Soyulmamış bir mezarla batmış bir gemi aynıdır

"Batma anıyla birlikte zaman donar. Burada karşılaştığınız her şey o yıla ve güne aittir. Yani dokunan ilk insan siz olursunuz."

Google Haberlere Abone ol

İZMİR - Üç yanı denizlerle çevrili olmanın sağladığı avantajla tarih boyunca deniz ticaretini kontrol eden, dolayısıyla önemli liman kentlerini barındıran Ege ve Akdeniz kıyılarında sayısız batığın varlığı kuşku götürmez. 1960’lı yıllarda sünger avcılarının verdiği bilgilere dayanılarak ilk batıkların tespit edilmesinin ardından su altı kültürlerini araştırmaya yönelik zorlu ancak bir o kadar da ilginç çalışmalar başladı. Birçok batığa ve arkeolojik kalıntıya ev sahipliği yapan kıyılarımızda son yıllarda yapılan su altı araştırmaları da bölgenin sualtı kültür varlığını ortaya çıkarıyor.

Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) tarafından Sualtı Kültür Mirası Araştırmaları Projesi kapsamında 2014 yılında Muğla’nın Marmaris ilçesine bağlı Hisarönü Körfezi’nde yapılan çalışmalar sırasında, yaklaşık 4 bin yıl öncesine ait bir Tunç Çağı Batığı keşfedildi. Yapılan araştırmalar Hisarönü’nde bulunan batığın, bugüne kadar yapılan sualtı çalışmalarında tespit edilen en eski batık olduğunu gösteriyor.

Projenin yürütücüsü ve Türkiye'deki en eski su altı arkeologlarından biri olan Harun Özdaş, ilk olarak Yassıada’da Bizans Batığı’na dalış yaptı. Uluburun projesinde de aktif olarak çalışan Özdaş, 20' den fazla su altı araştırmasına katıldı.

Halen Dokuz Eylül Üniversitesi, Deniz Bilimleri Teknoloji Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Doç. Dr. Harun Özdaş ile Türkiye’deki su altı kazı çalışmalarını, su altında çalışmanın zorluklarını ve kazısını yürüttüğü Hisarönü batığını konuştuk.

1960’lı yılların başında bir tesadüf sonucu Gelidonya’da başlayan dünyanın ilk su altı kazısını ve Bodrum da kurulan müzeyi bir avantaja çevirebildik mi? Günümüzde su altı kazı çalışmaları açısından nasıl bir yere sahibiz?

Dünyada aslında daha erken dönemlerde yapılan kazılar var. Fakat dalan arkeolog yok. Bu çalışmalarda arkeologlar genellikle güvertede bekliyor, askeri dalgıçlar ve süngerciler dalarak malzemeleri çıkarıyordu. Yukarıya çıkan malzemeleri daha sonra arkeologlar inceliyorlardı. Bu nedenle Bodrum dünyadaki ilk bilimsel su altı kazısı olarak kabul ediliyor.

1960 yılında ilk bilimsel su altı kazısı Gelidonya’da başladı ve Bodrum Yassıada’ da devam eti. Bu başlangıç su altı arkeolojisinin bir disiplin olarak gelişmesine zemin oluşturdu. Türkiyeli ve Amerikalı ekiplerin bir proje kapsamında yürüttükleri çalışmalarda ele geçen buluntular Bodrum Kalesi’ne getirildi. Bu sayede dünyada tek ve eşsiz bir koleksiyon olan bir Bodrum Müzesi Koleksiyonu oluştu.

