Kalben: Sıkıntının da özgürlüğün de bedeli var
Kalben’in Aşk Çeşmesi adlı EP’si geçtiğimiz aylarda dinleyiciyle buluştu. Müziğe ve hayata dair konuştuğumuz Kalben, "Bu kısa çalarda hikâyeleri anlatma biçimi ve hikâyeler arasındaki geçişlerde bir bütünlük gözettik. Aşk Çeşmesi’nde çok kıymet verdiğim müzisyenlerle çalışmam, onlarla fikir alışverişlerinde bulunmam albüme farklı bir değer kattı" dedi.
Kalben’in üç şarkı ve bir remix’den oluşan Aşk Çeşmesi adlı EP’si geçtiğimiz aylarda dinleyiciyle buluştu. Daha önceki iki albümünden farklı bir çalışma bu. Kalben’in duygusunu daha da büyüttüğü, müzikal anlamda farklı seslere kucak açtığı bu mini albümün düzenlemelerine iyi müzisyen Kutsal Kaan Bilgin de dokunuyor.
Aşk Çeşmesi tavır olarak Kalben’in köklere dönme, insanın en yalın haline bakma arzusuna tekabül ediyor. Yalınlık, sadeleşme, Kalben’in edindiği yalnızlık bilinciyle de ilişkili. O bilinçte kendini, hayatı ve insanı dinleme, her türlü kalıplardan, kurallardan sıyrılma, özgürleşme arzusu da var. Bu, direnci de beraberinde getiriyor. Hem bize sunulan sahte mutluluklara karşı çıkma, hem de insanın kendi özünü, insanlığını hatırlatması adına. O halde dinleyelim Kalben’in söylediklerini…
Geçtiğimiz aylarda çıkardığın Aşk Çeşmesi adlı EP birçok açıdan ilk iki albümden farklı. Kendini daha özgür bıraktığın hissediliyor. Müzikal altyapısında elektronik dokunuşlar öne çıkıyor. Bu çalışma, gelecek albüm için bir önsöz niteliğinde mi?
Bu kısa çalarda hikâyeleri anlatma biçimi ve hikâyeler arasındaki geçişlerde bir bütünlük gözettik. Aşk Çeşmesi’nde çok kıymet verdiğim müzisyenlerle çalışmam, onlarla fikir alışverişlerinde bulunmam albüme farklı bir değer kattı. Evet, çok özgür bıraktım kendimi. Müzikal anlamda daha rahattım. Söylemlerimde, dans edişimde, hallerimde sınırı genişlettim. Bir serseri, bir şaman, bir kadın, bir insan, evli veya bekar biri, bir öğrenci oldum; ama asla kimseye öğretmen olmadan anlattım hikâyeleri…
Bence, o hallerin ve oluşların içinde bir iyileşme ve iyileştirme çabası da var.
Ben insanları seven, müziğini yapmak isteyen, müzik yolunda tanıştığı güzel insanlarla ve onların hikâyeleriyle ilgilenen biriyim. Bu üç şarkının içinde, konserlerde, sokaklarda tanıştığımız, birbirimize gülümsediğimiz, bana hikâyelerini anlatan insanlar var. Ortaya çıkan şeyin benden bağımsız olduğunu fark ettim. Benim başarı anlayışımdan, kadınlığa bakışımdan, aile öykümden, travmalarımdan, yaralarımdan da bağımsızdı. Evet, beni onaran, iyileştiren, bir yanıyla da asileştiren, bazı şeylere direnme anlamında güçlendiren bir süreç yaşadım. Bu sayede kendimle, şahsiyetimle tanıştım. O yüzden, bu mini albüm beni elektronik müziğe açıyor demektense, beni başarı beklentisinden, cinsiyetimden, geçmiş deneyimlerimden kopartıp daha özgür kılıyor demek daha doğru geliyor. Dolayısıyla, onlar ve ben gibi bir ayrım kalmadı aramızda.
Onlar ve ben ayrımı, daha doğrusu onlar ve ötekiler ayrımı tam da bu dönemin meselesiyken “biz” diyebilmek önemli …
Tam olarak bu rahatsızlığı yaşarken, bu soruyu sormandan dolayı mutluyum. Bu tarz ayrımlar, mesela “o erkek, ben kadınım” söylemi sanki aynı şeyi göğüslemiyoruz gibi bir algı yaratıyor. Ya da doksan yaşında biri öldüğünde, genç ölümüne duyduğumuz kadar üzüntü duymuyoruz. Gencecik birini sevmediği biriyle evlendiriyoruz ya da bakıyoruz biri çok önemli bir mevkiye geliyor ama adamın çok sapkın zevkleri var, aslında aramıza almayacağımız biri… İnsanların hayatlarında o kadar farklı kırılmalar ve hikâyeler gördüm ki artık onları yargılamaktan vazgeçtim.
