Caz entelektüel kesimin müziği mi?

Müziğin evrensel olması sözü bir klişe gibi gözükse de büyük bir gerçeği yansıtıyor. Klasik müzik ve caz müziği; gerek akımları gerekse içerdikleri “yüksek” sanat bakımından elbette göz ardı edilemeyecek kadar önemli ve değerli. Başlı başına her iki türün de sanatsal değer bir hayli yüksek. Fakat bu iki türün sanatsal değerinin yüksek olması diğer türleri ve akımları değersiz kılmıyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Caz müziği entelektüel kesimin dinlediği ve sevdiği bir müzik midir sorusu yıllardır bana en çok sorulan soruların başında geliyor. Bu sorunun sorulmasını yadırgamıyorum çünkü böyle bir algı yaklaşık 20 yıldır sistemli bir şekilde yaratılmaya çalışılıyor ve kısmen de başarılı olmuş gözüküyor.

Bu sorunun cevabını verebilmemiz için biraz daha eski yıllara gitmemiz gerekiyor. Ülkemizde “caz” müziğinin tarihi ve geçmişi, formel olarak yaklaşık olarak 50 yılı aşmış durumda. Özellikle son 20 yıldır caz müziği daha sistemli bir şekilde ilerliyor. Her geçen gün daha fazla albüm ve genç caz müzisyenleri boy göstermeye başladı. Bunun en büyük nedeni şüphesiz bu yolu açan çok kıymetli müzisyenler. Erol Pekcan başta olmak üzere 1960’lı yılların müzisyenleri caz müziğinin sevilmesine ve gelişmesine büyük katkılar sağladılar. Kısıtlı sayıda plak yapabildiler, ancak konser ve eğitici panellerle bu müziği geniş kitlelere sevdirmeye çalıştılar. Onların bu çabaları bizlere her zaman öncü ve yol gösterici oldu.

90’lı yıllarda artık daha fazla caz müzisyeni meraklı kitle tarafından bilinmeye başlandı. Artık Önder Focan ve Kerem Görsev’in adı caz dinleyicisi tarafından daha çok duyulmaya ve bilinmeye başlandı. Ardından Bilsak ile başlayan ve bazı bankaların finanse ettiği festival dönemiyle birlikte caz müziği ülkemizde daha fazla sevilmeye başladı. Bu durum bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmedi değil. Öncelikle caz müziğinin dinlemenin bir sosyal statü olduğunu sanan bir kitle doğdu. Sadece şehirli ve belirli bir yaşam düzeyine sahip insanların caz dinlediği gibi yanlış bir kanı oluştu. Halbuki böylesine halkın içinden çıkmış bir müzik için bu durum son derece ironikti. Bu algının oluşmasındaki en büyük nedenlerden birisi iyi niyetle, 70’li yıllarda, Hilton v.b otellerde yapılan caz programlarıydı. Bu programlar; sanki caz sadece burjuva bir kitlenin dinlediği bir müzikmiş havasını estirdi. Kendi adıma son derece sıkıldığım ama gerçek olan “pamuk tarlalarında ağıt yakan siyahi insanların” müziği havası bir anda kravatlı, papyonlu, iş güç sahibi insanların müziğine döndü. Tabii ki bu durum neredeyse her ciddi konu gibi sadece ülkemizde erezyona uğradı ve böyle oldu.

2000’lere geldiğimizde ise bir takım caz müzisyenleri artık yaşamlarını da kendi tabirleriyle “jazzy” bir duruma çevirme ihtiyacı içine girdiler. Eski model Amerikan arabalarını toplayıp, ünlü caz müzisyenlerinin isimlerini verdikleri evcil hayvanlarıyla dönemin dergilerinde boy göstermeye başladılar. Müzik caz ise yaşam da “jazzy” olmalıydı gibi bir durum oluşmaya başladı. Artık iş müzikten çok PR çalışması haline geliyordu. Kendi adıma bunu şıklık yarışına giren hanımefendilerin gittikleri konserlerden gözlemliyordum. Konu artık müzikologların değil sosyologların konusu haline gelmişti.