Günümüzde geldiğimiz nokta nedir derseniz; Dokuz Eylül Üniversitesi ile beraber ilk kez 1992 yılında Su Altı Arkeolojisi Yüksek Lisans Programı açıldı. Daha sonraki yıllarda Konya Selçuk Üniversitesi ve birkaç ilde bu programın devamı geldi. Türkiye’de bu alanda ilk proje TÜBİTAK destekli olarak tarafımızdan başlatıldı ve halen devam ediyor. Yine ülkemizin ilk araştırma gemisi olan R/V Piri Reis Araştırma Gemisi ile beraber Güney Batı Akdeniz ve bütün Ege bölgesini içine alan bir “Türkiye Batık Envanteri Projesi” çerçevesinde bütün batıkları içine alan bir veri tabanı oluşturuldu. Bu sayede Türkiye bu alanda bütün dünyada öncül bir konuma geldi.

Suyun altında çalışmanın zorluğu içinde yapılan kazılar, kara kazılarından farklı nasıl teknikler ortaya çıkarıyor?

Su altı çalışmaları ayrı bir ihtisas alanı. Çalışma prensipleri karadakinden çok daha hassas ve daha ayrıntılı. Dalgıçlar için vurgunu bir kenara bırakarak söylüyorum, en basitinden boğulma riskiniz var. Bu yüzden bir arkeoloğun batık alanına gidebilmesi için dalışı, dalış prensiplerini, su altında hareket şekillerini ve güvenliği öğrenmesi gerekiyor. Yani karadaki arkeologların aldığı mesleki eğitim dışında bir eğitime tabii tutulması lazım. Suyun altında olduğunuz için güvenliğin ön planda olması gerekiyor tabii.

Aslında bütün kara kazılarında kullanılan yöntem su altında da kullanılır. Geminin ahşabı, karadaki zemindir. Ahşabı bulduğunuzda zemini yani tabanı bulmuş olursunuz. Bir batık kazısı mezar kazısı gibidir. Mezarlar çoğunlukla pek dokunulmamış alanlardır. Yani soyulmamış bir mezarla batmış bir gemi aynıdır. Neden derseniz; batan bir gemiyle insanlık çok fazla temas edemez, aşağıdadır. En fazla, su altında yaşayan bazı canlı organizmalar burayı yaşam alanı olarak kullanır. Batma anıyla birlikte zaman donar. Burada karşılaştığınız her şey o yıla ve güne aittir. Yani dokunan ilk insan siz olursunuz.

BATIKLARDA İNSAN İSKELETİNE RASTLAMIYORUZ

Batık bulduğunuzda nelerle karşılaşıyorsunuz peki?

Karada bulduğunuz her şeyi denizde bir batık alanında bulabilirsiniz. Çünkü gemi küçük bir ev gibidir. İçindeki 10 tane mürettebat günlük yaşamlarında bir evde ne yapıyorlarsa orada da aynı şeyi yapıyor. Onların günlük yaşamına ilişkin her türlü materyali bulabilirsiniz. Yemesi, içmesi, kıyafeti, kullandığı objeler, özel eşyaları her şeyi. Bugün siz de bir seyahate çıktığınızda gemiye binerken yanınızda her şeyi götürüyorsunuz. Cebinizdeki paranızdan tutun, boynunuzdaki kolyeye kadar.

Yani bir kara kazısından farkı yok…

Evet, yok aslında… Fakat gemi batarken insanlar yüzerek kaçıyorlar. Bu yüzden insan kalıntılarına yani batıklarda insan iskeletine rastlamıyoruz. Bugüne kadar ülkemizde bulunmadı. Bir gemi batarken kimse ambara gitmez. Herkes güverteye çıkar ve yüzebileceği en yakın karayı gözüne kestirmeye çalışır. Kaza anında suya atlıyorlar. Yüzmeye çalışırken boğuluyor ya da kurtuluyorlar. Hatırladığım kadarıyla Akdeniz’de en erken döneme ait insan kalıntısı sadece Romalı bir savaşçıya ait kafatasından ibaret. Onun da kafasındaki miğfer ağırlık yaptığı için… İlk panik anında bütün canlılar önce bir alarm durumuna geçer. Ben hayatımı nasıl kurtarırım? Genelde düşünce budur. Bırakır her şeyinizi atlarsınız. Çünkü kıyıya yüzebilme şansınız var. Minimum risk, maksimum hayatta kalma prensibi her zaman vardır.