Peki kendini yargılamaktan veya suçlamaktan vazgeçtin mi?
Evet, vazgeçtim. Bazen bilmeden, bazen de bile bile yaptığım hatalar yüzünden; öyle davrandım, öyle giyindim, öyle göründüm diye kendime yüklediğim sorumluluklardan vazgeçtim. Çok çıplağım.
Sanırım toplumsal baskıların yanı sıra kendi içinde yarattığın sınırları da kırmaktan söz ediyorsun.
Evet, bu bir inançlar sistemi. Bize dikte edilen şeyler yüzünden kendimizi aslında olmadığımız bir kalıba sokuyoruz. Sarışın değilsek sarışın birine, şişmansak zayıfa kızıyoruz, mezhebi farklı olana, dili farklı olana kızıyoruz… Ben insanları anlamaya karar verdim. Belki hepsini sevemem, fakat anlayabilirim. O yüzden yargılamaktan vazgeçtim. Benimle ilgili olumsuz bir şey okuduğumda “Ah ne güzel! Bu insan benden nefret edecek kadar bana vakit ayırmış,” diyorum. Belki de bu yüzden, büyük büyük laflar etmekten, kendimi ortaya koymaktan, kalbimi kıran insanların onayını beklemekten vazgeçtim.
İbrahim Tatlıses’in şarkısı Haydi Söyle’yi coverlamıştın. Bu şarkıyı artık okumayacağını söylediğinde tatsız şeyler yaşadın.
Evet, artık söylemek istemediğim bir şarkı yüzünden tatsız şeyler yaşadım. İşin özü, bu şarkıyı söyleyeceğim beklentisinde olanlar için bir açıklama yapmıştım. Bu şarkıyla mutlu oldum, bir çok insanı da mutlu ettim. Ve artık onu geride bırakıp başka şarkılar söylemek istedim. Tamamen kendimle ilgili, şahsi bir meseleydi. Ama olay bağlamından koptu, başka yerlere gitti.
Aslında neden bu şarkıyı söylemeyi bıraktığını değil, sonrasında gelen tepkileri konuşmak istiyorum. Öfke ve nefret dilinin hayata bu kadar hakim olması ürkütücü.
Herkese karşı büyük bir nefret var. Senin gibi maaş almayan, senin gibi toplu taşımaya binmeyen, senin gibi işsiz olmayan… Nedeni fark etmiyor, herkes herkesi öteliyor, nefret ediyor. Bu herkese yapılıyor; kadınlara, adamlara, beyaz yakalılara, emekçilere, siyasetçilere, çocuklara, gençlere, doğaya… Birbirimize dayanamadığımız, birbirimize dokunamadığımız bir yere geldik. Bu ülkenin insanları asperger sendromu olduğu için Greta’yı linç edebildi mesela. Bir Kuzey Avrupa ülkesinde doğduğu için küçük bir çocuktan nefret edebildik. Benden de her gün nefret edebilirsiniz, bu siber kabadayılık hiç umurumda değil. Sadece istediğim şarkıyı söyleyeyim, sıkılınca başka şarkı söyleyeyim istedim. Bunu yapabilme özgürlüğüm olmalı. Ama sıkıntının da özgürlüğün de, her şeyin bir bedeli var.
Senin genç bir hayranın bana, “Kalben, sahte bir hayal, büyülü bir aşk vaat etmiyor. Çok gerçek şeylerden söz ediyor, kızlara doğru şeyler söylüyor” diye bir tespitte bulunmuştu. Ne dersin?
Çok mutlu oldum. Ama söylemimin son günlerde yanlış anlaşıldığını da görüyorum. Ayrımcılık yaptığımı söyleyenler oluyor. Cinsiyet ayrımcılığı yapmıyorum. Aksine benim meselem, cinsiyet gözetmeksizin herkesin eşit haklara sahip olabilmesi. Kadınlar istedikleri işleri yapabilsinler, iş yerinde erkekle eşit gelire sahip olsunlar, zorla evlendirilmesin, mal gibi alınıp satılmasınlar, kadın bedeni başka insanlara sunulacak bir eşya olarak görülmesin. Bir kadın sevgili, nişanlı, eş olmak istemediği için öldürülmesin. Sanırım insan haklarını savunduğum ve bir kadın olduğum için kadınları kayırıyor gibi görünüyorum.