Sonrasında ise caz haricindeki diğer müzikleri, özellikle pop müziğini kötülemek moda olmaya başladı; bu nasıl oldu derseniz cevabı basit; bazı caz müzisyenleri pop albümlerinde yer almayı son derece kötü bir durummuş gibi algılamaya ve anlatmaya başladılar. Halbuki bunu yaparken geçmişten çok da haberleri yoktu. Onno Tunç, Yalçın Ateş, Norayr Demirci, İrfan Sümer, Durul Gence, Cezmi Başeğmez, Erol Duygulu, Erol Pekcan, Tuna Ötenel, Kudret Öztoprak, Ömür Gidel, Özer Süalp, Birol Soyurgal ve daha nice caz ve “commercial” müziğin içinde yer alan değerli müzisyenler pop ve hatta rock müziğin içinde müzisyen olarak yer almışlardı bunu da anlatmaktan kaçınmazlardı. Onlar müziği müzik gözüyle gören insanlardı. Önemli bir anı vardır; Miles Davis’in meşhur otobiyografisinde, Başkan Reagan döneminde Beyaz Saray’a davet edildiğinde kendisine yöneltilen; “Siz caz müzisyesiniz değil mi?” sorusuna net bir şekilde; “Hayır, ben sadece müzisyenim” cevabını verdiğini kitabı okuyanlar hatırlayacaklardır. Müziği bölmenin ve parçalamanın müziğin ruhuna aykırı olduğunu Miles Davis’in bu cevabından anlamak zor değil.

Sanılanın aksine popüler kültür dozunda yapıldığı sürece sanıldığı kadar kötü bir şey değildir. Hele ki bu kaliteli bir pop müzik ise hiç mi hiç kötü değildir. Eğer bu müziği çalmayı bir lütuf olarak gören ve kendilerine”caz müzisyeni” diyenler varsa bu en hafifinden pop müziğe ve geçmişte o müzik için verilen emeğe haksızlık ediyorlar.

Peki bu bahsettiğim insanlar başka neler diyorlar. Şöyle bir göz atalım;

“Çok şükrediyorum ki popüler kültürle değil de cazla hayatımı idam ettirebilecek bir müzisyenim”

“Akustik caz çalan, yani tahta cazı çalan müzisyenleriz. Kontrbas, piyano, davul.

“Sahnede veya bir albümde pop müzik çalmak, hoşunuza gitmeyen bir kıyafeti üzerinize giyip de bir yere gitmek gibi ya da arzu etmediğiniz bir yemeği yedikten sonra midenizin rahatsız olması gibi bir durum.

İstemediğimiz bir müziği çaldığımızda kimse bir şey anlamaz, ama ben eve döndüğümde ayna karşısında yüzüme baktığımda o ayna beni çok kötü sorgular ve mutsuz olurum. Bugüne kadar yaptığım bütün işleri de bir çırpıda silmiş atmış olurum. Onun için popülizmin peşinde hiçbir zaman koşmadık. Biz inandığımız notalarla çalmaktan mutluyuz, biz çalarken tebessüm ediyoruz”.

“Ben eşlikçi olarak popüler kültüre hizmet etmiş birkaç albümde bulundum. Bazı pop şarkılarında çaldım”.

İçeriği kadar gerçekliği de şüpheli olan bu cümleler ne yazık ki Türkiye’nin önemli caz müzisyenleri tarafından söylendi, yazıldı ve çizildi. Bu sözleri söyleyen caz müzisyenleri konuyu bilmeyenler ya da kaba taslak bilenler tarafından baş tacı edildi ve bunun yanında adeta caz müziğini bu kişiler bulmuş sanrısıyla kabul gördüler. Bu kişilerin müzisyen kimliğini bir yana bırakırsak, kendilerinin caz müziğini sürekli elitleştirmek gibi bir çabası olduğunu görüyorum. Sadece elit insanların anlayabileceği, onların dinleyebileceği bir müzik var hayallerinde. Herkesin kafasında bir caz müziği var, herkesin tanımı ve algılayışı farklı, adeta laikliğin tanımı gibi. Aslında sadece tek bir caz müziği ve bunun tek bir tanımı var. Caz müziğini sadece belirli bir gelire sahip insanların katıldığı etkinliklerde icra etmek, bu müzikle sadece elit bir kesimin gönlünü hoş tutmaya çalışmak caz müziğinin gerçeklerini ve tarihselliğini ters yüz etmekten başka bir işe yaramıyor.