HER YIL BİR GEMİ BATSA İNSANLIK TARİHİNDE ORTALIK GEMİDEN GEÇİLMEZ

Turistik sualtı dalışları ya da kaçak dalışlar çalışmalarınızı sekteye uğratıyor mu?

Turistik su dalışları bizim için bir problem oluşturmuyor. Bizim için kaçak dalışlar ve maceracılar daha çok problem. Bir de zıpkıncılar bu alanda daha aktifler. Çünkü çok fazla zıpkınla balık avcılığı söz konusu. Normal koşullarda turistik amaçlı dalış yapan dalış okullarının bizim çalışmalarımıza hiçbir zararı yok. Ancak bu dalışlara katılan kötü niyetli kişilerin herhangi bir kap veya amfora türü testi gördüklerinde içinde bir şeyler çıkabilir heyecanı var. Bir define bulur muyum diye dalan ve bulduğu her şeyi tahrip eden kişiler var. Ayrıca küçük buluntular için dalan kaçakçılar var. Dalıp çıkarıp sığ bir yere bırakıyorlar. Çünkü çıkardığında evinde ya da üzerinde bulunursa sorun olacak. Bu nedenle sığ bir yere saklayıp muhtemelen birilerine buralardan gösterip satıyorlar.

Derin sulardaki en büyük problemlerimizden birisini de trol avcıları oluşturuyor. Trol avcılığının 3 mil açıkta yapılması gerekiyor. Ama ne yazık ki daha sığ sularda bulduğu yerden trolünü atıp deniz tabanını tarayarak gidiyor, ne varsa silip süpürüyorlar. Trol sadece Türkiye’nin değil bütün Akdeniz hatta dünyanın sorunu.

Her yıl batan gemi sayılarına dair elinizde veri var mı? Genelde istatistiksel olarak nasıl bir yaklaşım sergileniyor?

Bu istatistikler hiçbir zaman gerçeği yansıtmaz. Her yıl bir gemi batsa insanlık tarihinde ortalık gemiden geçilmez. Öyle olsa her burunda, her sığlıkta, her kayanın altında bir gemi bulmamız gerekirdi. Ancak belli dönemlerde batma sayısının arttığını söyleyebiliriz. Mesela M.S 5 ve 7. Yüzyıllardaki batık sayısında daha önceki yüzyıllara oranla dikkat çekici bir artış var. Tabi bunun birçok nedeni var. Değişen iklim şartları, ani fırtınalar, üretilen gemi sayısındaki artış vs. sayılabilir. Buna birde kötü denizciliği ekleyebiliriz. Ya da çürük gemi yapıyorlardı.

Ancak genel olarak gemilerin batma sebepleri denizlerdeki tehlikeli sığlıklar ve fırtınalardır. Ticaretin artması bu tür kazaların sayısını da artırmış olmalı. İhracat ve ithalat artınca taşımacılık ön plana çıkıyor. Örneğin günümüzde bütün dünyada enerji ihtiyacına bağlı olarak petrol taşıyan gemilerin sayısı artmış durumda. Bunun gibi Antik Çağ’da ortaya çıkan ihtiyaçlara bağlı olarak deniz daha fazla kullanılmaya başlıyor. Özellikle kıyı şehirleri büyüyor, nüfus artıyor. Buna bağlı olarak şehirlere tarımsal alanlardan yiyecek ve diğer malzemelerin taşınması gerekiyor. Sonucunda gemi sayısı artıyor ve sayı artınca fırtınalarda batan gemi sayısı da artıyor. Ayrıca günümüzde etkilerini gördüğümüz iklim değişikliklerini Antik Çağ’da da düşünmek gerekir.

