İşte opera
Kendisi gibi olanı arayan insan kültürel hayatını sıkıştırdığı çemberin dışına çıkamaz. Operaya karşı alınan uzaklaştırıcı tutum da bundan kaynaklanır.
Sami Günal
'Ağzı çorba kokanlar', diye bir deyim var. Bu tanımlamaların siyaset sosyolojisindeki karşılığı, alt gelir ile alt kültür gruplarını ifade eder. Daha ziyade kırsala bağlı tarım kültürüyle yaşayanları içerir. Bu kategoride olan insanları kapsayan başka başka tanımlamalar da türetilmiştir. Ayakkabılarını kapılarının önünde çıkaranlar ya da ayağı çarıklılar, gibi. Bu ayrıştırmalar ideolojik saflarınıza göre kabul ya da reddedilir ayrı bir tartışma konusudur amma içeriğinde zımni bir gerçeklik de vardır ki insan denen varlık, kendi kültürü içinde rahat eder. Göz, kulak, ağız, alışkın olduğu yere döner. Kendisi gibi olanı arar. Aksi yerlerde dünya malı verseniz rahat edemez.
Piyangonun yılbaşı ikramiyesi 70 milyondu. Yukarıdaki tanımlamalar içine hapsedilen insanların havsalasının bile alamayacağı çoklukta bir paradır bu. Öyle insan vardır ki elindeki bu parayla Ankara’nın Kızılay’ına, İstanbul’un Taksim’ine, İzmir’in Alsancak’ına giremez. Girmeye kendisini yakıştıramaz. Sosyetik bilmem ne restoranına giremez de o kadar parayla gider ayakaltı bir semt çorbacısına varır. Kültürel hayatını sıkıştırdığı çemberin dışına çıkamaz. Renksiz, tatsız, tuzsuz fasit döngü bir hayattır onunkisi. Neyse odur o!
Köylerimizde davul-zurna eşliğinde tango, vals gibi danslar gördük mü? Barakların, bozlakların, hoyratların yanına senfoni koyduk mu hiç? Ne gezer! Gerçekçi olalım, herkes kendine benzer. Herkes benzeriyle benzeştiği ortamda yaşamak ister.
İyi de ne demek istiyorum? Sosyopsikolojik bir vakıayı tanımlamakla bu bir sabit formüldür bunun dışına çıkılmaz, hep biz bize kalıp evrensel olana açılmayalım mı demek istiyorum? Daha neler! Kendimden hiç böyle şeyler beklemem.
Hadi açılalım!
Bizim çocukluğumuz iyiye, güzele yönelmekle geçti. Özlem içindeydik. Buradaki özlem, görülmeyen bir şeyi bekler olmaktan ziyade imrenme duygusunu içeren anlamdadır. İyilik, güzellik görmedik anlamında değildir. Sanatsal duyguları içeren yönelimlerimizin sürekliliği anlamındaki özlemdir. Özlemimiz ilericilik üzerinedir. Bu özlemlerin iteklemesiyledir ki o zamanlarımız tinsel açıdan çok da bereketli bir dönemdi hayatın yüksek değerlerinin üretilmesi ve sergilenmesi açısından.
Yerel olanı özümseyip yerine oturttukça onu aşarak bir adım öteye götürmeye heves ettik adı sanat olan ilericilik lokomotifinin hızıyla. İleri götürdükçe yoksunluk özlemlerimizi doyurduk. Tinsel olarak doyduk iyi de maddi anlamda yaşayamadığımız çocukluklarımızın üzerine bunalım brandası çekip oturmaktansa onun yerine sanat sofrasını açarak canımızdan bir can olarak gelenleri steril ve inceltilmiş duyguların insanları olsunlar diye o sofraya oturtmaya heves tuttuk.
SANAT AĞACI VE ONUN DALLARI
İlerleyen zamanlarımızdaysa işte bu çerçevede bizden olan yavrularımızla birlikte üst duyguları tadacak, tatlandıracak yaşantılar içine girmeye devam ederek yaşamla bağımızı daha da güçlendirir olduk. Bu tatlandırıcıların toptanına, sanat ağacı ve onun dalları diyoruz. Bu dallardan birisi de operaydı. Hani şu “niii, haa hoo, hiii” (!) diyen tarzdaki müzik ve danslarla harmanlanmış olan tiyatro.
