı arkadaşları tanıdığım için çok mutluyum. İlham verici, ufuk açıcı birkaç gün

geçirdik. Bienali hep birlikte deneyimlemek ve değerlendirmek apayrı bir açı kazandırdı.

Ayşegül Tabak: Yaklaşık dört gün süren atölyenin tanışma toplantısının ertesi gününde herkes kendi çizdiği rota üzerinden Bienal turu yaptı, ama atölyeyi hepimiz için unutulmaz kılan kesinlikle Britanya Konsolosluğu’nda geçen uzun üçüncü gündü. Sabah başlayan sunum ve tartışma toplantısı akşama dek sürdü. Atölye katılımcılarının 280 kişi arasından nasıl titizlikle seçildiğini de o gün anladık, zira seçilen işler üzerine yapılan sunumlar ve tartışmalar çok doyurucu, yer yer zorlayıcı ve heyecan vericiydi. Hem katılımcı yazarların hem de mentorlerin birlikte beyin fırtınası estirmesi gibi bir şeydi. O gün herkes birbirini daha yakından tanıdı, uzun sohbetler edildi ve hâlâ süren ve muhtemelen ömürlük vâdesi olan dostluklar kuruldu. Katılımcıların neredeyse hiçbiri tümüyle tecrübesiz değildi, aslında hepimizin kendi alanlarında kayda değer bir birikimi ya da eğitimi vardı, bunun sonucu olarak da atölye çok daha zengin bir deneyim hâline dönüştü. Ertesi gün seçtiğimiz işlerin bir özetini yazarak Ben Eastham başta olmak üzere Merve Akar Akgün ve Gökcan Demirkazık ile paylaştık, söyleşinin ardından herkes belirtilen tarihte yazısını iletmek üzere vedalaştı.

Öte yandan Ben’in ve mentorlerin tavsiyeleri ve deneyimlerinden çok şey elde ettiğimize inanıyorum. En azından benim seçtiğim yerleştirme işi çok diken üstüydü, hatta bazı ziyaretçilerin nefretini bile kazanan bir iş oldu Bienal boyunca. Hâliyle böyle sert bir konuya, politik ve mesleki bakış açısından sıyrılarak yaklaşmak zor olacaktı ve o noktada Merve’nin tavsiyeleri konunun önemini vurgulayarak, ama sanatsal biçim, estetik ve anlamını da ortaya koyarak yazabilmemi sağladı. Ayrıca geribildirimlerde Gökcan’ın benim gözümden kaçan ve sanatçının kökeniyle ilgili daha derin araştırma yapmamı sağlayan bir bilgiyi paylaşması da şahane oldu.

Ecem Arslanay: Bienali bireysel olarak gezdikten sonra üzerine topluca konuştuk. Çok kafa açıcı, uzun bir sohbetin ardından atölye yürütücülerince her katılımcı için özel olarak belirlenen bir mecra için metin üretmeye giriştik. Herkesin ödevi kendi birikimine ve yeteneğine göre sekillendirilmişti. Yazma sürecinde aldığımız faydalı geri bildirimlerle metinler son halini aldı. Katılımcılar da yürütücüler kadar ilham verici ve destekleyici oldular.

Güler İnce: Atölye süreci oldukça verimli ve keyifli bir süreçti benim için. Aynı eser üzerine farklı düşüncelerin, seslerin konuştuğu, tartıştığı, paslaştığı eğitmenlerden katılımcılara herkesin birbirine bir şeyler kattığı bir süreci hep beraber yaşadık.

ELEŞTİRİNİN BELLİ BAŞLI KURALLARI 

Atölye boyunca yapılan çalışmalar doğrultusunda sizce bir sanat eleştirisi nasıl yazılmalı?

Çağla Meknuze Kırant: Yazının dili ve içeriği mecraya göre değişmekle birlikte olmazsa olmaz bazı özellikler var. Doğru bilgi aktarılması ve anlaşılır bir metin olması başta geliyor... Ayrıca kendi adıma eserin yazarda nasıl bir his bıraktığını okumayı da seviyorum.

Ayşegül Tabak: Atölyede ‘sanat eleştirisi nasıl yazılmalı’ sorusundan ziyade hangi mecraya nasıl yazılmalı, bir sanatçıyı yazarken nasıl, bütün bienali yazarken nasıl ya da bir eser veya sergiyi yazarken nasıl yaklaşmalıyız kısımlarına odaklandık. Merve ve Ben’in editörlükten süzülen öneri ve uyarıları da inanılmaz faydalı oldu.

Özetle; 5N 1K sorularının cevabını bulduğu, ama bunun ötesine geçerek kişisel bakış açınızı sanatsal estetik ve teknikleri temel alarak ortaya döktüğünüz bir metin olmalı; ama benim kişisel fikrim, zaten sanat yazarlığının kısıtlı, kültür-sanat okurluğunun az olduğu bir ülkede muhakkak bir ‘hikâye anlatıcısı’ ruhuna da sahip olmak gerektiği yönünde. Yazacağınız sanat işiyle genel okur topluluğu arasında duygusal ya da nedensel bir bağ kuramazsanız sadece sanat tarihçileri ve sanatçılar tarafından okunur ve anlaşılırsınız. Çağdaş ve kavramsal sanatı anlamak sanat yazarları ve hatta bazen sanatçılar için bile zorlaşabilirken yazdıklarımızla durumu iyice anlaşılmaz kılmanın kimseye faydası olacağını sanmıyorum. Oysa toplumun sanatı daha yakından ve bağ kurarak anlamaya çok ihtiyacı var, sanata ihtiyacı olduğundan daha fazla belki de.

Ecem Arslanay: Bence Türkiye’de az düşünülmüş, olumlayıcı sergi tanıtım yazılarından çok yapıcı eleştiriye ihtiyaç var. Dolayısıyla, öncelikle adının hakkını vermeli. Eleştirmeli. Bunu da yeterli bir altyapıya dayanarak, saygılı ve destekleyici bir tavırla yapmalı.

Güler İnce: Her yazarın bir tarzı, bir yaklaşımı bir düşünüş biçimi var. Bu yüzden hiçbir yazım türü verili bir kalıp üzerinden ilerlememeli bence. Atölyede yaptığımız çalışmalar da aslında böyleydi. Eğitmenler öğretici, anlatıcı bir yerde durmaktan ziyade yol gösterici ve destekleyici yaklaştılar her birimize. Ama atölye dışında, söylemek istediğim bir gerçeklik var ki -buna kendimi de dahil ederek söylüyorum- Türkiye’de sanat eleştirisinden çok sanat tanıtımı yapıyoruz yazılarımızla. Bu görsel sanatlar için de geçerli sahne sanatları için de. Diğer yandan da eleştiri yazısı denildiğinde direk olumsuzlama geliyor akıllara. Bu iki mantığı da aşmamız gerekiyor diye düşünüyorum.