Müzik yazarı olmak ya da olmamak
Müzik piyasası bir bütündür. Prodüktörü, yapımcısı, editörü, müzisyeni, şarkıcısı, plak şirketleri, menajeri, tonmaisteri, kayıt teknisyeni, stüdyo çalışanları, aranjörü hatta dağıtım firması, hepsi bir arada değerlendirilmelidir. En temel sorunumuz, piyasada yer alan müzik yazarlarının temel bir müzik eğitimlerinin bile olmaması. Müzik yazısı yazmayı sadece diskografi ezberlemekten, eski dergileri bulup zamanında çıkmış haberleri olduğu gibi alıntılayıp yazmaktan ve siyasi görüşlerinin etkisiyle subjektif yazılar yazmaktan ibaret sanıyorlar
DUVAR - Ülkemizde ne yazık ki bazı konular üzerinde doğru tartışmalar yürütemiyoruz. Konu bir şekilde halka mal olmuş tüm sanatçılar, şarkılar ve isimler olunca birbirimize düşmanca tavırlar sergiliyoruz. Bu tip durumlar için Türkçemizde çok güzel bir söz de vardır: Şeyh uçmaz, müridleri uçurur. Özünde sanat değeri kısıtlı, tek özelliği geçmiş tarihlerde ortaya çıkmış olmasından başka bir şey olmayan sanatçılar ve onların yaptıkları bugün bit pazarına nur yağmış gibi ilgi görüyor. Yeniden longplayler basılıyor, basılan plaklar müzik mağazalarında satılıyor, bir “vintage” modasıdır gidiyor, yeni çekilen Türk filmlerinde ve dizilerde eski şarkılar çalınıyor, bunlar tekrar gündeme geliyor, zamanında o şarkıyı söylediğinde beklenen satış rakamını yakalayamamış sanatçılar 70’li yaşlarında TV programlarında boy gösteriyorlar. Kimilerini öldü zannediyoruz ama TV’de görünce yaşadığını anlıyoruz, böyle komik durumlar da ortaya çıkıyor ve “neo-vintage” bir durum yaşıyoruz. Bunu topluma aşılayan ise genellikle diziler ve sinema filmleri oluyor.
Eskiye rağbeti gören sanatçılar ise eski plaklarını yurtdışında tekrar plak haline getiriyorlar, ses ve baskı kaliteleri bir hayli tartışılır şekilde basıp satışa sunuyorlar. Türkiye’nin en büyük müzik mağazalarında bu plakları görmeniz mümkün, fiyatları da fahiş sayılabilecek seviyede. Plakların hemen yanında ise yeni pikaplar satılıyor, bu pikaplar da ses kalitesi kısıtlı pikaplar, hepsi gıcır gıcır, yeni ve vasat. Bu şekilde plağı da pikabı da aynı noktadan satın alıp dinleme imkanınız oluyor. Evde plak dinleme modası başlıyor, sanki bu ülkede 30 yıl önce plak dinlenmiyordu da bugün dinleniyor gibi bir hava oluşuyor, yer çekimsiz ortamda yaşam sürüyorlarmış gibi huşu içinde plak dinleyen insanlar görüyorum. 1960’lı ve 1970’li yıllarda sıradan bir müzik dinleme eylemi bugünlerde olağanüstü bir şey gibi algılanıyor. Tabii bunun sebepleri var; 1980’lerin ikinci yarısından sonra plakların yerini kasetlerin alması, 1990’lı yıllarda ise kasetlerin yanına cd’lerin eklenmesi bunun en büyük nedenlerinden. Sonrasında ise internet platformlarından müzik dinlemek ortaya çıktı ama yanına tekrar plak dinlemek yani vintage modası da eklendi. Böyle ilginç bir durum yaşıyoruz, bir yanda avuç içi kadar hoparlörler ile cep telefonundan müzik dinlemek diğer yandan ise yeniden basılmış plaklarla sözde eski müzikleri dinlemek.
