Sinan Özdemir: Şiir tüketilmesi zor olandan tüketilmeyene evrildi
Şair Sinan Özdemir'in son kitabı 'Üzüntü Sabit’i' Heterotopya Yayınları tarafından yayımlandı. Özdemir, "Şair rahat bir kimse değildir, yoksa şiir yazmazdı" diyor.
Fatma Nur Türk [email protected]
DUVAR - Günümüz Türkçe şiirinin önemli isimlerinden Sinan Özdemir ile son kitabı “Üzüntü Sabit’i”ni merkeze koyan bir söyleşi gerçekleştirdik. Özdemir, şiire dair, "Konfor tehlikeli bir şeye dönüşmeye her zaman müsaittir. Bu, aynı zamanda ket vurucudur. Yaratmanın önündeki engeldir. Dilin varlıktan önce geldiğine inananlardan değilim, hatta varlığın özünü ıskalaması, manipüle etmesi riski de vardır, fakat bu tuzaklar onu önemsizleştirmez. Dili işlevsel hale getirmek şairin elindedir" dedi.
İlk şiir kitabın 'Pazıl Bozul' 2013’te çıkmıştı, 160. Kilometre Yayınları’ndan. Pazıl Bozul’daki şiirlerin ne söylediği kadar biçimsel denemeleri açısından da dikkat çekiciydi. Oradaki şiirler muhalif, samimi; samimi olduğu kadar öfkeli ve gerilimini sakinlikle yükseltebilen şiirlerdi. Kitapta en temelde başarılı bir humor görmüştük ve bu, tek tek şiirlere ve kitabın bütününe bir dinamizm katıyordu. İkinci kitabın 'Üzüntü Sabit’i' ise bir yıl önce, Haziran 2017’de Heterotopya Yayınları tarafından çıktı . Üzüntü Sabit’i’ne gelirken şiirinde ve hayatında neler değişti?
Pazıl Bozul bir enerji patlamasıydı benim için. Aslına bakarsan uzun süredir şiir yazıyordum. Çok 'sıkı' şiirler yazıyordum. Öyle ki sık sık şiir yıllıklarında yer almaya başlamıştım. Hatta birinde “2000’lerin dikkat çeken ismi” olmuştum. Bahsi geçen 2000’ler hiç olmadı. 80’lerin, 90’ların kendi hantallığından başka bir şey neredeyse hiç yoktu bu 2000’lerde. Konvansiyonel olandan bahsediyorum tabii. 'Somut-deneysel' alan ise enerjime akışkan bir mekân oldu. Salınabiliyordum artık. Fakat büyük ideolojilerin çarpışa koruna var olduğu dönemlerde değiliz. Zaman’ın parayla satın alınabileceğini söyleyen Camus, 21. yüzyılı yaşasaydı bu tespitin geçmişteki yıkımların belki çok ötesinde, son beş altı yıldaki vahim sonuçlarla yer değiştirmesini nasıl karşılardı bilmiyorum. Bildiğim, Üzüntü Sabit’i’ne gelirken duygu-durumumda yaşadığım sönümlenmeydi. Hem yaşamak hem şiir yazmak çok daha zorlaşıyor anlayacağın. Bu, şiirden el çektirmez tabii ama çocuk-enerjiyi daha çabuk yaktığını söyleyebilirim bugün için.
'BİZDE YERALTI VAR MI BİLMİYORUM'
Üzüntü Sabit’i’nin ilk şiiri 'Bukowski için doğru diyoloğu'nda 'tarih'i bir öğreti olarak karşına alıyorsun. 'Öğreti'ye karşı tek savunması, öğretiyi zihninde bulandırmak olan bir çocuğu, çocukluğu konuşturuyorsun. Klozet benzetmesiyle de öğretinin değersizliğini vurguluyorsun. Tarihe kafayı takan şairlerden misin sen de? Bir de neden Bukowski? Edebiyatımızdaki Bukowski imgesi hakkında neler söylersin?
Bukowski’yi sormana sevindim. 'Bukowski imgesi' diye bir şey var değil mi hakikaten. Çabucak nedenini söyleyeyim önce. Şairin, Cem Duran çevirisi “Tamam Yavrum, Meteliğimiz yok; Ama Yağmurumuz Var” adlı harika şiiridir bana “doğru diyoloğu”nu yazdıran. Oradaki anlatma ve temas isteği gerçekten çok sarsıcı. İyi bir eserin kişide duygudaşlıktan öteye geçen bir başarısı olduğuna inanıyorum. Önce metinle, metin kişisiyle konuşursunuz, sonra bu, yerini özdeşliğe bırakır, kendi başınalığınızdan başka her şey silinir. Bukowski’deki ironi, gerçeklik; hissedebilme özelliğiyle ayrılan şairi şiirime çağırmamı sağladı.