Bu sözleri söyleyen caz müzisyenlerinin internet sitelerine girip biyografilerini okuduğunuzda sanki 30 yaşından itibaren müzisyenlik yaptıklarını göreceksiniz. 30 yaşına kadar herhangi bir müzik faaliyetinde bulunmadıklarını zannedebilirsiniz. Halbuki işin aslı öyle değil; o zamana kadar bir çok pop şarkıcısı ve pop orkestrasında eşlikçi olarak yer aldıkları halde bunu yazmayı zül addettiklerini anlıyorum. Caz hariç çaldığı tüm müzikleri inkardan öteye gitmeyen bir algı yaratma çabası.

Müziğin evrensel olması sözü bir klişe gibi gözükse de büyük bir gerçeği yansıtıyor. Klasik müzik ve caz müziği; gerek akımları gerekse içerdikleri “yüksek” sanat bakımından elbette göz ardı edilemeyecek kadar önemli ve değerli. Başlı başına her iki türün de sanatsal değer bir hayli yüksek. Fakat bu iki türün sanatsal değerinin yüksek olması diğer türleri ve akımları değersiz kılmıyor.

Avrupa ve Amerika’daki örnekler ise az önce anlattığım örneklerin tam aksi bir durumu bizlere anlatıyor. Herbie Hancock, Chick Corea, Al Di Meola, Miles Davis, Pat Metheny, Charlie Parker bir çok “commercial” projede yer aldılar. Hatta konserlerinde bu şarkılara yer verdiler. Çünkü Avrupa ve Amerika’da bir müziğin ülkemizdeki gibi sosyal statüleri bu kadar keskin çizgilerle belirlediği bir durum söz konusu değil. Son 10 yıldır dünyadaki önemli caz festivallerinin açılış konserlerine konuk olarak rock sanatçıları davet ediliyor ve bu bir alışkanlık haline getiriliyor. Amaç elbette müziğin evrenselliğini geniş kitlelere anlatmak.

KONGO'DAN CARNEGİE'YE

“Sanat dünyası cazı, 16. yüzyılın sonlarına doğru başlayıp 1865 yılında sona eren esir ticaretine borçludur. Batı Afrikalı siyahlar Avrupalı tacirler tarafından kütle halinde Yeni Dünya toprağına sevkedilmeselerdi ve orada esaret boyunduruğu altında yaşamasalardı bugün caz denen bir müzik olmayacaktı. Esir ticaretinin doğurduğu toplum şartları ve bunların siyah psikolojisine etkisi caza müzik açısından en büyük ayırıcı özelliği vermiştir”.

Caz müziğine elit-zengin müziği yakıştırması yapanlar için İlhan Mimaroğlu’nun Caz Sanatı adlı kitabından bir paragraf. İlhan Mimaroğlu gibi “müzik adamlarının kutbu” bir isim bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra bizlere pek bir söz düşmüyor.

“Kimse bana parayla müzik çaldıramaz; kendime eyer vurdurmam” diyenler için de bir sözüm var; yapılan her plak anlaşması, her konser anlaşması ve ekstra işler para ile yapılır. Müziğin endüstri olduğu gerçeğinden uzaklaşmak demek müziği algılama konusunda sorunlarımız var demektir. Dünyanın her yerinde var olan müzik kanallarında video kliplerini yayınlatmak için sanatçılar para ödemek zorundalar, listelere girmek için ise daha büyük paralar ödemek zorundalar. Hangi müzik türü olursa olsun müziğin tecimsel tarafını göz ardı edemeyiz. Amerika’da, müzik okullarında “music business” bölümleri boşuna açılmıyor, müziğin adeta futbol endüstrisi gibi olması için çaba sarfediliyor. Bunu yaparken amaçları müziğin sadece müzikten ibaret olmadığını anlatmak ve yapmak.