Şimdi bu opera nereden aklıma geldi de yazıyorum?
Son günlerde amelelik niyetiyle bu sanat dalına kendimi hizmet sunmakla yükümlü kılmış durumdayım. Nasıl olsa sinema yazdım, tiyatro yazdım, müzik üzerine yazdım şimdi de bu yazıda müzik ve tiyatro içinde lokal bir alan olan operayı yazmak istedim.
HALKI ÇOK SESLİLİĞE AÇMAK
Çocukluğumuza denk gelen bir dönem içerisinde TRT’nin haber bülteni sonrası bir beş dakikalık “Minik Konser” adı altında “Klasik Batı Müziği” kuşağı vardı. Amaç, halkı birazcık çok sesliliğe/kültüre açmaktı. Aslında halk, bu Batı müziğini reklam cıngıllarından bolca dinliyordu. Hatta pek hoşlanıyordu da haberi yoktu. İşte bu mini konser başladığında sabırsızlıkla dizi saati bekleyen köyün İsmet abisi “Aha işte, minik ‘kanser’ başladı!” diye söylenirdi. İsmet abinin bu metaforu yalan doğru her neyse şu hikâyeye benziyordu. Dinar’a tarihinde ilk kez bir konser için Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gelir. Ahali, salonu doldurur. Konser sonrası belediye başkanına memnuniyeti sorulduğunda, “Dinar, Dinar olalı böyle zulüm görmedi” serzenişinde bulunur.
Eş benzer yerel bir kültür içerisinde büyüyen bir çocuk olarak klasik müziklere, diğer bir deyişle “çalgılı müziklere” tabii ki mesafeli bir kültürel kodlanmayla yaklaşacaktık. Canım, İsmet abi ne yapsın davul-zurna ve tarla takım ortasında çekilen uzun havalar içinde çıka gelen bir kulak sahibi olarak? Beş dakikacık bile olsa yok senfoniydi, yok operaydı gibi benzerlerinin eziyetine (!) katlanmasını beklemek ne haddimize?
MÜZİK VE TİYATRO ALANLARININ BİRLEŞMESİ
Fakat o zamanlar bir şeyi gözden kaçırdığımızın farkına sonradan vardık. Aslında tiyatroyu köy yerindeki seyirlik temaşalarımızdan biliyoruz ve seviyoruz. Sanatın her alanı herkes tarafından sevilmezdi de ta köy yerlerine kadar inen, hatta orijini oralardan gelen tiyatroyu kim sevmezdi ki? Müzik ise herkesin ve özelinde de köylülerin kökten sevdiği bir sanattı. Tiyatro, güzel sanatların içinde müzikle beraber en çok sevilen alanlardan birisidir. İşte biz köylülerin en sevdiği bu iki alanın birleştirilmesiyle opera doğmuştur. Görülüyor ki aslında bize ne kadar da yakın bir sanat dalıymış!
Peki, bu operayı nasıl yakaladım? Köy yerinde seyirlik oyunlara ve müziğe aşinalık duygusu içinde büyük şehre geldik. Üniversite hayatıyla birlikte klasik sanatların tümüne birden ilgi duymaya ya da ister istemez kulak kabartmaya başladık. E en azından kentlilik yaşamı içine burun sokmayı öğrenmiştik. Derken can oğlumuz, modern çağların bebeği olarak hanemize doğdu. Köy de bitti köylülük de. Gelmişini geçmişini unutmadan kavradığımız kentlilik kültürü içinde çocuğumuzun da kökünden koparılmadan büyümesinde yarar vardı. O bir kent içine doğmuştu.