ESKİ 45’LİKLER MODASI VE MÜZİK YAZARLARININ YANILGILARI
12 Eylül sonrası dünyaya gelmiş nesiller doğal olarak ülkemizin geçmişini merak edip, araştırmaya başladılar. Bununla birlikte hiçbir zaman anlam veremediğim şeyler olmaya başladı. Mesela eski plaklar fahiş fiyatlara satılmaya başlandı, geçmiş dönemin en vasat çalışmaları bile altın gibi değer görmeye başladı. Bunu fırsat bilen ve sahaf olduğunu iddia eden ama olmayan bir takım insanlar bu zaafiyetten yararlandılar. 1000 liraya satılan plaklar olduğunu hala üzülerek görüyorum, bunun tek bir adı var, o da fırsatçılık yani revaçta olan bir hobiyi fırsata çevirmek. Tabii bir de “eski 45’likler gecesi” adı altında bir eğlence türü ortaya çıktı. Kendilerine DJ diyen, ucundan kenarından müzik yazıları yazan ama bunu sadece diskografi ezberleyerek ve kısıtlı müzik bilgileriyle yapan, hiçbir müzik eğitimi almamış “jonglör” görünümlü bir takım insanlardı bunlar. Niçin jonglör benzetmesi yapıyorum, onu da hemen açıklamak istiyorum; çünkü bu bahsettiğim insanlar nostalji dedikleri bir eylemi yaparken yani plak çalarken bir yandan da elleri “Mac” bilgisayarlarında oluyor, yani el çabukluğu marifet. Sanki “Mac” pikap markası gibi bir durum ortaya çıkıyor. Bu dj görünümlü kendilerine “jonglör” dediğim kişiler, yıllarca kitaplar yazdılar, paneller düzenlendiler, siyahı beyaz, beyazı ise siyah olarak anlattılar. Mesela Selda Bağcan için “funk” yapıyor dediler, çünkü funk bilmiyorlardı bilseler Selda Bağcan için funk yapıyor demezlerdi. James Brown, Sly and the Family Stone, Rufus & Chaka Khan, the Isley Brothers, Ohio Players, Con Funk Shun, Kool and the Gang, The Bar-Kays, Commodores, Roy Ayers, Stevie Wonder gibi funk dünyasının önemli isimlerini hiç mi hiç dinlemedikleri anlaşılıyordu. Zaten Selda Bağcan’a funk demek bile başlı başına bir jonglörlüktür.
ASPARAGAS HABERLER
Sonrasında Erkin Koray’dan Jimi Hendrix, Barış Manço’dan Frank Zappa, Cem Karaca’dan ise Demis Roussos yaratmaya çalıştılar. Bunu farkeden Erkin Koray ise eski şarkılarını plak olarak Amerika’da bile yayınlatma şansını buldu. Yine şeyh uçmuyordu ana müridleri uçuruyorlardı. Dönemin ses getirmiş sanatçılarını tekrar gündeme getirip Y kuşağı denilen kuşağı yakalama telaşını müzik sektörünün içindeki herkes el birliğiyle yaptı. DJ görünümlü, boş zamanlarında müzik yazıları yazan, jonglör arkadaşlar ise “eski 45’likler geceleri” yaptılar ama o gecelerde eski şarkıları “Mac” bilgisayarlarından çaldılar ve müziği kendi söylemleriyle tekrar ayağa kaldırma çabalarını sergilediler. Yaptıkları 56 model Chevrolet bir arabaya Japon motoru takıp yol almaktan farksızdı. Ne zaman TV kanallarında bir müzik tartışması olsa aynı isimleri gördük ve dinledik, doğal olarak insanlar onların verdiği bilgileri doğruymuş gibi öğrendiler ve şehir efsaneleriyle dolu bir durum ortaya çıktı. Neydi bu şehir efsaneleri? Erkin Koray, John Lennon, Yoko Ono ve gazeteci büyüğüm, geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Arda Uskan’ın da bulunduğu bir fotoğraf karesi yayınlandı. Sanki o yıllarda Erkin Koray ve John Lennon albüm yapacaklarmış gibi bir algı oluşturuldu, o günlerde karşılaştığım bazı müzik meraklıları bana bu tür soruları sormaya başladılar. Arda Uskan ağabeyimle bu konuyu çok konuştuk, o da gülüyordu bu olanlara. Bana yıllar önce o fotoğrafla ilgili şunları şöylemişti:
“O görüşme öyle uzun uzadıya bir görüşme değildi, Erkin de o fotoğraf ile ilgili soruları cevapsız bırakınca olayın üzerine bir sürü şey yazılıp çizildi, herkes gizem yaratmaya çalışıyordu, hiçbir şey konuşmadılar, müzik üzerine genel bir konuşmaydı, herkes her şeye inanıyor, boşver, 'bunların hepsi magazin' deyip millet bunu bir şey zannederek konuşuyor."
