Kuvel Oğlu Han’da Siverekli bir emekçi
İstanbul Eminönü’ndeki Kuvel Oğlu Han 1888’de yapılmış. Kaynaklar kim tarafından yaptırıldığının bilinmediğini aktarıyor. Hanın içindeki ve çevresindeki esnaf, eski İstanbul kültürünü hissettiriyor. Ödüllü bir atlet olan pideci Ahmet Alagöz, hanın son 36 yılına tanıklık etmiş.
DUVAR- Süleymaniye’den aşağı iniyordum. Eminönü Meydanı’ndan Karaköy tarafına bakacaktım bir süre. Sonra köprüyü yürüyerek geçecek, oltayla balık tutanlara, İstanbul’un eşsiz manzarasını arkasına alarak fotoğraf çekenlere, köprünün altından gürültüyle kayıp giden vapurlara bakacaktım. Bir de martılara bakacaktım.
Diyarbakır’a yerleştikten sonra birkaç yıl boyunca uykumdan martı sesleriyle uyandım. Uyku sersemi uyanıp, Galatasaray Hamamı’nın oradaki evde olduğumu sandım. Uykuyla uyanıklık arasında, çocuk seslerinin karşıdaki okulun yüksek duvarları aşmasını, martı sesleriyle birlikte bana ulaşmasını bekledim. Yan taraftaki sanat okulundan piyanonun sesi, bütün sesleri bastırsın istiyordum.
Sonra uyanıyordum. İstanbul’da olmadığımı anlıyordum. Martılar yoktu ortalıkta elbette. Piyano sesi de. Çocuk sesleri Diyarbakır’ın bütün sokaklarını işgal ediyordu.
Belki bunu anlatacaktım. Diyarbakır’da birkaç yıl boyunca martı sesleriyle uyandığımı ve daha sonra bu yanılsamayı İstanbul hasretine delalet kabul ettiğimi anlatacaktım.
‘ABİYLE İLGİLENİN’
Ama bir han önümü kesti. Böyledir, bazen bir ses, bir görüntü, bir sima keser insanın önünü. Dar kaldırımda durup hana baktım. İstanbul’daki en güzel han değildi kuşkusuz ama yine de yol kesecek kadar eski ve güzeldi. Modern binaların albenisi, en azından benim için, bu eski yapıların karşısında sönük kalmaya mahkumdu.
Böyle düşünüyordum adını bilmediğim eski yapıya bakarken. “İçeri girin isterseniz. Avlusu çok güzeldir” dedi genç bir adam. Ne zamandan beri bilmiyorum ama yanımda duruyordu. Hana dikkatle ve merakla baktığımı görmüş olmalıydı. Kapısı neredeydi hanın? Sokak içindeymiş. Hanın kapısına doğru ilerlerken adam bana eşlik etti, içeride çay içebileceğimi anlattı. Hanın kapısından içeri girerken birine seslendi, “Abiyle ilgilenin” dedi.
KAOTİK DUVARDAKİ UYARI
Alçak taburelerde oturan birkaç adam dönüp bizden yana baktı. Selam verdim, aldılar. Avlu duvarlarından biri, hemen girişte solda olan, fotoğraflarla ve duvar halılarıyla süslenmişti. Dikkatli bakınca bu halıların ve fotoğrafların birbirleriyle hiçbir ilişkisinin olmadığı anlaşılıyordu. Sanki bu handaki herkes elindeki değerli bir şeyi bu duvara asmıştı. Kaotik bir duvardı.
Ortada büyükçe bir soba vardı. Muhtemelen bu hanı bilenler ve komşu esnaf, kış günlerinde bu sobanın etrafında toplanıp çay içiyorlardı. Bu soba ısıtabiliyor muydu acaba geniş avluyu? İnsanların muhabbetle ısındığını düşünmek güzeldi.
Avluyu gören üst katlardaki korkuluklardan bir şeyler sarkıyordu. Sonradan öğrenecektim: Deri kemer, ceket, cüzdan ve çantaların yapıldığı bir atölye varmış yukarıdaki odalarda. Korkuluklardan sarkan şeyler, bu eşyalar için kullanılan deri parçalarıymış.
Çatısı camdandı hanın. Bu cam kubbe avluyu aydınlatıyordu. Fotoğrafını çektim kubbenin. Küçük taburede oturan yaşlı bir adam, duvarda bir yeri işaret etti bana. Mahcup ve sevimli bir gülümseme vardı yüzünde. İşaret ettiği yer kaotik duvarın yan tarafında bir yerdi ama ne göstermeye çalıştığını anlamadım. “Fotoğraf çekmek yasak” dedi, anlamadığımı fark edince. O zaman gördüm, işaret ettiği yerde “Fotoğraf ve video çekmek yasaktır” gibi bir şey yazıyordu.
YILMAZ GÜNEY’İN MEMLEKETLİSİ
“Neden yasak?” diye sordum yaşlı adama. Cevabı, “Hoş geldiniz” diye söze giren bir başka adam verdi. “Buraları çekip internette paylaşıyorlar, sonra ‘Tarihi hana iyi bakılmıyor’ diye şikayet geliyor. O yüzden istemiyoruz burada fotoğraf çekilmesini.”
Makul bir açıklamaydı. Bu makul açıklamayı yapan adamın adı Ahmet Alagöz’dü. Konuşkan bir insandı Alagöz. Önce avlunun ortasında, büyükçe sobanın yanında ayaküstü konuştuk kendisiyle. Bir ara, “Ben Siverekliyim, Şivan Perwer’in, Yılmaz Güney’in memleketlisiyim” dedi. Sonra kaotik duvarın tam karşısındaki duvarın dibindeki bir masada muhabbet ederken bulduk kendimizi.
