'Hafıza Odası'nda bekleyenler

Ahmet Güneştekin yeni sergisi "Hafıza Odası" ile Türkiye'nin 100 yıllık belleğini sorguluyor. Güneştekin, İstanbul’u katman katman ve tepe tepe ele alırken, eserlerinin içinde konumlandırdığı ayna ile sizi de şehrin ve zamanın içine dâhil ediyor.

Google Haberlere Abone ol

F. Betül Şahin

Hafıza dediğimiz şey, birdenbire ve etkiye kapalı bir biçimde oluşmaz. Hafızayı maddenin halleri üzerinden açıklamaya çalışırsak, gerçek olay; gaz halindedir ve uçucudur; olayı bireysel hafızaya kaydetmemiz gaz halindeyken sıvı hale geçiştir. Bu iki hal arasındaki geçiş süreci, etkiye kapalı değildir.

Gerçek olayın bireysel hafızaya kaydedilmesi, belli faktörlerin etkisiyle olur. Ve bu olayın toplumsal hafızaya dâhil edildiği, başka bir ifadeyle “dondurduğu” hal, katı halidir. Birey, yaşadığı olayı hafızasına aktarır ama toplumsal hafıza o sıvıyı belli bir kalıba dökerek dondurur. Tüm hafıza çalışmalarının altında, bu deneyimin hal değiştirirken, yani hatırlanırken maruz kaldığı etkiler, başka bir ifadeyle, gazdan sıvıya geçiş ve sonra da katılaşma sürecinin mercek altına alınması vardır.

T.G. Asphplant’ın “The Politics of War and Commemoration” makalesinde “tecrübenin kristalleşmesi” olarak anlattığı bu süreç, aslında sanatın hafızamızı donduran tarafını görmezden gelir. Sanat, unutulmaması gerekeni hatırlatmakta, hafızayı dondurmakta, somut hale getirme noktasında tahmin edilenden fazla role sahiptir.

Ahmet Güneştekin, “Hafıza Odası” adlı sergisiyle üzerine düşen bu görevi fazlasıyla yapıyor. Öncelikle tam bir “hafıza şehri” olarak tanımlayabileceğimiz İstanbul’u katman katman ve tepe tepe ele alırken, eserlerinin içinde konumlandırdığı ayna ile sizi de şehrin ve zamanın içine dâhil ediyor. Hilal-i Ahmer, Davut Yıldızı ve Haç sembolleri ile bu şehrin sokaklarına her dinin yaşandığı zamanları ve bu topraklarda görülen tüm imparatorluk rüyalarına götürüyor bizi.

KATMAN KATMAN AN'I DONDURMAK

Hafızayı bir kalıba döküp dondururken farklı elementlerden yararlanması, çok boyutluluğu arttırıyor. Hafızanın buharlaşmasına izin vermiyor, onu seramikle elinde şekillendiriyor, kumaşları bir araya getirerek zamanı “dikiyor”, tahtadan tabutları önümüze seriyor, sıvı boyalarla katman katman, dalga dalga an’ı donduruyor.

.

“İlerigörüşlülük matemdedir, fakat -tuhaf bir bulaşma- bu matem dahi etkindir; böylece Yargı Günü’ne kadar bir konvoyun içinde sürükleniriz; böylece bizzat son istirahatimizi ve tarihin nihaî sessizliğini de bir faaliyete çevirmişizdir: Can çekişmenin sahnelenmesidir bu, hırıltılara kadar sürecek dinamizm ihtiyacıdır...’’ E. M. Cioran’ın Çürümenin Kitabı’ndan alıntıladığım bu bölüm, Ahmet Güneştekin’in “Çürüme/ Decay” çalışmasıyla örtüşüyor.

Büyük ekranda gözümüzün önüne serilen halimiz, toplumun bir yanda havaya beş el ateş ederken, diğer yanda köçeklerin amansız dansıyla, ölümü, şiddeti duyumsamadığımızı gösteriyor bize. Renkli tabutların içinde, en çok siyah tabutlar gösteriyor kendini. Tüm yasıyla, ölümle bütünleştirdiğimiz kapkarasıyla.

Sahi, bu ülkede, kaç cenaze henüz kaldırılmamışken meydanlarda halaylar çekildi? Bir yandan ölür ve öldürürken zilleri takıp oynayan halimizle yüzleşmenin vakti gelmedi mi?

Öte yandan, “İnkar” ve “Dil” adlı çalışmalarıyla şu soruyu sormamızı bekliyor Güneştekin: Zorla öğretilen alfabeler ve inkar ettiğimiz harflerle vedalaşmanın vakti geçmiyor mu?

Bu topraklar üzerindeki ah’ların çığlığını duyuyoruz “Hafıza Tepesinde”de. Kendi çocukluğu, genzimizi yakan lastik kokusu ve yerdeki o çorak toprak, bizi yok saydığımız hafızamıza götürüyor. O koku mu, hafızamız mı genzimizi yakan, bilemiyoruz. Ölümün bizi korkutan rengine karşı , “Ölümsüzlük Melekleri”ni çağırıyoruz. Melekleri sonsuzluk içinde ve yine ahenkle dans eden renklerin içinde buluyoruz. “Ölümsüzlük Melekleri”ne tutunamazsak, “Kutsal Kanatlı Pegasus”la içimizdeki cennete yol almayı umuyoruz.

“Cennetin Yedi Muhafızı”nda acaba Adem ve Havva’yı unuttuğumuz için mi bu haldeyiz, diye sorarken kendimize; “Cennetin Kimin?” ile yeteri kadar hatırlamadığımızı anlıyoruz. Ve en çok cenneti hatırlamanın özleminde olduğumuzu anlatan renklerle, cennetin anahtarını ararken, “Troya’nın Anahtarı” düşüyor elimize. “Yedi Günün Masalı” içinde “Yedi Evin Hüznü”nü barındırıyor.  Kendi sübjektif kavrayışlarımızla, her an yeniden yarattığımız mitoslarla ilişkimiz de aslında yine “hafıza”yla ilgilidir.

47. Emmy ödüllerinin sahibi olan Haluk Bilginer, ödül aldığında “Yaşadığınız toplumun hafıza kaybına uğramadığından emin olun” derken, Ahmet Güneştekin de bunu başka türlü yapıyor.

Bir bomba, bir ölümün zamanı dondurması gibi, “Yoktunuz” eseri bize, gündelik hayata dair her olayı dondurarak yüzümüze çarpıyor zamanın donuşunu. Usta oyuncumuz Haluk Bilginer’e ödül kazandıran hatırlama teması etrafında kurgulanan “Şahsiyet” dizisindeki şu repliği hatırlatıyor: “Bomba patlıyor, elli kişi ölüyor panik olmuyorsunuz, teker teker ölünce mi panik oluyorsunuz?”

Hepimiz bir odada tutuyoruz hatırladıklarımızı, orası, hafıza odası.

.

Bir odada tutuyoruz, kimimiz kapısına kilitler vuruyoruz, kimimiz açıp o odanın içinde oturabiliyoruz. Geçmişle yüzleşebilmemize bağlı hem ferdi olarak hem toplum olarak iyileşmemiz.

Ahmet Güneştekin, hafızayı, hafızaya dair olanı topladığı odaya bekliyor bizi. Hem toplumsal hafızamız hem ferdi hafızamız “Hafıza Odası”nda.