Evet Arda Uskan haklıydı, çünkü sorular deli saçmasıydı ama bu soruları soran insanların bir suçu yoktu. Bu algıyı yaratanlar suçluydu. Arda Uskan ağabeyim bir konuda daha haklıydı, bunların hepsi birer magazin malzemesiydi, müzik magazini... Sorular çok değişik tarzdaydı; Eric Clapton’un Barış Manço’yu gitarist olarak grubuna isteyip istemediğini soruyorlardı, Barış Manço o seviyede bir gitarist miydi de Eric Clapton onu istiyordu? Ayrıca nerede ve nasıl karşılaşmışlardı? Bugün olsa belki internet yoluyla iletişime geçilebilir ama o yıllarda böyle bir şey mümkün değildi. Cem Karaca için de benzer dedikodular piyasaya sürülüyordu; Cem Karaca aslında Almanya’da 100’den fazla şarkı kaydetmiş ama basılamamış ve bu şarkılar yakında albüm olarak basılacakmış. Bu dedikoduların hepsinin kaynağı tekti; “müzik” konulu panellerde anlatılan ve doğrulatılmamış, sözde müzik yazarlarının söylediklerinden ibaretti. Bana bu soruları soranlara tüm bunları nereden duydunuz diye sorduğumda ise falanca müzik yazarı, geçen hafta panelde anlattı cevabını verdiler. Merak edip, söz konusu müzik yazarı olduğunu iddia eden kişilerin tek tek tüm panellerine gittim, yazdıkları kitapları, verdikleri röportajları okudum hatta kendileriyle karşılaştığımızda bu konuları kendilerine bizzat sordum. Bana verdikleri cevap şuydu; “Ne yapalım, başka türlü dikkat çekemiyoruz, mecburen bu şekilde şeylerle anlattıklarımızı süslüyoruz.” Evet bana söylenenlerin hepsi doğruydu, birinci ağızdan da doğrulatmıştım, gerçekten “gündem” yaratmak için bu olmamış şeyleri olmuş gibi anlatıp dikkat çekmek isteyen müzik yazarları vardı. Yani bir nevi asparagas haber yapıyorlardı ve bu haberleri öyle bir üslupla anlatıyorlardı ki konuya uzak olan insanların doğru sanması işten bile değildi ve inanıyorlardı da. Ben bu durumu tarih boyunca yaşamış, önemli insanlara atfedilen şehir efsanelerine benzetiyorum; Captain Cousteau için Müslüman yakıştırması yapılması, Sultan Abdülhamit’in olmayan hatıralarının var gibi basında yer alması, Alman İmparatoru 2. Wilhelm’in Müslüman olduğu hatta hacca gittiğinin uydurulması gibi, Mimar Sinan'ın Kanuni Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan'a aşık olduğu, Mihrimah'ın emri ile İstanbul'un iki yakasında inşa ettiği iki camiyi bu gizli aşkına vasıta yaptığı ve Mihrimah'ın doğum günü olan 21 Mart'ta camilerden güneşin batışı ile ayın doğuşunun art arda görülebildiği iddiası gibi iddialardı bunlar. Peki kendi varlıklarını sürdürebilmek için böylesine uydurma haberleri var gibi anlatan insanların müziğe saygısı ne ölçüde olabilir? Bit pazarına nur yağması olayı artık bit pazarına yalan yağması olarak değişiyordu. Müthiş bir Barış Manço, Cem Karaca ve Erkin Koray pazarlaması söz konusuydu. Bu uydurulan haberlerin ceremesini hala çekiyoruz, hala bana çok ilginç ve bu uydurma konularla ilgili e-mail’ler geliyor ve hepsini okurken acı acı gülüyorum.