Yılmaz Güney’in, Şivan Perwer’in memleketlisi Ahmet, biz çaylarımızı yudumlarken daha ortaokulda okurken İstanbul’a geldiğini anlatıyordu. “12 Eylül olmuştu. Çok kötü şeyler oldu memlekette, duramadık. Önce abim geldi İstanbul’a. Burada bir pidecide çalıştı. Sonra beni de aldı yanına. İstanbul’da 36 yıldır pidecilik yapıyorum.”
AHMET UĞURLU’NUN UĞRAK MEKANI
Pide fırını, yan taraftaki duvar oyulmuş da hazırlanmış gibi görünüyor. Küçük bir yer. Ama dediğine göre İstanbul’un en iyi pidesi hazırlanıyor burada. “Ta Kapalıçarşı’dan, Mısır Çarşısı’ndan insanlar geliyor burada pide yemek için” diyor. Tiyatro ve sinema sanatçısı Ahmet Uğurlu da arkadaşlarını toplayıp geliyormuş buraya. “Şimdi rahatsız olduğu için pek gelemiyor Ahmet abi” diyor, “O zaten pek yemek yemez, sigara içer. Arkadaşlarına da ‘Burası benim fırınım’ der.
Pidecilik, Alagöz’ün çocukluğundan beri yaptığı bir iş aslında. İstanbul’a geldiğinde Trabzonlu ustaları da olmuş ve öyle anlaşılıyor ki yaptığı pide, Siverek ve Trabzon pidesinin sentezi. Talaş ateşinde pişirdiği pidenin tadına bakamıyoruz vakit geç ve fırın sönmüş olduğu için.
ÖDÜLLÜ ATLET
Sadece ünlü bir pideci değil Alagöz, aynı zamanda ödüllü bir sporcu. Dediğine göre askerde katıldığı atletizm yarışmasında birincilikler almış, Londra’da koşmuş ve bir müsabakada dünya ikinciliği var.
Basketbol, futbol, voleybol yaptığı diğer spor dalları. İçki ve sigaradan hep uzak durmuş ve sigaranın zararlarını sık sık dile getiriyor. Eşi ve kızları da spor yapıyor elbette. Eşi, 8 Mart’ta düzenlenen koşu yarışmasında birinciliği göğüslemiş.
Şivan Perwer ve Yılmaz Güney’le övünüyor Alagöz. “Yazar Mehmed Uzun, şair Hicri İzgören ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Selçuk Mızraklı da Siverekli” diyorum. Nedense övüneceği isimler çoğalsın istiyorum.
O ESKİ MUHABBET
Hanın kapısına kadar geçiriyor Ahmet Alagöz. Onunla birlikte handaki çay ocağını işleten adam da çıkıyor dışarı. Çayların parasını öderken çayın 1 TL olduğunu öğrenip şaşırmıştım. Adam çakıl taşında çay demliyor. Kaçak çaya alışmış olan benim için mükemmel bir çay içtim diyemem ama İstanbul’da içtiğim en iyi çaydı diyebilirim.
Alagöz, beni uğurlarken de sigaranın zararlarını anlattı. O sırada dükkanın kapısında bizi dinleyen hırdavatçı da ona destek oldu. Ayaküstü bir zamanlar ne kadar çok sigara içtiğini, daha sonra nasıl bıraktığını anlattı. Sonra, “Bak bana, şimdi çok iyiyim” dedi.
Adam kırk yıllık dost gibi konuştuğu için olsa gerek, çekinmeden koca göbeğine dokundum ve “Sigarayı bıraktıktan sonra mı yaptın bunu?” diye sordum. “Evet” derken göbeğini okşadı ve elinin baş parmağını bir şey içer gibi ağzına doğru götürerek, “Ama tabi piiz de var” dedi.
İşte, tam burada, bir Yeşilçam filminde hissettim kendimi. Paydos edenler “İyi akşamlar” dileyerek ayrılıyordu, mahalleye gelene ilgi gösteriliyordu, esnaf muhabbeti hiç eskimemişti.
1888’DEN GÜNÜMÜZE KUVEL OĞLU HAN
Bütün bu sohbet Kuvel Oğlu Han’da geçti. “Organize İşler Sazan Sarmalı” filminin bazı sahneleri burada çekilmişti. Başka filmler ve dizler de çekilmiş burada. Ahmet Alagöz adlarını saydı ama hiçbirini izlediğimi hatırlayamadım. Sinemacı değilim ama bir film platosu için elverişli bir han olduğunu söylemek mümkün gibi geliyor bana.
Daha sonra hanla ilgili küçük bir araştırma yaptım. Kuvel Oğlu Han’ın eski adı Yeni Han imiş. Hanın tarihi girişin sol tarafındaki dükkan kemerlerinden biri üzerinde 1310 (1888) olarak belirtilmiş. Hanı yaptıranın ve mimarının bilinmediğini belirtiyor kaynaklar. Han, 1888’den bu yana kaç insan ağırlamış, kaç deprem atlatmış ve daha kim bilir nelere tanık olmuş. Dimdik ayakta duruyor olması herkes için bir sevinç gerekçesi olmalı.
Küçükpazar Mahallesi’nde, Kıble Çeşme Caddesi, Tesviyeci Sokak ve Murat Efendi Sokak arasındaki Kuvel Han’a uğrayın derim. Eskiye ait insan ilişkilerini görebilirsiniz bu han ve çevresinde. Talaş ateşinde pişen pidelerin tadına bakıp üstüne çakıl taşında demlenmiş 1 TL’ye çay içebilirsiniz. Uygunsa Ahmet Alagöz’den hem bu civar hakkında hem de yıllardır yaşadığı Balat hakkında sohbet de edebilirsiniz.