Senin genel tavrında beden politikalarına, kadına, erkeğe dayatılan rollere bir gönderme var.
Evet var ama bu planlayarak yapılmış bir şey değil. Bir refleks olarak ortaya çıktı. Kız çocuğuna nasıl bakıyorsam erkek çocuğuna da aynı gözle bakıyorum. Bir çocuğun hayatını istediği gibi kuracak olanaklara sahip olabilmesini, bütün sistemlerin ötesinde bir insan olarak var olabilmesini, varlığını, bedenini kabul edebilmesini, utanmadan göğüslerini, bacaklarını taşıyabilmesini, bedenini bütün parçalarıyla, bir bütün olarak hissedebilmesini istiyorum. Ben yıllarca hissedemedim.
Aşk da senin temel meselelerinden biri. Ama bize aşkı anlatırken mutlu son vaadini vermiyorsun. Ufak ayrıntılara giriyor, aslında basit gibi görünen ama özünde temel sorunları taşıyan o noktalara dikkat çekiyorsun. Dolayısıyla politik bir tavır da barındırıyor söylediklerin. O genç kızın senin şarkıların için yaptığı yoruma, o gerçekliğe dayanıyor yine mesele.
Aslında istediğim, içimdeki bütün canavarlarla barışabilmekti. Sadece bize dayatılan siyahı ve beyazı değil, diğer renkleri, gri alanları, turuncuyu, kırmızıyı da göstermekti. Çok siyah beyaz bir yerdeyiz. Çocukların doğdukları andan itibaren terör, cinayet, tecavüz, yağma gibi kavramlarla büyüdüğü bir yer burası. Ben böyle bir yerde değilmişim gibi hissedemiyorum, o şekilde âşık olamıyorum. Böyle bir yerde değilmişim gibi çalışamıyorum. Söylemim de ona göre oluşuyor. Burayı reddetmedim, kaçmadım, nereye gitsem içimde taşıdığım toprak yine burasıydı. Buranın bombaları, acıları, travmalarıyla birlikte gidiyorum gittiğim her ülkeye. Bu topraklarda doğdum, Türkiye’de, Anadolu’da, Mezopotamya’da… Ortadoğu’ya yakın ve her an Ortadoğulu olmaya hazır bir yerde doğdum. O yüzden bütün hislerimle ve fikirlerimle dürüstçe yüzleşmek zorundayım. Âşık olurken bile bunlardan söz etmeye hakkım var. Her ne kadar karşı çıkanlar olsa da…
Kim o karşı çıkanlar?
Mesela erkek bir rock müzisyeni benim hep aşk şarkıları yazmamı eleştirmişti. Melankolik bulmuştu. Bu tarz yorumlarla, yaptığım şarkıların, söylediğim sözlerin değerini azaltmaya çalışanların hepsi erkekti. Kadınlardan, böyle yargılayan sözler hiç duymadım. Ruhuma, bedenime şiddet uygulayanların hep erkek olması tesadüf mü? Aslında bu eril enerjinin altında hepimiz eziliyoruz. Belki erkekler de böyle yaşamak istemiyordur. Onlar da iyi bir vatandaş, iyi bir aile babası olma sorumluluğun ötesinde, özgürce ağaçların altında uyuyabilmek, özleriyle buluşmak istiyorlardır.
İktidar, erk onları da tehdit ediyor aslında…
O zaman bu erkin altında ezilerek birbirimizi yok etmek yerine, kadın erkek herkesin bir araya gelip yeni bir yapı kurması gerekiyor. Sadece kadının ya da sadece erkeğin tek başına yapacağı bir şey değil bu. Hep beraber, yaşlısıyla, genciyle, çocuğuyla adil, eşitlikçi, kimsenin kimseden üstün olmadığı yeni bir sistem kurmalıyız. Sistemin bizi nasıl ezdiğini, yok ettiğini, insan olarak özümüze nasıl hakaret, ihanet ettiğimizi, bunca felsefeyi, sanatı, edebiyatı, bilimi nasıl çöpe attığımızı görmek için, içinde yaşadığımız bu sistemler ağına dönüp dönüp yeniden bakmalıyız. İnsanlık tarihine baktığımızda gururlanmak yerine utanmamıza, bu yüzden kalbimizin kırılmasına izin vermemiz gerekiyor. Oysa sürekli insanı onaylamaya ve kendi ayıplarımızı örtmeye çalışıyoruz.