Aslında imge dediğin şeye son söylediğimle bakmak çok mümkün. Sanırım bizdeki 'yeraltıcılar', hayat biçimleri-standartları ile satmaya çalıştıkları arasındaki uçurum, metinlerindeki fabrikasyon üretim sordurdu sana bunu. Bizde yeraltı edebiyatı var mı gerçek anlamda bunun yanıtını tam olarak veremiyorum. Ama akla ilk gelen isimlerdense Sibel Torunoğlu, Ayça Seren Ural gibi yazarların benim Bukowski’lerim olduklarını söyleyebilirim.
Tarih konusuna gelince… Hem tarihi hem tarih yazımını çok eleştiriyoruz sırası geldiğinde, fakat bir kodlanmayla da onun arkasına sığınarak konuşuyoruz çoğu zaman. Bunu elbette doğru bulmuyorum. Doğru bir çizginin üzerinde yalnızca doğrucu olunur. Tarih karşısında onunki kadar koyu olmasa da Cioranvari bir melankoliye sahibim. İnsan felaketi nasıl savunabilir ki. Şiirlerimde kişisel tarihi tercih ediyorum ben. Burada tabii kişinin tarihi değil söylediğim tam olarak. Böyle gözükse bile bunun yanına başkalarını çekebilmek önemli. Tikele güvenmek gerekir. Orada yaslanılacak bir omuz var.
Şiirlerinde rahatsız edici sahneler ve 'bok', 'pislik' gibi kelimeler çokça var. Abject sanata mı göz kırpıyorsun? Şiirin okurda uyandırması beklenen, alışılageldik 'güzel' duyguları baltalamaya mı çalışıyorsun? Amacın nedir?
Son yıllarda bir 'cesur şair' tanımlamamız var. Mesela bazı şeyler şiire bir zorunlu çeteleyle sokuluyor sanki. Cesur, cakalı şair modası… Sorun bu durumu vurgulama gereği doğurdu bende. Bunu bir tarafa bırakırsak, tabii ki Kristeva’nın düzen karşıtı, ihlalci abject’ini önemsiyorum. Şiir birden yıkıp geçmese de, birden şekillendirmese de zihin tokatlayıcıdır bence. Bununla birlikte gizli nüanslarımızı toplayabildiğimiz kadarıyla kendimize yaklaşabildiğimizi düşünüyorum. Önce merak, sonra anlatma isteği, belki tersi de, beni bu türden ayrımları kovalamaya yönlendiriyor. Örneğin boka, toza dokunmadan obsesyonumun altında yatan travmalarla yüzleşemezdim. Şiir, itiraf etme şansı tanımalı insana. Burada Ahmet Güntan’ın “Büyük Ortadoğu Karmaşığı”nı anmadan geçmeyeyim. Biliyorsun şiirimize “bok polemiği”ni kazandırmıştı “BOK”. Tiril tiril giysilerimizin içinde, makyajlarımızın altında bu rahatsız edici şeye hazır değildik doğrusu. Hem aramızda “kıçından yukarıya sıçabilenler” de varken.
'DİLİN MELEKELERİNE BAKMAK GEREKİYOR'
Eksiltme tekniğine çok sık başvurman neyle ilgili? Zihinsel ya da pratik bir kaos, düşünce ve iletişim arasındaki hız farkı ve enerji verimsizliği… Bunların neden olduğu bir telaş, hatta panik?
Eksiltiyi akışı kesmek anlamında algılıyorum. Ama sürekli olarak zonklayan, tekrar eden, bağıran bir eksilti… Byung-Chul 'Olumluluk Toplumu’nda' enformasyon değiş tokuşundan bahsediyor. İletişimin değerinin bununla ölçüldüğünü söylüyor. Eylemi görünür kılmak için sabotajdan başka yol yok ya da uzlaşı varsa şiir yok. Verilenin dışına çıktığımız yerden taşırdıklarımıza bir yol yapmak zorundayız.
Tabii sözünü ettiğin hız farkına dilin melekeleri açısından da bakmak gerekiyor. Dilin yetersizliği üzerinde dururken dilin içinde kalma çaresizliği; işte kaoslardan biri de bu. Aslında Güntan dilin yetmezliği, şairin yoksunluğu bağlamında bir aktarımda bulunuyor şiirgeldikelimedeboğuldu’da 'kıçından daha yükseğe sıçmaya çalışma' cümlesini hatırlatarak. Wittgenstein bunu dünyayı felsefeyle şekillendirebileceğini düşünen filozoflar için dermiş. Bence hem abject meselesinde hem dil meselesinde çok kullanışlı bir tespit bu. Kısacası buradan dili ev belleyerek çıkamazsın. Tikler, mizaçlar, saklı yanlar, saklı tuttuğumuz yanlar, “deli mi bu” dedirten haller kendine elbette birtakım araçlar arayacaktır. Biraz da bunlar şiiri bir dil, biçim meselesi haline getiriyor da diyebiliriz.
