'Meyhane'siz Kumkapı ve son merametçi kadın...
Çirozluk uskumruların, Kumkapı’dan Yeşilköy’e kadar balıkçı evlerinin balkonlarını süslediğini düşünelim. Marmara’dan torik çıkıyor, istavritin, tekirin kimse yüzüne bakmıyor. Kumkapı’nın herhangi bir kıyısından elini soksan midye tutuyorsun. Tavadaki balık kokusu tüm Kumkapı’yı kaplıyor. Deniz küsmemiş daha. Sabah çaylarını en güzel balıkçı kahveleri demliyor. Merametçiler de yanı başımızda...
Berken Döner
Eski bir Kumkapılı olan Nazaret Davityan ile Kumkapı’yı dolaşıp, onun Kumkapısı hakkında konuşmak için sözleştiğimiz saatten biraz erken Kumkapı Meydanı’na geldim. Öğle saatleri olduğundan meydandaki meyhaneler boştu ve akşama hazırlanıyorlardı. Nazaret bey ile buluşmadan bir şeyler atıştırmak için uygun bir yer aradım. Ördekli Bakkal Sokak’taki süt ürünleri ile ünlü Boris’in Yeri’ne gittim. Bir bardak süt aldım ve oradaki çalışan kişiye Nazaret Davityan ile buluşacağımızı, onu tanıyıp tanımadığını sordum. “Nazaret ağabey az önce buradaydı” dedi. Kumkapı’da herkesin büyük bir saygıyla söz ettiği Nazaret Davityan ile biraz sonra buluştuk.
Sıra sıra dizilmiş cumbalı evlerin olduğu bir sokaktan geçiyoruz. Evlerinin rengi solmuş, pencereleri eskimiş, kapılarının önünde şen kahkahalar atan, pencere önlerinde sohbet eden kimse kalmamış, çocukların bile yüz vermediği bir sokaktayız şimdi. Oysa zamanında çok ince bir zevkle yapıldığı belli olan evler bize geçmişin tüm görkemini anlatmaya hazır duruyor. İşte tam o sırada bir kapı açılıyor. Son Kumkapılı’lardan bir hanımefendi evine davet ediyor. Her yer öylesine temiz, öylesine düzenli ki “Az önceki terk edilmiş sokakta değil miyim?” diyorsunuz. Hiç misafir beklenmediği halde her an misafire hazır bir ev burası. Ev sahibi hanımefendi yaşına aldırmadan servis yapıyor. O gün, kahvelerin yanında, özenle hazırladığı kabak tatlısından da ikram ediyor. İşte o an anlıyorsunuz, daha tüm sandıklar açılmamış, kokular gökyüzüne karışmamış, Kumkapı’nın hikayesi son bulmamış. Gelin Kumkapı’yı Nazaret Davityan ile birlikte gezelim.
'MÜTHİŞ BİR ÇOKKÜLTÜRLÜ ORTAMIN İÇİNDEYDİK'
Nazaret Davityan doğma büyüme Kumkapılı. Kumkapı, Kapalıçarşı’ya yakın olduğu için komşu çocukları gibi kendisi de mesleğine çırak olarak Kapalıçarşı’da başlamış. Şu an Çuhacı Han’ın önde gelen mücevher ustalarından. Artık Kumkapı’da yaşamasa da yüreği Kumkapı ile çarpıyor. Sosyal medya yoluyla tüm Kumkapılıları buluşturduğu bir sayfanın da yöneticisi. Bu sayfa, süreç içinde öylesine bir hal alıyor ki eşsiz bir fotoğraf albümüne, belgelere sahip oluyor. Nazaret Bey , “Kumkapıya Özlem” sayfasının hikayesini şöyle anlatıyor: “Kumkapı’nın insanları birbirinden koptu, dağıldı. Fakat hepsinin aklı Kumkapı’da kaldı. Sürekli bize Kumkapı’yı soruyorlardı. Ben ve arkadaşım Hayk Durmaz da bu insanların özlemini dindirmek için fotoğraflar çekip, mail yoluyla onlara yollamaya başladık. İnsanlar çok mutlu oldular. Sonra da bu fotoğrafları 'Kumkapı’ya Özlem' sayfasında yayınlamaya başladık ve bir anda çok büyük bir ilgiyle karşılaştık. İnsanlar kendi fotoğraf albümlerini paylaşıp, izlerini kaybettikleri çocukluk arkadaşlarını, komşularını bu sayfa aracılığıyla buldular.”
Bakımsız, zamana yenilmiş, yıpranmış evlerin sıralandığı kaldırımda oynayan çocukların bakışlarındaki yabancılık ve güvensizliği fark ettiğimde Nazaret Bey’e burada geçen çocukluğunu soruyorum. “Benim zamanımda Kumkapı’da hep aileler otururdu. Pencereler, kapı önleri çiçeklerle bezenirdi. Akşamları kapı önlerinde insanlar hep birlikte oturur, kahve içer, sohbet ederdi. Sabahları da mutlaka herkes kapısının önünü temizler, pırıl pırıl olurdu sokaklar. Evler hep cumbalıydı. Kumkapı dışı dediğimiz yerde de daha çok balıkçı aileleri otururdu. Müthiş bir çokkültürlü ortamın içindeydik. Rumlar da çok yoğundu Kumkapı’da. Nişanca’da Kastamonu ve Yozgat çevresinden gelen aileler otururdu” diye anlatıyor.