Ayıp denildiğinde, bunun sorumluluğuyla ilişkilendirilen yine kadın oluyor. Hele de aşkı, cinselliği kadının dile getirmesi toplum ahlâkına göre ayıplanacak bir şey.
Ah tabii, erkekler dile getirmeli. Mesela ben Hüseyin diye bir aşk şarkısı yazsaydım, kim bilir kaç dile pelesenk olurdu? Ama Eric Clapton Layla diye bir şarkı yapıyor, hatta başka bir adamın karısına yazıyor, biz bu durumu bambaşka bir romantizmin penceresinden ele alıyoruz. Bunu söyleyince de cadı oluyorsun. Nefret ediliyorsun. Bunları söylemekten çekinmemek lazım. Altımda eşofmanla ve üstsüz olarak sahneye çıksam hakarete uğrarım, ama bir erkek çıktığında onu çok asi, çok seksi, çok başarılı ve çok rock’n roll bulduk. Bu ayrımcılık! Bir kız çocuğuna susup oturmayı öğreten toplumların bir erkeğe aklından geçen her şeyin doğru olduğunu kabul ettirmesi bir tezat olarak karşımızda duruyor zaten. Kullanılan dil, kadının değersizleştirilmesi üzerine. Bunlara kulaklarımı tıkayamam. Kız çocuklarına, hiç şiddete, teröre uğramayacaklarmış, bildikleri şeyleri sürekli bastıra bastıra söylemek zorunda kalmayacaklarmış, özgüvenlerini yirmi kat daha sağlam örmeleri gerekmeyecekmiş gibi pembe bir tablo çizemem şarkılarımda. Bu çocuklara nasıl yalan söyleyebilirim ki? Sevginin, aşkın, bedenin, özgürlüğün ne olduğunu anlatmam gerek. Bunları söylediğim için benden rahatsız olanlar beni dinlemeyebilir, dışarıda bırakabilir. Dışardayım zaten. Benim bulduğum bir aile var; o da müzik. Bu da elimden giderse başka iş yaparım, ama yine konuşmaya devam ederim. Biz bunu sadece kız çocuklarının değil, erkek çocuklarının ruhu için de yapıyoruz. Ne kadar âşık olursam olayım içimdeki ses yine beni ele geçirecek, ben yine bir soru soracağım. Teslim olsam bile yalnızlığımı özleyeceğim. Tek başına kalmak isteyeceğim.
Aşk Çeşmesi’nde yeni seslere kucak açan, köklere doğru giden bir Kalben var. Doğayla buluşmak, insanın ilk haline dönmek isteyen, belki de özünü arayan bir şamanla karşılaştım bu şarkıda. Hatta kötü güçlerle uğraşıp onu dağıtma adına büyü yapan bir kadın var dansında.
Evet, bunların hepsi var. Bu benim tipik peygamber kompleksimden doğan ve üretimime yansıyan bir durum. Sevdiğim insanları üretim alanlarında görme isteğim var. Kimsenin birbirine zarar vermeden yaşadığı, isteyenin şiir yazdığı, isteyenin asma bahçelerinde olduğu, isteyenin peynir yaptığı, isteyenin doktor, öğretmen olduğu, hiç kimsenin birbirini renkleri, meslekleri, cinsiyetleri, yaşamak istediği deneyimleri yüzünden yargılamadığı, yok etmeye çalışmadığı, emeğine zorla sahip olmadığı bir dünya hayaliyle yola çıktım, bunu kendi dilimde anlatmaya çalıştım.
Çek şarkısına çekilen klipte gelinliğe benzeyen bir kıyafet ve siyah kuşak var belinde.
