Tren garları ve trenler
Başta Pablo Neruda olmak üzere birçok şairin babasının demiryolu çalışanı olması ilginçtir. Sanki şiir ile demiryolu arasında büyülü bir ilişki vardır. Şiirin serüveni ile demiryolunun serüveni birbirine benzer...
Taşradaki tren garları nedense hep bir hüzün yansıtır. Sanki “beklemek” fiilinin geniş zamanıdır. Bir işlevi yerine getirmekten çok bir dekor amacıyla oraya koyulmuşlardır. Duvardaki tren tarifeleri, demiryolu haritaları şimdi değil de “bir zamanlar” bu binanın gar olarak kullanıldığını gösterir. Çevresindeki büyük ağaçlara konup kalkan kuşlar istedikleri kadar oraya yuva yapsınlar, yavrularına yiyecek getirsinler, kanatlarıyla güneş taşısınlar, gerçek değildirler. Bir sulu boya resmi tamamlarlar, o kadar. Orada, duvar dibindeki gölgede ya da bir bankta oturan bir adam, o bina yapıldığından beri orada oturmaktaymış izlenimi bırakır. Gar binası, bu taşra kasabasının belki de en gösterişli ve sağlam yapısıdır. Yapının mimarı, inşaat bittikten sonra kasabadan bir daha dönmemek üzere ayrılırken, sanki sıradan bir gar binası değil de, kendi anıtını dikmek istemiştir, hep hatırlansın diye. Güneşin altında ısınmış, bekleme salonu ve bilet gişesi ile şefin odası ışık dolu olan bu yalnız ve sessiz gar binası, özellikle gece trenleri girdiği zaman, kendini birden gizemli bir tablonun içinde bulur. İki jandarmanın arasında trenden inen, elleri kelepçeli bir asker kaçağı, yüklerini omuzlamış, trene binmeye çalışan birkaç mevsimlik işçi, en arka vagonun orada, rayların arasında yürüyen siyah bir köpek, bu tablonun dokusunu tamamlar. Garın önündeki direkte asılı bayrak, bütün bunların gerçek olduğuna bizi inandırmak için, rüzgârsız bir öğle vakti, gönderinde hiç kımıldamadan beklemektedir.
Üniversitede okumak için trenle Adana’dan Ankara'ya gidecektim. İstasyonda tren tam kalkmak üzereyken çocukluk arkadaşım Cemil geldi. Bizden daha yoksul bir ailenin çocuğuydu. Okuyamamıştı. Benim gideceğimi son anda duymuş, çalıştığı atölyeden izin alıp koşmuş. Alelacele sarıldık, vedalaştık. Ben trene atladım, pencereden Cemil’e el sallıyordum Cemil de pencerenin altında koşarken bana yarısı kullanılmış bir sigara paketi uzattı. "İçerken beni hatırlarsın" dedi. Tren uzaklaşmış, Cemil görünmez olmuştu. Orada, pencerenin camına yaslanıp bir sigara içmek için cebimden paketi çıkardım. Fakat o da ne! Sigara paketinde sigara yoktu ama başka bir şey vardı. Parmağımla içindeki şeyi çekince, rulo yapılmış para olduğunu gördüm. İçimde bir sızı ile alnım cama dayalı, öylece kaldığımı hatırlıyorum.
'BİR GURBETTEN BİR GURBETE TRENLER'
Babam Devlet Demir Yolları'nda çalışıyordu. Bu nedenle çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım trenlerde, rayların arasında geçti. Trene ücretsiz binme hakkımız olduğu için, yolculuklarımızı hep trenle yapardık. Üniversitede okurken de Adana-Ankara arasını çoğu kez trenle gidip geldim. Ankara’ya gideceğim zamanlar, ortalıkta hiç görünmeyen babam, tam trenin kalkma vaktinde ortaya çıkardı. Başında demiryolu şapkası, üstünde lacivert demiryolu işçi elbisesi ile beni uğurlamaya gelirdi. Tren ta ilerideki dönemeçte kaybolana kadar, babam orada, peronun ucunda durur bakardı. El sallamazdı. Babamın orada, giderek gözden kaybolması beni çok hüzünlendirirdi. İlk yıllarda kara trenler vardı. Evimiz istasyona yakın olduğundan, sürekli tren düdükleri duyardık. Kara tren düdükleri kişilikli ve anlamlıydı. Örneğin istasyondan hareket eden bir yolcu treni uzun uzun ve keyifli düdük çalardı. Oysa asker taşıyan bir tren, gardan hareket ettiğinde daha uzun ve acıklı düdük çalardı. Eğer yaz mevsimiyse, evimizin avlusunda kurulmuş sofrada akşam yemeği yiyor olurduk ve bu acıklı düdük sesine kulak kesilen babam, yemeğinden bir kaşık alırken, “ gene asker sevkiyatı var…” derdi, kaygıyla bir haber verir gibi. Oysa yük taşıyan kara trenlerin düdük sesleri kısa kısa ve telaşsız çalardı. Evimiz tren kokardı. Daha sonra dizel motorlu lokomotifler çıktı. Toros Ekspresi’ni götüren bu lokomotiflerin karlı dağlardaki zorlu tırmanışlarını hiç unutamam. İşte o zamanlar, trenler “bir gurbetten bir gurbete” giderdi. Saygındı. Gerçekten de dünyada bir dağ istasyonunda, yağmur altında bekleyen bir trenden daha güzel bir şey olamazdı.
