Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler
Evlilik bulunduğu zamana göre değişen, ait olduğu topluma ve ihtiyaçlarına göre şekil alan, onu belirleyen ve onun tarafından belirlenen 4000 yıllık kültürel bir kurum. ‘Nasıl aşık olabileceğimizi, nasıl bir hayatımız olabileceğini’ söyleyen bir toplum normalizasyonu. Tiyatro Merdiven, Fransız yazar Éric -Emmanuel Schmitt’in yazdığı ‘Evlikte Ufak Tefek Cinayetler’ ile görünenin ardına gizlenmiş bu ‘toplumsal normalin’ içine bakıyor.
Özlem Ergun
Jacgues Lacan; bebeğin anneden kopuş ve yeni bir ben/benlik/özne oluşturmaya çalışma halini, insanın ‘insan olma’ serüveninin merkezine koyar ve bebeğin tüm bir çocukluk gençlik ve yetişkinlik hayatı boyunca yapıp - etmelerine bu ‘özne’ olma arayışının şekil vereceğini söyler. Lacan’ın ‘Ayna Teorisi’nde anlatılan, doğduğumuz anda kendimizi annemizin doğal bir uzantısı sanmamız ve henüz kendimizi annemizden bağımsız bir varlık olarak tanımlayamıyor oluşumuzdur. Henüz ‘ben’ ve ‘öteki’ ayrımı gelişmemiştir, ta ki insan türü altı aylık olup bir aynanın önüne konduğunda gördüğünün kendisi olduğunu anlayana kadar.
AŞK TAMAMLAR MI?
Diğer toplumsal ilişkilerin de devreye girmesiyle (baba figürü, kardeşler ve annenin tek başına kendisine ait olmadığı gerçeği vs…) anneyle kurulmuş bu ilksel, en güvenli ve biricik ilişki giderek zayıflayıp, bağ silikleşirken bebek de eksiklik, zayıflık, çaresizlik halleriyle baş etmek durumunda kalacaktır.
Psikanalistlerin temsilcilerine göre, insanın bütün bir hayatı varsayılan bu eksikliği ‘tamam etmeye’ çalışmakla geçecektir ki, bu durumun en görünür ve yaygın hali de ‘aşk’ diye tabir edilir. Aşk, yani anneyle kurulmuş o ilksel ilişkiyi taklit eden, iki insanın ‘bir olma/tek bir bütün olma’ arzusu… Yine Lacan, “Aşk sizde olmayan bir şeyi, başkasına vermeye çalışmaktır” derken bu ‘bütün olma’ halinin imkansızlığına işaret eder ki, başka bir ötekiyle ‘bir’ olarak ‘tamamlanmaya’ çalışma durumu hiç kimse için mümkün değildir.
BİR ŞEYLER EKSİK
Bülent Somay, psikanalizin gündelik hayatta nasıl işe yarayabileceğine dair ipuçları sunan kitabı ‘Bir Şeyler Eksik’te, Lacan’ın çizdiği ve hayli trajik görünen bu tablonun aslında kötü bir şey olmadığını ve doğal bir insanlık durumu olarak herkes için geçerli olduğunu hatırlatır: "Böylece başkalarıyla ilişki kurmayı beceriyoruz. Hiçbir eksiğimiz olmasaydı başkalarına ne ihtiyacımız olurdu ki? Yani kısacası eksiklerimiz sayesinde toplumsal varlıklarız. Eksik doldurulamaz, kapatılamaz, kamufle bile edilemez. Marifet, eksiklikle birlikte yaşamasını öğrenmekte."
Edebiyattan, felsefeye, sosyolojiden, sanata farklı disiplinlerin konusu olan aşk; işte bu ‘olmayacak şeyi oldurayım’ haliyle en çok da tıbbın konusudur. Türlü çeşitli düzeylerdeki kusurlarımıza ‘aşk’ adını verip, yapıp etmelerimizin dümenini tümden ‘aşk alanına’ terk etmek, sorunlu varoluşumuzun da en estetize, en rafine halidir çoğunlukla.