Bunu bilinçli yapmadık. Ama aynı dili konuştuğun insanlarla çalışınca, kendiliğinden böyle semboller doğuyor. Bir klişeyi alıp tersine çevirmiş olduk. Bende beyaz elbiseler kirletilmemiş ruhu çağrıştırıyor. Beyaz giymenin cinsel ya da bedensel masumiyet olduğunu düşünmedim. Her zaman, beyazın her iki cinsiyet için, hatta bütün cinsiyetsizlikler adına ruhumuzun hiç lekelenmemiş yerleri anlamına geldiğini düşünmüşümdür. Ruhumun hiç lekelenmemesi gereken yerleri vardı ve belki de onların lekelenmesine ister istemez izin vermiştim. Çünkü içimdeki sese kulak vermemiş, kendimi keşfetmemiş, onay beklemiş, bir sürü saçma sapan kalıbın altında ezilmiştim. O gelinlikten anladığım şey bu benim. Masumiyetle falan ilgilenmiyorum. Karanlıkla da ilgilenmiyorum. Tüm bu karşıt kavramlarla ilgilenmek yerine dans etmek istiyorum. Siyah kuşağı da belime takıp, basit şeylerden söz etmek istiyorum.
Evlilik kurumu dersem…
Ben o beyaz kıyafetin içinde karadul olarak dans etmiş oldum. Öyle bakıyoruz, öyle yazıyoruz ya, insanlar nüfus kayıtlarına, hayatlarının bazı deneyimlerine göre belirlenmiş oluyor. Bazı anneler oğullarının boşanmış veya nişanlanıp ayrılmış kadınlarla olmasını istemiyorlar, bazı aileler bazı kadınları içlerine almıyorlar ya… Tuhaf bir dünyadayız biz. Çok karanlık bir yerde duruyoruz. O karanlıkta birbirimizi kendi ışıklarımızla bulmalıyız, dans etmeliyiz. Beyaz aslında gelin olmak; hayata gelmek, damat olmak da güvenilir olmak demektir. Bu birliktelikte, karşılıklı güvenle bir şey var edilir. Oysa evliliği kredi çekip eşya almak, evi düzmek, sistemi sürdürmek olarak yorumlamayı öğrendik biz. Bu benim kalbimi kırıyor.
Kalp Hanım şarkısında bir sesleniş var. Bu konuştuğumuz konuların hepsi bu seslenişe dahil. Kalp Hanım, kendi ismini de çağırdığın bir şarkı. Kalbin kadınla özdeşleşmesi gibi bir algı da doğuruyor.
Bir fırsat eşitliği arıyorum galiba… Kadın için. Özgürleşmesi ve var olabilmesi adına. Hem kendime, hem de beni hiç kırmayan kadınlara soruyorum bunu: Nasılsın, kırgın mısın? Gerçi kırılganlık özelliğini hep kadına atfederler. Belki de öyledir ama bundan utanmamak gerek. İster istemez kadınca oldu bu soru. Ama kendime hiç hatırımı sormadığımı fark ettim! Sen nasılsın dememişim kendime, kalbime. Hep başkalarını kurtarmayı düşünmüşüm. Sonra bunun çok sapkınca olduğunu fark ettim. Kendimle karşılaşmadan mücadele vermişim. Oysa insan kendini kurtarmak durumundadır. Çok fazla, işin özü bilinmeden konuşuluyor. Bu kadar bilinçsiz, temelsiz konuşmaları geride bırakmak zorundasın. Annenin babanın sana yaptıklarını geride bırakmak zorundasın. Seni taciz eden adamı, kadını, senin ruhuna tecavüz eden patronunu, öfkeni geride bırakmak zorundasın. İnsan olduğunu hatırlamak zorundasın.
Yukarıda bir cevabında daha basit şeyler istiyorum demiştin, sanırım iç dünyanda rahatlamakla ilgili de bu söylediğin…
Biz çok şey biliyoruz. Bu kadar çok şey bilmek istemezdim. 16. Yüzyılda yaşayıp, mum yakıp evimde oturmak isterdim. Kuş tüyü kalemimle şiir yazmak, günde bir patates yemek isterdim. İsterdim Deniz. Şimdi o kadar çok şey biliyor, o kadar çok hikâye dinliyor, o kadar çok acıya şahit oluyorum ki...
Şarkında dediğin gibi her şey yoluna girecek mi?
Bu bizim nasıl bir “her şey yolunda” algısına sahip olduğumuzla ilgili. Biz o arabalara binip, o kredileri çekip, evimizi öyle döşediğimizde, bundan her şey yolunda sonucunu çıkarıyorsak, bence şu an her şey yolunda değil. Ne zaman yalansız, özgürce, adil bir toplum ve dünya var ederiz, o zaman yolunda olacak.