Demiryollarının ve trenlerin şiirsel bir yanı vardır. Zaten, örneğin başta Pablo Neruda olmak üzere birçok şairin babasının demiryolu çalışanı olması rastlantı değildir. Ömrümün en az yirmi yılını trenlerde geçirmeme karşın, birbiriyle çarpışan tren hatırlamıyorum. Üstelik trenlerin tek yönlü raylarda gidip geldiğini, günümüz teknolojisine kıyasla daha ilkel koşullarda çalıştığını düşününce, şimdi o trenleri daha bir hayranlıkla hatırlıyorum. Belki de o zamanların yöneticileri daha sorumlu, daha dürüst, işini ve insanını daha çok seven kişilerdi. Bir de karanlıkta, bir makasa yaklaşıldığını bildiren kırmızı ışığın, kutusunda trenleri yalnız başına beklemesini unutamam. Gece trenleriyle oradan geçerken, saygıyla ve gülümseyerek bakardım o kar altındaki yalnız ışıklara.
'ŞİİR VE DEMİRYOLU'
Dediğim gibi, sevdiğim şairlerin çoğunun babasının demiryolu çalışanı olması ilginçtir. Sanki şiir ile demiryolu arasında büyülü bir ilişki vardır. Şiirin serüveni ile demiryolunun serüveni birbirine benzer. Demiryolu ile yapılan yolculuk (günümüzde, Fransa’daki gibi saatte 350 km.hız yapan ve bir-iki istasyon dışında hiç durmayan trenleri kastetmiyorum), bir yolculuk değil de bir yaşantıdır, şiir gibi. Şiir, nasıl ki önceden tasarlanmış anlamlara giydirilen bir dil değilse ve kendi dışında referansı olmayan bir dil ise, tren yolculuğu da biraz öyledir. İşte, trenin içinde dolaşılabilmesi, restoran gibi sosyal bir mekanının bulunması, bir yatakta yatılabilmesi, diğer bütün ulaşım araçlarından farklı olarak, yalnızca trenin gidebilmesi için yapılmış dağ yolları ve dağ istasyonları, insanda bir yolculuk duygusundan çok metaforik bir yaşantı duygusu uyandırabilir. Yatağınızda yatarken ya da koltuğunuzda uyuklarken pencereden dışarıya şöyle bir baktığınızda, hemen önünüzde kar içinde bir ormanla karşılaşabilirsiniz. “Geceyarısı Ekspresi” ne kadar esrarlıysa, “Şanghay Ekspresi” de o denli tekin değildir.
“…
Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk
Gece trenlerine binme kaybolursun,
Sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun.
…(Attila İlhan)”
Şiir ile çakışan trenler en çok gece trenleridir. Çünkü şiir tekin olmayan bir dildir, gece trenleri gibi. Yıllar önce, Doğu Ekspresi ile Kayseri’den Ankara’ya geliyordum. Altı kişilik kompartımanda, yanımda genç bir çocuk oturuyordu, on sekiz-yirmi yaşlarında. Erzurum’un bir köyündenmiş. Pek konuşmuyordu. Geceydi ve biraz da uyuyamadığım için bu “hikaye dolu” olduğu her halinden belli olan genç adamla konuşmak istiyordum. Sonunda konuştu. Erzurum’dan geliyormuş, İstanbul’a gidecekmiş. Artist olmayı çok istiyormuş. Bir gazeteden teklif almış. “Gel, görüşelim” demişler. Bütün bunları anlatırken, yüzündeki derin kaygı ve tedirginlik sözcüklerine yansıyordu. Söylediklerinden pek de emin olmadığı, yalnızca kendi sesine odaklandığı o kadar belliydi ki, az önce durmuş olduğumuz istasyonun arka taraflarından yükselen alevleri ve insan çığlıklarını duymuyordu bile. Çok etkilendim. Trenimiz “bir gurbetten bir gurbete” giderken, delikanlının peşinden koştuğu düşün gerçekleşme ihtimalinin çok düşük olduğunu, bu gazetelerdeki artistlik vaatlerinin bir oyun olduğunu falan söyledim. Ben konuşurken hiç yüzüme bakmadı, başı hafif öne eğik, konuşmadan dinledi. Hatta dinlediğinden bile emin değildim. Biraz sonra trenimiz karanlığın içinde bir istasyonda durdu. Durur durmaz Erzurumlu genç birden yerinden fırladı, kompartımandan çıktı. Çok şaşırdım. Kısa bir süre duran tren hareket etmişti. Pencereden dışarıya baktım. Erzurumlu’nun karanlıkta, yamaç aşağı, uzaktaki karayoluna doğru koştuğunu gördüm.