NEREDEN ÇIKTI BU AŞK?
‘Aşk’ın patoloji dışında, bir ‘estetik değer’ olarak yardıma çağrıldığı başka ve en büyük bir diğer alansa kuşkusuz cinsellik. 16 yüzyıla gelen kadar insanlığın mitoslarında rastladığımız ‘aşk’, 16. yüzyılın düşün dünyasına hakim olmuş romantikleriyle birlikte ilişki alanlarını belirlemek üzere yeniden tanımlanır. Bu kez yüceltilerek…
O zamana kadar pek ihtiyaç duyulmamış bu ‘duygu alanı’ cinsel birleşmenin olmazsa olmazı, hatta ilk şartı haline geldiğinde en küçük birimi ‘aile’ olan ‘toplumsal yapı’ için de iyi bir ‘tutkal’ bulunmuştur. Bugün ‘aşk’ dediğimizde ise buradan kim bilir nerelere kadar gidip dönecek büyüklükte bir endüstri, servetlerine servet eklemek için kendi ‘aşk’ tariflerini her gün yeniden çoğaltmakta vs…
Çoğunlukla ‘kişisel’ olanın konusuymuş gibi konuşulan ‘aşk’ söylencesi, hayatın farklı alanlarındaki suretleriyle sosyal ve toplumsal olanı belirleyen ve onun tarafından da belirlenen hayli geniş bir zemin.
ŞİDDETİN İKTİDARINI ALAŞAĞI EDECEK OLAN
‘Her ilişkide bir şeyler eksiktir mutlaka’ diyen Somay, daha önce birleştirmiş olan ‘eksikliğin’ bu kez de diğer vehçelerine dikkat çeker: “Maazallah, ya olmasaydı? Nasıl kurtulurduk o ilişkiden? Belki de eksik olan ama bu eksikliği kabullenmiş, içine sindirmiş olandır şiddetin iktidarını alaşağı edecek olan.”
Fransız yazar Éric -Emmanuel Schmitt’in 2003 yılında yayınlanan oyunundan uyarlanan, Tiyatro Merdiven tarafından sahnelenen ‘Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler’; ‘tam olma’ yani ‘aşk’ illüzyonuyla başlamış bir evliliğin sorgusunu, 15 yıl sonra gelip dayandığı açmazda bütün bir ilişki muhasebesi üzerinden yapıyor. ‘Aşkın’ terk ettiği alana yerleşen alışkanlık ve kayıtsızlık ikliminde artık değersizlik ve çaresizlik duyguları vardır. Bir de ‘miş’ gibi yapmaların büyüttüğü o sinsi gerilim…
“Bir çift arasında şiddet başlamışsa, şiddeti kimin uyguladığının bir önemi kalmaz. Kafaya alınan güçlü bir darbe, yolunda gitmeyen bir evliliği kurtarabilir mi?”
Orta sınıf, kentli bir çift olan Lisa ve Gilles’i aşkla başlamış evliliklerinin 15’inci yılında hastane dönüşü evlerinin salonunda gördüğümüzde erkek, kafasına aldığı ağır bir darbe ile hafızasını kaybetmiştir. Kadın, silinmiş hafızada adamı ‘olmasını istediği’ haliyle yeniden tasarlarken, kaybolmuş geçmişi de en baştan kurgular. Yeniden şekillendirilmeyi bekleyen yumuşak bir hamur kıvamına gelmiş erkek bile, kadının çizdiği ‘ideal tablo’ karşında duyduklarına pek inanmamış olacak ki “Hiç mi kusurum yok” diye sormaktan alamaz kendini.