Caz müziği hakkında bizim müzisyenlerimizin sözlerini okuduktan sonra sanki müziğin başka bir gizli bir yüzü olduğunu keşfetmiş gibiyim. İşleyen bir mekanizma var; şarkılar ve müzisyenler. Bunların hepsi müziğin tiyatroya benzer bir görüntüsü aslında. Oysa tüm bunların ardında sadece gerçek bir var; o da müzik. Ülkemizde müzik değerlendirilirken iki tane görüş öne çıkıyor; birisi geniş diğeri ise daha dar. Dar olan görüş çoğunlukta. Bugüne kadar cazın Türkiye’de daha az dinleniyor olmasının sebeplerinden biri de cazın sıradan halkın değil de daha eğitimli, daha zengin, daha entelektüel bir kesimin müziğiymiş gibi düşünülmesi, hissedilmesi, anlaşılmaması olabilir mi? Peki bu algıyı ne yarattı? Eğer bütün kanallarda fabrikasyon müzikleri defalarca duyarsanız, radyolarda sadece belli tarzların popüler isimlerine maruz kalırsanız ve cazın hafızanızdaki yeri bir konser afişindeki siyah smokin giymiş adamların çaldığı müzikten ibaretse maalesef böyle bir algı oluşuyor. Bu algının en büyük yaratıcıları bilerek o siyah smokini giyen ve arz-ı endam eden müzisyenlerdir. Caz zengin veya entelektüel müziği değildir ve olmamıştır. Gelişiminin önemli bir kısmını ezilmiş insanlara adamış ve onlar sayesinde doğan fakat daha sonra formel hale gelmiş bir isyanın müziğidir. Caz müziği Amerika’dan Avrupa'ya gelince hem nitelik olarak farklılaşmış hem de haliyle ilk çıkış noktasındaki kültürel temellerinden uzaklaştığı için Avrupa'da daha farklı bir kesime hitap etmeye başlamıştır. Bizim caz müzisyenlerimizin bazıları da bu furyaya katılıp cazı insanlara bu şekilde algılatmak için çaba sarfetmişlerdir.

KÜLTÜR YOZLAŞMASI

Yaşadığımız dünyada siyaset ve ekonominin yanında belki de en önemli savaş, kültür alanında yaşanıyor. Özellikle 1950'lerden sonra “Amerikan Kültürü” dünyayı ve Türkiye'yi esir aldı. Bu esir alma, 2. Dünya Savaşı sonrasında 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konulan ABD kaynaklı, antikomünist hedefleri olan bir ekonomik yardım paketi olan Marshall Planı ile başladı. Amerikan kültürü ile yozlaşmış bir hayatın içinde yaşıyoruz. İstenen şey ise benim kontrolümde olacaksın, benim müsaade ettiğim kadar gelişeceksin mottosuna dayanıyor. Amerika 1950’lerden başlayarak bütün dünyanın hayranlığını kazanan bir kültür yarattı. Bugün yöresel müzikler haricinde ne İtalyan ne de Fransız müzikleri kalmadı. Bunun nedeni star çıkarmasını bilmeleridir. Ne yazık ki ülkemizdeki prodüktörler ve plak şirketlerinin sahipleri de bu furyaya kapıldılar ve daha fazla para kazanabilmek için “Amerikanvari” ama etki alanı kısıtlı starlar yarattılar. Türkiye için caz müziğinden umudum vardı çünkü caz ortaya çıkışı itibariyle bunlara müsaade eden bir yapıda değildi. Ta ki bizim caz müzisyenlerinin kalbur üstü olanlarının yaptıkları zümreciliğe kadar.

Caz müziğini dinlemek ve anlamak için yeterince kitap, cd ve plak ülkemizde basılıyor. Müziğin kimsenin tekelinde olmadığını anlamak ve anlatmak için yeteri kadar argümanımız da var. Müzik bir kesime ait olmamakla birlikte özgürdür. Müzik, tüm yönetimlerin ve egemenliklerin üstündedir. Asla bir kol düğmesine, bir business class uçuşa, bir piyano markasına ya da sosyal medya hesaplarına teslim edilemez ve bunlarla ilermemesi de mümkün değildir.