Yazılarında, şiirlerinde sıkça deneysel somuttan bahsediyorsun. Şiirlerinde somutu en rahatsız edici gerçekliğe varana kadar zaten görebiliyoruz. Peki deneysel olan nedir sana göre şiirlerinde? Mesela sözdizimini bozuyorsun bazen. Bu neyi değiştiriyor şiirde?
Bundan önce deneyselin ne anlama geldiği konusunda bir şeyler söylemek daha yerinde olabilir. Var olanın dışına çıkmak, klişenin uzağına düşmek, şiirin uğranılmamış alanlarını araştırmak vs. geliyor benim aklıma. “Her iyi şiir esasen deneyseldir” gibi yaklaşımlara katılmıyorum. Bununla birlikte “bu yapılmıştı, bu yeni bir şey değil” gibilerine de katılmıyorum. Şiir bir arayıştır, savaşımdır. Bu konuda iki uçta iki ayrı yargıç güruhu var bizim şiir ortamımızda. Gerçi sadece bizde değil. Yeri geldikçe söylüyorum, ben Jandl’ın deneyselinin yanındayım. O; geleneği, geçmişin birikimini yeni ögelerle birleştirerek ulaşmıştı şiirine. Somut şiire anlatımcıyı soktuğunda deneyselin “kurallarını” ihlal ettiği için şairin kendi çevresinde pek hoş karşılanmadığını biliyoruz.
Bendeki deneysele gelecek olursak, genel olarak söylediklerimi şiirimde başarabilmiş olduğumu umuyorum. Şiirlerin üzerinde özel olarak durmaksa başkalarına düşüyor. Bu durumda daha bekleyeceğiz demektir.
Peki bir şiirinde işleve takılmamaktan bahsediyorsun. Buna dilin işlevleri dahil mi; sözcükte, ifadede gerçekleştirilen deformasyon; bağdaştırmalar, türetmeler? Dilin işlevlerine takılmamaktan doğan şiirsel işlevi, bu takılmamaya dahil mi senin için?
Bunu nesneyle olan ilişki açısından demiştim. Sebat bize sistem ve alışkanlık kazandırır. Bir yere kadar bu işlevsellik işlerin yürümesi anlamında yerinde olabilir. Fakat konfor tehlikeli bir şeye dönüşmeye her zaman müsaittir. Bu, aynı zamanda ket vurucudur. Yaratmanın önündeki engeldir. Dilin varlıktan önce geldiğine inananlardan değilim, hatta varlığın özünü ıskalaması, manipüle etmesi riski de vardır, fakat bu tuzaklar onu önemsizleştirmez. Dili işlevsel hale getirmek şairin elindedir. Bu arada takılmamayı sorduğun şekilde dile de uyarlamak mümkün tabii. Evet, takılmamaktan doğan işlev de dahil buna. Karşısında durduğun şeyin içinde eriyebilirsin yoksa.
'PRATİKLER ARASINDA UÇURUM VAR'
Dikkat çekici bir dize: “bir laboratuvar ortamında kıymetlenecekmiş gibi / düşünürüm siyaset yorumlarımı”. Üzüntü Sabit’i tepeden tırnağa politik bir kitap. “bir seyir halinin dur izleyicisi olarak” sen, şiirde politikanın gözlem, tespit ve tutanak dışında nasıl bir işlevi olabileceğini düşünüyorsun?
Biraz sorunun içinde var bunun cevabı. Özellikle sosyal medyadaki toplum mühendisliğine, 'dik duruşlar'a bir eleştiriydi yaptığım. Dostlar 'tüvit' başında görsün halleriyle pratikler arasında uçurum var doğrusu.
Şair rahat bir kimse değildir, yoksa şiir yazmazdı. 'Dur izleyici' akışı içerikte ve teknik olarak kesen olmak durumundadır. Gözlem, tespit, tutanak… Hakkıyla ortaya konabiliyorsa bunlar ne âlâ. Koyabilmişsem ne âlâ. Şiiri sakat değerlendiriyoruz biz. Bir şeyi söylerken öbürünü o an eşit bir hacimle söyleme gerekliliği hissediyoruz, hem buna dair dışarıdan da baskı görüyoruz. Teknikte ve içerikte bir şiire dair bütün enstrümanları tek tek saysak dahi o şiir adına tam anlamıyla söz almış olmayız. Bunu gözden kaçırmamak lazım.
Kitapla aynı adı taşıyan ikinci bölümde tek bir şiir var. Sabit’i bir toplum-şahıs olarak kurgulaman ironik ve ilginç. Başlangıçta persona zannediyorsun, arkasından bir klan çıkıyor. Sen de bu klanı belgesel diliyle tanıtıyorsun. Ve bu şiiri 'belgesel tragedya' olarak tanımlıyorsun. Senin sorduğun sorunun aynısıyla karşındayım: Bir belgesel tragedya niye yazılır imajlar çağında?