CEHENNEM AMA SICAK VE ORADA YERİM SAĞLAM
Erkeğin "Benimle yaşamak bir cehennem azabı mı?" sorusuna kadının verdiği “Kuşkusuz evet ama ben bu azabı seviyorum. Orası sıcak, her zaman sıcaktır. Orada yerim sağlam” yanıtı, tüm sorunlarına rağmen evlilik kurumunun neden hala tedavülde olduğunun da cevabı gibidir. Cehennemdir evet ama belli ki hala tercih edilebilen, ‘konforlu’ olduğu varsayılan bir cehennem... – Bu sözler her ne kadar kadının ağzından dökülmüş olsa da erkek dünyası düşünüldüğünde biliyoruz ki, sıcak seven bir tek kadınlar değil.-
Kadın, erkeği yeniden kurgularken yer yer gerçek olana yaptığı göndermelerde; her konuda fikri olan entelektüel/yazar erkek kişimizin karikatüre dönmüş narsisminin özetini çıkarır: “Kendine şefkat göstermekten hiç geri durmazdın. Bütün romanlarını kendine ithaf ettin. ‘Kendime, bu kitabı kendime en içten dileklerimle sunuyorum. Gilles”
Karısına ithaf ettiği tek kitap ise “Karım, vicdanım, vicdan azabım, aşkım Lisa’ya. Ona tapan ama onu hak etmeyen Gilles” tir.
BİR ‘HAYVAN TERBİYECİSİ’ OLARAK KADIN
Bu hafıza çalışmalarının bir yerinde “Seni dönüştürüyorum, yeniden yaratıyorum. Tanıdığım adamdan daha iyisini yontuyorum. Sende olmayan nitelikleri veriyorum sana. İyi bak, karşında duran hasta bakıcı değil bir hayvan terbiyecisi” diyen Lisa’dan anlarız ki kadının erkekle kurduğu ‘terbiye münasebeti’ sonuç vermemiş, ‘hayvan’ terbiye olmayı reddetmiştir.
‘Eksikken tam olma’ gibi bir ‘aşk tahayyülüyle’ başlamış bir evliliğin 15 yıl sonra vardığı yer tastamam bir ‘cinayet’ girişimidir. Henüz ve neyse ki ortada bir ceset yoktur belki ama bu, cinayet işlenmediği anlamına gelmez. Her şeyin normal göründüğü/normalmiş gibi olduğu çiftin hayatı bir suç şebekesininkinden farklı değildir. Bu ufak tefek cinayetlere giden yolun duraklarındaki itiraflarda sıradan- herhangi bir ‘bir evliliğin fotoğrafı’ şöyle çekilir:
‘AİLE, İŞTE ONLARIN ÇALIMLARININ ZİRVESİ’
"Birdenbire şiddetle birleşirler, birini ötekine savuran, birinin bedenini ötekine iten o arzu, hırıltıların ve iniltilerin eşlik ettiği o vuruşlar. Ancak güçlerin tükenmesiyle biten bir mücadele, zevk dediğimiz o mütareke. Sonra iki katil, evlilikle biten ateşkesi seçerek birlikteliklerini sürdürürlerse bu kez topluma karşı savaşmak için birleşeceklerdir. Haklar, avantajlar, ayrıcalıklar talep edecek, başkalarının susmasını ve saygı göstermesini sağlamak için kavgalarının meyveleri çocuklarıyla tehdit edeceklerdir. İşte burada dolandırıcılık bir şahesere dönüşür. İki düşman, şimdi aile adına her şeyi mübah sayacaktır. Aile, işte onların çalımlarının zirvesi. Çünkü insan soyuna verilmiş bir hizmet olarak göstermişlerdir hoyrat ve haz dolu sarsılmalarını, eğitim adına tekme tokat ceza yağdırabilecekler, zararlı kişiliklerini, aptallıklarını, gürültülerini dayatabileceklerdir. Aile ya da başkasını sevme kisvesi altındaki bencillik… Sonra katiller yaşlanır, çocukları yeni katil çiftler oluşturmak üzere giderler. O zaman artık şiddetlerini yöneltecek yer bulamayan yaşlı leşçiler sonunda ilk karşılaşmalarında olduğu gibi birbirlerine düşerler ama belden aşağısına artık farklı vurulur. Artık bunlar kurnaz vuruşlar, adice vurulan darbelerdir. Bu kavgada her şey mubahtır, tikler, hastalıklar, sağırlık, kayıtsızlık, bunaklık. Kazanan, ötekinin ardından ağlayacak olandır. İşte evlilik hayatı, birbirlerine düşmeden önce başkalarına saldıran katillerin ortaklığı, geçtiği yerlerde cesetler bırakan, ölüme giden uzun bir yol. Genç bir çift, başkalarından kurtulmaya çalışan bir çifttir. Yaşlı bir çift, her eşin ötekini ortadan kaldırmaya çalıştığı bir çifttir. Bir kadın ve bir erkeği nikah memurunun önünde görürseniz ikisinden hangisinin katil olacağını merak edin."