OPERAYA AÇILAN PENCERE
Yoksul bir babanın yoksul bir çocuğu olarak dünyaya gelmek aşılabilir bir şeydi. Yoksulluk kalksa bile olanaklar içinde dahi ortadan kalkmayabilen bir şey var ki onun adına da “yoksunluk” denir. Dünya nimetlerinden neye gözünü, kulağını kapamışsan ondan yoksunsun demektir. Can oğlumuz bizim gibi yoksun büyümemeliydi. İşte, oğlumu yaşatırken aslında beraberinde kendimi de yaşattım. Geç kalmışlığımla tadamadığım kimi sanatların güzelliğini de dimağıma oğlumla birlikte sürdüm. Dünyanın tüm pencerelerini açarak büyüttüm onu. Bilsin ki kapattığı her pencerede dünyası biraz daha kararacaktır. İşte açtığım bu pencerelerden birisi de operaydı.
Nedir bu opera?
Kendine has kuralları içinde sahnelenen müzikli bir tiyatro türüdür. İyi de tiyatro genel itibarıyla söze dayanır. Operaya evrilebilmesi için sözlerin bir armonisinin olması lazım. Armoni denilince başını ilk kaldıran şiir olacaktır elbette. İşte opera bu! Armonili sözlerle işlenmiş müzikli oyundur.
Daha akademik bir tanımla, konusunu tarihten, mitolojiden ya da efsanelerden alan, sözlerinin büyük çoğunluğuna ya da tamamına müzik giydirilmiş dans eşlikli oyunlardır.
ANLATIM GÜCÜ ÇOK CEPHELİ BİR SANAT DALI, OPERA
Her şeyden önce operanın karma bir sanat olduğunu söylemeliyiz. Karma derken algılanabilecek heterojen bir yapının dışında homojenik yapısı olan bir sanattır. Bir müzikalde konunun ruhuna uygun müzikli anlatımlar araya yedirilirken operadaysa konunun tamamen müzikle anlatımı söz konusudur. Yani tiyatro ve müzikten birisi temel, ötekisi müştemilat olan bir yapı olmayıp ikisinin birbiriyle harmanlanmış harcıyla doldurulan temel üzerinde yükselen bir sanattır. Birbirine monte edilme hâlinden ziyade kaynaşmaları söz konusudur. Üçlü bir dayanışma mevcuttur. Şiir, müzik ve tiyatro. Ve dahi sahne sanatlarının tüm unsurları var. Sakın ha dansı unutmayalım. Burada ortaya çıkıyor ki opera, anlatım gücü çok cepheli olan ve insan duygusunu coşkulamaya yarayan çok unsurla bir sanat dalıdır.
Zaten operanın 1600’ün başlarına dayanan Rönesans Dönemi’ndeki tarihsel kökenine bakıldığında ünlü İtalyan Medici ailesinin aydınlanmacı sanatçılar grubundan “Öyle bir sanat yaratın ki içinde tüm sanatların olduğu bir sanat olsun” yönündeki talebi operanın bu zenginliğine işaret etmektedir.
OPERAYA İLK İLGİ DUYAN OSMANLI SULTANI, III. SELİM
Bir değinmede bulunmadan geçemeyeceğim. Son yıllarda opera ve baleye karşı tavırlar alındığına tanıklıklarımız oldu. Oysaki geçmişin mirasına ters olduğunu savlayarak bu karşı çıkışları yapanlar, bütçe budayanlar bilmelidirler ki operayla bizim tanışmamız cumhuriyetle birlikte olmayıp 1660’lı yıllar içinde padişahlık dönemlerinde çeşitli şehzade ve vezir düğünleri için Avrupa’dan opera gruplarının davet edilmeleriyle başlar. Kayıtlara göre operaya ilk ilgi duyan, masraflarını da karşılayarak bir opera grubunu getirtip sarayında oynattıran Osmanlı Sultanı III. Selim’dir. Yıl 1797.
Yazımızı, opera sanatının ünlülerinden seçmece şahsiyetler serpiştirerek bitirelim. Başta operada ilk kadın sanatçımız Semiha Berksoy ki aynı zamanda çılgın ressam olarak bilinir. Leyla Gencer, Hakan Aysev, eskilerden Ruhi Su, dizi ve sinema oyuncusu olarak bilinen fakat asıl itibarıyla operacı olan Ruhsar Öcal… Bestecilerimizden Ahmet Adnan Saygun, Selman Ada, Necil Kazım Akses, Nevit Kodallı. Dışarıdan da Maria Callas, Luciano Pavarotti’yi anarak bitirelim.
Ve perdeee!..