Şiir hızlı bir şekilde, tüketilmesi zor olandan tüketilmeyene evrildi. Elbette hiçbir zaman çoğunluğun ilgisine talip olmadı, bu başka bir şey. Fakat ben neredeyse sözünü ettiğin tanımlamayı yapmaya mecbur kaldım. Gizli-açık iletişim kablolarının arasında şiirin temas işlevi silikleşir oldu. Hem ilginçtir, 'gelenek' dedin mi akan suyu durduran şairler ve takipçileri şiirin bilgi veren, haber eden özelliğine çoktan sırtını dönmüş durumda. Hâlbuki mesela Cahiliye geleneğinde de, etimolojik olarak bile şair bildirendir. Şiirin bu dönemde 'hakikat' ve 'bilgi' deposu olduğunu, dolayısıyla şairin de 'düşünen' olduğunu Adonis’ten öğreniyoruz.
Üzüntü Sabit’i’nde anlatacaklarım vardı, benden de bahset, diyen Sabit’ler vardı. 'Gösteri toplumu'nun kalabalık şovunun ortasında belki bir sıkılan olur da dönüp bakar gibi bir motivasyonla belgeseli işe koştum bu yüzden. Ayrıca Sabit’lerin bir örgüye de ihtiyacı vardı. Evrensel bir örgüye. İnsanın özünü, trajedisini tarihselliğin içinden kavramak ve 'göstermek' derdindeydim. Tabii ne tragedya formu ne belgesel jargonu şiirin motorunu kendi lehlerine çalıştırabilirdi. Sonuçta ortaya klan dediğin topluluğun 'buradayım, durduğum yerdeyim' dediğini sandığım tarihi çıktı diye düşünüyorum.
'ŞİİR OKUMAYI BIRAKTIK BİZ'
Son olarak kitabını çağdaş şiir içinde nasıl bir yere koyuyorsun?
Bazı açılardan yanıtlaması zor bir soru bu. Şiir okumayı bıraktık biz. Böyle olunca şiiri konumlandırmak da kalktı ortadan. Türk şairi bugün şiirinin tespit edilmesine muhtaç durumda. Şiir okumayı bırakmanın birçok nedeni var. Teknoloji, sosyal medya, günlük pratikler, siyasî ortam… ve bunların kişilerin hayatlarına başka başka yansımaları. On beş yirmi yıldır diyelim insan başka pratikler edindi yaşamında.
Kendi adıma şiirimin nerede durduğunu az çok kestiriyorum. Ama bu noktada etik, imaj gibi sorunlar var. Yine de değinmek istediğim bir şey var. Söylediğim etkenler bu işin içinde olanların birçoğunda anlayamadığım bir toptancılığa yol açtı son dönemde. Günümüz şiiri dendiğinde birtakım eleştiri (?) kalıpları günün şiirinden önce kendi tarihselliğini bir düzleme oturttu neredeyse. Bu kimselerin içinde çokça da şair olduğunu üzülerek söylemem gerekiyor. Açayım bunu biraz. Günün şiirinin bir kısmının bir yaftası var: İnternet dili. Nedir İnternet dili? Önce Msn, bugün Twitter kalıpları mı mesela? Söylemsel bir kavramı belki bir üslup çeşidi olarak alabiliriz ama 'dil' denince benim aklıma bütün teknik aygıtlarıyla biçimsel bir şey geliyor. 'Tü kaka' edilen şey maalesef ortada olmayan bir şey. Bugün için bir 'yazılım şiiri'nden söz açabilir miyiz örneğin? Bunları çoğaltabilirim. Aynı toptancı kafa, anonimleştiğini iddia ettiği bir kentli şair portresi çizmeye çalışıyor 'eleştirel' bir bakışla. Sözüm ona bir örnek bir şiir yazılıyor bu sebeple. Sadece 'uyum yasalarına' baksalar mesela yeter başka bir köy-kent ayrımını, ayrımsızlığını düşünmek için. Hangi kentin hangi şairi bu bahsedilen? Aslında bu toptancılığın altında şiirle şiir olmayanı birbirine tutturma yanlışlığı, hatta neredeyse özellikle şiir olmayanın konuşulması hastalığı da yatıyor. Bunun da başka psikolojik nedenleri var. Uzar anlayacağın.
Etiği hafiften çiğneyerek onların hoşuna gitmeyecek bir şey söyleyeyim Üzüntü Sabit’i için. Bugünün önemli, avangart denilebilecek kitaplarından birini yazdım. Bu kadarı yeter. Gerisiyle ilgilenecek olan kişi ben değilim.