MÜZİK YAZARLARININ NİTELİĞİ
Müzik piyasası bir bütündür. Prodüktörü, yapımcısı, editörü, müzisyeni, şarkıcısı, plak şirketleri, menajeri, tonmaisteri, kayıt teknisyeni, stüdyo çalışanları, aranjörü hatta dağıtım firması, hepsi bir arada değerlendirilmelidir. En temel sorunumuz, piyasada yer alan müzik yazarlarının temel bir müzik eğitimlerinin bile olmaması. Müzik yazısı yazmayı sadece diskografi ezberlemekten, eski dergileri bulup zamanında çıkmış haberleri olduğu gibi alıntılayıp yazmaktan ve siyasi görüşlerinin etkisiyle subjektif yazılar yazmaktan ibaret sanıyorlar. Halbuki temel bir müzik eğitiminiz yoksa müzik hakkında yazdığınız yazılara gelecek eleştirisel soruları karşılamanız mümkün değildir. Sadece o dönemi okuyup bildiğiniz için yeterli olmayan yorumlarla ve başka kaynaklardan okuduklarınızı üçüncü kişilere aktarabilirsiniz. Müzikal değeri vasatın altında olan, kıyıda köşede kalmış ve kendi yaptığı işleri bile beğenmeyen bir takım isimleri Amerika’yı yeniden keşfetmiş edasıyla tekrar ortaya çıkarma telaşında olursanız bu ancak bir arkeoloji çalışması olabilir.
MÜZİK SEKTÖRÜ NASIL YAŞAYACAK?
Müzik sektörü diğer sektörler gibi paraya ihtiyaç duyar ve bunun için de zaman zaman bazı araçları devreye sokar. Bu bazen asparagas haberler yoluyla yapılır bazen de şöhreti yıllar önce bitmiş sanatçılar üzerinden yapılır. Tüm bunlar ülkemizde diğer ülkelere göre daha çoktur. Adına da bazen “oldies but goldies” bazen de “eski 45’likler gecesi” denir sanki yeni 45’lik varmış gibi.