‘NORMAL’İ TARTIŞMAYA AÇMAK
Evlilik içinde geçtiği zamana göre değişen, ait olduğu topluma ve ihtiyaçlarına göre şekil alan, onu belirleyen ve onun tarafından belirlenen 4000 yıllık kültürel bir kurum. ‘Nasıl aşık olabileceğimizi, nasıl bir cinsellik yaşayabileceğimiz, nasıl bir hayatımız olabileceğini’ söyleyen bir toplum normalizasyonu. Bugün burada var olan ve yaşananın ‘normal’, ‘olağan’ olduğu ön kabulüne dayanan…
Kurumsal psikiyatristlerden farklı olarak Lacan’ın da önemli temsilcilerinden biri olduğu psikanalistler ‘normal’ kabul edilene uyum sağlamak yerine normali sorun eder, normali tartışmaya açarlar. Çünkü bu normalize etme çabalarının doğal uzantısı olan ‘bastırma’, ‘yok sayma’ halinin türlü çeşit düzeylerde ‘patolojiler’ olarak geri geleceğini bilirler. Evliliğin ufak - tefek, büyük - küçük, görünür - görünmez cinayetleri de çoğunlukla böyle işlenir.
BAŞKA BİR İLİŞKİ, BAŞKA BİR DÜNYA
Ortaya çıkışı itibarıyla kadın doğurganlığının kontrol altına alınarak mülkiyetin çetesini tutmayı hedefleyen evlilik, bu özelliğiyle her şeyden önce eril iktidarın ‘denetim mekanizması’ olarak tarif edilir. Yine, dışsal iktidarlar tarafından ‘ekonomik zorunluluk’ ve ‘sosyal statü’ gibi argümanlarla kurumun meşruiyetine dayanak aranır. İçsel iktidarların en önemli dayanağı ise öğrenilmiş davranışların tekrarına dayanan ‘normal’ kabulleridir ki, ‘cehenneme giden taşların iyi niyetle döşendiğini’ en az bir kez tecrübe etmeyenimiz yoktur.
İyileşmeye giden yol ise; ‘başka bir dünya mümkün’ dediğimiz yerde, başka bir ilişkiyi mümkün kılma cüretinden geçiyor olabilir. Neden olmasın?
Künye
Yazan: Eric Emmanuel Schmitt
Çeviri: Şehsuvar Aktaş
Yöneten: Melis Burnukara
Oyuncu Koçu: Ülkü Şahin
Onayanlar: Handan Delipınar, Selçuk Delipınar
Dekor Tasarım: Melis Burnukara, Ülkü Şahin
Kostüm Tasarım: Ülkü Şahin
Dekor (Tablo) Uygulayıcı Ressam: Gözde Burcu Top
Işık tasarım: Ersin Yaşar
Işık Uygulama: Gürkan Özgen
Fotoğraf : Oğulcan Delipınar
Aftermovie Teaser: Bülent Gökçek