ÇIKAN BÜTÜN ESERLERİN DENİZ TUZUNDAN ARINDIRILMASI GEREKİYOR

Su üstüne çıkan eserlerin yüzlerce hatta binlerce yıldır bulundukları ortamdan koparılması ne gibi riskler oluşturuyor? Çıkarılan eserler ne tür işlemlerden geçiyor?

Kara kazısında bir höyüğü ya da tümülüsü kazdığınızda tamamını ortaya çıkarır ve her boyutuyla anlarsınız. Bazı ülkelerde geminin yarısını kazıp materyallerin bir bölümünü çıkarılır ve ulaşılabilecek maksimum veriye ulaştıktan sonra yerinde bırakılır. Bunun nedeni kazmanın ve konservasyonunun büyük bir maliyet gerektirmesi. Çıkan bütün eserlerin önce tuzdan arındırılması yani saf suda bekletilmesi gerekiyor. Bulduğunuz objeye göre bir yıla kadar uzayabilir bu süre. Yani bir top bulduysanız 6 aydan fazla bir sürede ancak tuzdan arındırabilirsiniz. Deniz suyunu yüzde elli oranında tatlı suyla karıştırıp tuz oranını yarıya indiriyorsunuz. Giderek artan bir dozla sonunda yüzde yüz içme suyu olacak şekilde devam ediyor bu işlem. En sonunda ise saf su kullanılıyor. Saf su işlemi tamamlandığında obje tuzu arıtmış yani vücudundan atmış oluyor.

2014 yılında Tunç Çağı’na tarihlenen Hisarönü batığını kazdınız. Nasıl karşınıza çıktı?

Bizim şansımız Tunç Çağı çalışan bir dalgıcın ekibimizde olmasıydı. 2014 yılında Hisarönü Körfezi’nde Tunç Çağı’na ait gaga ağızlı bir testiye rastladık. Bunun üzerine daha ayrıntılı bir çalışmaya girdik. Türkiye’de herkesin söylediği bir şey vardır ‘’sistematik çalışıyoruz’’ diye. Türkiye karasularında öyle bir şey yoktur. Biz sistematik çalışmıyoruz. Sistematik deyince bilimselmiş gibi tanımlanıyor ama bu kadar geniş ve büyük bir deniz ortamında ne kadar sistematik çalışabilirsiniz ki? Ancak, sadece küçük alanlarda bir sistematik araştırma yapılabilir. Biz de bu alanda sistematik çalıştık diyebilirim. Çünkü dar bir alanda önemli tunç çağı eserleri ile karşılaşmamız nedeniyle görsel aramamızı çok daha hassas yaptık. Bütün derinlikleri taradık. 600 metre uzunluktaki bir hattı sadece arkeolog olan dalgıçlarla yaptık. Eğer siz arkeolog değil de herhangi bir dalgıç iseniz suda yaptığınız bu çalışmada gaga ağızlı testiyi görseniz buna Tunç Çağı demez sadece testi der geçersiniz. Bu yüzden bu mesleki bilgiye sahip olmayan dalgıçlar, öğrencilerle yapılan çalışmalarda iyi bir sonuç elde etmek zor. Çünkü bazı şeyleri görmeden geçebilirsiniz.

AMFORANIN İÇİNDEKİ KUMU BOŞALTIRKEN İNANILMAZ HEYECANLANDIK

Başka ne tür buluntularla karşılaştınız?