Müziğin yaşaması ve yaşatılması için yarışmalar düzenleniyor, az önce sözünü ettiğim gibi geceler düzenleniyor, plaklar yeniden basılıyor, bunlar bir yere kadar sektörü canlandırıyor ama sonrasında tekrar düşüşler başlıyor. Yeni melodiler çıkmıyor, eski şarkılar “loop” olarak yeni şarkıların içine yerleştiriliyor, adına “cover” denilen eski şarkıların yeniden çalınıp, söylenmesi gibi patinaj bir durum ortaya çıkıyor. Sanatçılar artık stüdyoları günlerce kiralayıp, aylarca prova yapıp albümlerini kaydetmiyorlar, "single" olarak 2 şarkıyı internete yükleyip esktra iş bekliyorlar. Peki bu sektör nasıl yaşayacak ve ayağa kalkacak? Tabii ki kaliteli işler yaparak ve pul koleksiyonerleri gibi kendisine kısıtlı ama kaliteli müzik dinleyen bir kitle yaratarak. Bunu yapabilen sanatçılar yok mu? Elbette var, sayıları iki elin parmakları kadar ama hala var. Aranjörler git gide sırtlarını daha fazla teknolojiye dayadıkları için müzikalitesi yüksek şarkılar ortaya çıkmıyor. Bugün müzik piyasası içinde yer alan bazı isimleri aranjör olarak tanımlamak pek mümkün değil, daha çok “cubase” ve “logic” adlı programlar üzerinden deneme yanılma yoluyla düzenlemeler yapıyorlar. Onno Tunç, Garo Mafyan, Norayr Demirci, Ümit Aksu, Şerif Yüzbaşıoğlu, Emin Fındıkoğlu, Ergüder Yoldaş, Özdemir Erdoğan, Timur Selçuk gibi isimlerin yaptığı aranjeleri 1960-1980 yılları arasında çıkmış olan albümlerde dinlemeniz mümkün. Kısıtlı stüdyo imkanları ile yapılan o albümlerin müzikalitesini ileriye taşıyıp, bugün daha nitelikli şarkılar dinleyeceğimizi sanırken ne yazık ki durum tam tersine bir hal almış durumda. Üstüne üstlük eski ününü kaybetmiş sanatçıları tekrar gündeme getirip o sanatçılara yeni teknolojiler ve yeni aranjörlerle şarkılar kaydettiren prodüktörler ortaya çıkıyor. 1970’li yıllarda son derece güzel düzenlemelerle belki de altın plak almış bir şarkıcı bu defa müzikalitesi düşük bir şarkıyla ortaya çıkınca o sanatçının hayranları da büyük bir hayal kırıklığına uğrayıp “Yıllarca bekledik, sonunda bunu mu dinleyecektik” diyorlar.
MUHSİN BEY FİLMİ HALA GÜNCEL
Özet olarak, müzik piyasamız 1970’li yılların Unkapanı piyasasından farksız. Muhsin Bey filmini seyretmediyseniz mutlaka seyredin. 1987 yapımı, Yavuz Turgul'un yazıp yönettiği bir filmdir. Şener Şen ve Uğur Yücel başrol oyuncularıdır. Muhsin Bey filminin konusu ve sahneler bugün hala güncelliğini korumaktadır. Orada yaşanılan her şey bugün de yaşanmaktadır. Sorun bir sektör sorunu ama bu sorun yıllardır çözülemediği için bugün hala üzerine yazı yazabiliyorum. Plak firmaları ve prodüktörler para kazanmak isterler, aranjörler kendilerine gelen “iş”i istenilen gibi yapmak isterler, besteciler kendi beğenilerine ve isteklerine göre şarkıları bestelerler, şarkıcılar ise kendi tarzına göre şarkıları söylerler. Peki müzik yazarları ne yaparlar? Bence bağımsız olmalılar, plak şirketlerinden gelen isteklere göre yazıları yazmamalılar, üzülerek görüyorum ve duyuyorum, plak şirketleriyle maddi bir ilişki içinde olmamalıdırlar, eğer plak şirketleriyle maddi bir ilişki neticesinde yazılar yazarsanız müziğin gerçek eleştirisinden çok bir basın bildirisi yazmış olursunuz. Plak şirketlerinin basın sözcüsü olmak müziğin ruhuna ve etiğine aykırıdır. 1970’li ve 1980’li yılların Hey dergisini alın, içindeki plak eleştirileri kısmını lütfen okuyun, yeni çıkmış plakların nasıl kıyasıya eleştirildiğini göreceksiniz. Eski dergileri okuyup, her yazılanı ezberlemekten ziyade eleştirileri üslup olarak alıntılarsanız çok daha faydalı bir iş yapmış olacaksınız. Bugün ülkemizde hangi müzik yazarını okursanız okuyun, yazdıkları bütün albüm eleştirileri olumlu eleştiriler, eleştirilecek bir albüm hiç yok sanki. Bunu tek bir gerçeğin mantığıyla açıklamak mümkün; o da plak şirketleri, sanatçılar ve müzik yazarları arasındaki maddi kazanç sağlayan bir ilişkinin adıdır. Yani müziği paraya kurban etmek.
Müziğin objektif olarak eleştirildiği, daha doğru anlatıldığı, plak şirketlerinin müzik yazarlarını parasal açıdan beslemediği, sipariş albüm yazılarının yazılmadığı, müzik yazarı ve sanatçı ilişkisinin samimiyet sınırını aşmadığı, müzik yazarlarının en azından temel müzik eğitiminin olduğu ve asparagas haberlerin yerine entelektüel bilginin paylaşıldığı bir müzik dünyasını ümit ediyorum.
İzmir Marşı'nı besteleyen Rum!
AÇIKLAMA
Geçen hafta yayınlanan İzmir Marşı ile ilgili yazımdan sonra bir açıklama yapma ihtiyacı duyuyorum. Yazı çıktıktan sonra görüyorum ki bazı çevrelerde yazı tamamen yanlış anlaşılmış. Ben yazımda, “İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar” sözleriyle başlayan ve adına İzmir Marşı denilen marşın aslında bir Kafkas melodisi olduğunu ve bestecisinin çeşitli kaynaklarda çelişkili olduğundan bahsettim. “Gerçek” İzmir Marşı’nın ise, enstrümantel bir eser olduğunu, Odeon Orketrası tarafından kaydedildiğini, orkestra şefinin ise Hafız Yaşar Okur olduğunu ve marşın 20. yüzyılın başında İzmir’de yaşamış olan Zahariyadis Efendi isimli bir besteciye ait olduğunu yazdım. Yani iki tane İzmir Marşı var, birisi daha sözleri sonradan değiştirilmiş olan ve günümüzde her yerde söylenen marş, diğeri ise sözleri olmayan ve benim de çocukluğumda özellikle Erkan Yolaç’ın “Evet-Hayır” yarışmasında “Mehter Marşıyla gelip İzmir Marşı'yla gideceksiniz” repliği ile hatırlanan ve “Evet-Hayır” yarışmasında orkestranın çaldığı İzmir Marşı’dır. Ayrıca “İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar” sözleriyle başlayan, aslı Kafkas marşı olan İzmir Marşı’nı asla küçümsemiyorum, sadece düğün, meyhane, bar, disko, miting, TV programı, nişan töreni, konser ve daha alakasız bir çok yerde niye söylendiğini merak ettiğimi yazdım. Bunun nedeninin ise benim gördüğüm kadarıyla siyasi bir neden olduğunu belirttim. Yıllar boyunca marşlar ve şarkılar siyasal etkilerle bazı kesimlerin sahiplendiği bir hale gelirler. Bu da normaldir diye de yazıma ekledim. Rüzgar bir gün sağdan esebilir, başka bir gün ise soldan esebilir ve her kesimin bir marşı ya da şarkısı olabilir. Yaşadığımız günlerde ise bir kesim İzmir Marşı’nı slogan olarak kendine aldı. Toplum tarafından söylenen tüm marşlar değerlidir ve halka mal olmuştur. İki İzmir Marşı var, birisi sonradan İzmir Marşı ilan edilmiş, diğer ise çok daha önceden çalınmış ve kaydedilmiştir. Bu tarihsel gerçeği insanaların bilmesini istediğim için geçen haftaki yazımı kaleme aldım. Konu bu kadar basit ve açıktır. Bu tip konularda yazı yazdığınız zaman tepki almanız doğaldır. Yazının sadece başlığına bakıp bir yargıya varan insanlar için sizi yaftalamak kolaydır. Zahmet edip yazının tamamını okudukları takdirde aslında o yazının tamamen bilgilendirme amaçlı olduğunu anlayacaklardır ama ne de olsa başlığa bakıp bir yargıya varmak daha kolaydır. Çoğunluk da ne yazık ki bunu yapıyor ve yanlış anlaşılmalar ortaya çıkıyor.