İlk karşılaştığımız şey gövdeden kulplu amforaydı. Sağlamdı ve yarı gömülüydü. Ağzına kadar kum doluydu. Bunu ağzı kapalı bir şekilde yukarı aldık. İçindeki kumu eledik. Ekiple beraber içindeki kumu boşaltırken inanılmaz heyecanlandık. Zeytin çekirdeği ve birkaç organik malzemeye rastladık ama umduğumuzu bulamadık tabii. Kayalık bir zeminde olduğu için yaklaşık 4 bin yıl boyunca kıyıdan gelen yağmur suları ile gelen bazı organik malzemeler bunların içine doluyor. Biraz da eserin duruş açısı ile ilişkili bir konu. Kazıda geminin armasına ait olan halkalar, yelken donanımına ait olduğunu düşündüğümüz parçalar bulduk. Onlar da biz de büyük heyecan yarattı. Çünkü sadece geminin yükü ve mutfak eşyalarına değil geminin kendisine özgü bir şeyler bulduğumuzu anladık. Her ne kadar buluntu açısından çok zengin olmasa da Orta Tunç Çağı’nda Ege’deki kıyı ticaret taşımacılığı ya da deniz faaliyetlerinin tek örneğini oluşturuyor. Ege’de Minos kültürüne ait tek örnek gibi ve bilinen en eski batık.

Ama hayal kırıklığı neydi diye sorarsanız geminin ahşabını bulamadık. Çünkü geminin ahşabı yok. Sığda batan gemilerin ahşapları bir şekilde dağılıp yok olabiliyor. Kayalık zeminde genellikle çürüyüp yok oluyor. Bu yüzden zemin altına inemedik…

BATIK KAZANLAR HER ZAMAN TAMAMINI BİTİREMEDİĞİNİ DÜŞÜNÜR

Aklınız kalmadı mı?

Kalmaz mı hiç! Bir iz bulalım onun üzerinden takip edelim dedik ama çıkmadı. Posidonia dediğimiz bir deniz çayırı var. Sökemiyorsunuz çayırı. Yaklaşık 45 derece eğimli kumluk bir yamaç düşünün. Posidonia bu kumluk yamacın bir bölümünde yer alıyor. Kesmeye kalktığınızda bütün yamaçtan aşağı kum akıyor. Yukarıdaki kumu bir setle durduruyorsunuz, bu kez aşağıdan akıp set yıkılıyor.

Bu tür sofistike ve riskli çalışmalar çok yüksek maliyetli. Bir yerden sonra durmanız gerekir. Bu yüzden batık kazanlar her zaman tamamını bitiremediğini düşünür. Çünkü çevrede bir sürü kovuk vardır ve muhtemelen bir şeyler kalmıştır diye düşünürsünüz. Bir de geminin batış anında yüzeyde çevreye dağılan ve yüzüp daha derine, daha uzağa giden bir sürü materyal var. Bu öyle basit bir çalışma değil, düşünmeniz gereken çok fazla şey var ve ciddi bir finansal kaynak istiyor.

YA MİNOS GEMİLERİ BATMAMIŞ YA DA BİZ YANLIŞ YERLERDE ARIYORUZ

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Hisarönü her ne kadar çok zengin buluntulara sahip olmasa da en önemli özelliği Orta Tunç Çağı’nda Ege’deki ticari taşımacılık ya da deniz faaliyetlerini gösteren en eski batık olması. Türkiye’de bugüne kadar bu batıktan daha eskisine rastlanılmadı. Bu tek örneğini oluşturuyor. Hisarönü gemisinin diğer gemilerden farkı; Ege kültürünün Tunç Çağı’nda kullandığı ilk yelkenli gemilere ait kalıntılar içermesi. Amfora yüklü bu mütevazi gemiyi Anadolu kıyılarıyla, Rodos-Girit arasında taşımacılık yapan Minos kültürünün bir aracı olarak düşünmemiz gerekiyor. Zaten bu dönemlerde Ege Denizi’nde aktif olan tek bir medeniyet var. O da Minos olarak geçiyor.

Ülkemizde Amerikalılardan sonra ilk kez bir Erken Tunç Çağı kazısını biz gerçekleştirdik. Son 30 yılda yapılan su altı araştırmalarında Ege’de Minos ya da Miken kültürüne ait Tunç Çağı’na tarihlenen başka bir batık bulunmadı. Ne diyelim… Ya Minos gemileri batmamış ya bu insanlar çok iyi denizci ya da biz yanlış yerlerde arıyoruz!