İSTANBUL'UN EN ESKİ YERLEŞİM YERLERİNDEN KUMKAPI...
Kumkapı, İstanbul’un en eski yerleşim bölgelerinden. Bizans döneminde Kumkapı, küçük iskele anlamındaki Kontoskalion olarak anıldı. Bu bölge Kumkapı adını Osmanlı döneminde aldı. Semte adını veren Kumkapı, Marmara Denizi kıyısındaki surlarda yer alan beşinci kapıdır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra Rumların yoğun olarak yaşadığı bu bölgenin nüfusunu dengelemek için Anadolu’dan Ermenileri getirterek yerleştirdi. Tarihi çok eskiye dayanan patrikhane semtin tam kalbinde yer alarak semti şekillendirdi. Fatih Sultan Mehmet, ilk önce Samatya’daki Sulu Manastır’ı patrikhane ilan etti. 1461-1641 yılları arasında patrikhane Samatya’da hizmet verdi. 1641 yılında ise Türkiye Ermenileri Patrikhanesi Samatya’dan Kumkapı’ya taşındı. Patrikhane’nin tam karşısındaki kapı Meryem Ana Kilisesi’ne açılır. Nazaret Bey ise bizleri daha da eskiye, Bizans’a kadar götürerek, kilitli kapıları açtı, Bizans mahzenleri ve ayazmalarıyla buluşturdu. Meryem Ana Kilisesi’nin altında bir ayazma vardır ve aslında burası Bizans’tan kalma eski bir Rum Ortodoks Kilisesi’dir. Patrikhane Kumkapı’ya taşınınca bu kilise Ermenilere verildi ve Patriklik Kilisesi mertebesine yükseldi. Gök Gürlemesinin Oğulları anlamındaki Vortvots Vorodman Kilisesi ise Anadolu’dan gelen Ermeniler için ayrı bir değere sahiptir. Varto ve Lice depremleri sonrasında Varto, Muş, Siirt ve Bitlis’ten İstanbul’a göç eden evsiz Ermenilere kucak açtı. Günümüzde Vortvots Vorodman Kilisesi , aslına uygun olarak restore edilip ,yeniden hizmete açıldı. İbadete açık olan kilise aynı zamanda Patrik Mesrop Mutafyan Kültür Merkezi adıyla kültürel etkinliklerin de mekanı konumundadır. Semtin en önemli mekanlarından biri de Bezciyan Okulu’dur. Semtin hafızasında çok değerli bir yere sahip olan bu okul, kendi adına bir okul yaptırmayı çok isteyen Harutyun Amira Bezciyan’ın büyük desteğiyle yapıldı.
Kendisi de Bezciyan Okulu mezunlarından olan Nazaret Bey öğrencilik yıllarını şöyle anlatıyor: “Çocukluğumda Bezciyan Okulu çok aktifti, üç yüz elli öğrencisi vardı. Şimdilerde ise yaklaşık yüz otuz öğrencisi var. Oysa biz çocukken bir sınıfta kırk kişiydik. Günümüzde temel derslere ek olarak konservatuvara yönelik de bir çalışma yapılıyor. Öğrencilere ud, keman ve piyano çalması öğretiliyor. Okulumuzun derneği de oldukça aktif. Örneğin masa tenisi ekibi, yaklaşık yirmi senedir derneklerarası tüm yarışmalarda birinci oluyor. Bizim zamanımızla şimdiki arasındaki en büyük fark, öğrencilerin Kumkapı’dan değil, İstanbul’un çeşitli semtlerinden geliyor olması. Çünkü Kumkapı’da maalesef artık çok az sayıda kaldık.”
İstanbul'un 150 yıllık kaymağını bulacağınız adres: Boris'in Yeri
'KUMKAPI'DA MEYHANE KALMADI'
Kumkapı günümüzde artık sadece meyhaneleriyle biliniyor. Meyhanelere kimsenin yüz vermediği bu saatlerde eski meyhanecileri hatırlıyoruz. Nazaret Bey ilk gençliğinin meyhanelerini keyifle anlatıyor; “Kumkapı’da meyhane kalmadı. Günümüzdekilere restaurant demek daha doğru olur. Eskiden üç beş meyhane vardı. Şimdiki gibi tüm meydan tıklım tıklım dolmamıştı. Örneğin Kör Agop namlı Agop İnciyan ilk meyhanesini denizin kenarında açtı. Tekneden bozma bir yerde balık çorbası yapardı arkadaşlarına, kırlangıç çorbası çok ünlüydü. İnsanların hoşuna gittiğini görünce işini büyüttü. Sonra bir meyhane açtı. Agop’un bu kadar ünlü olmasında eşi Marta’nın yaptığı mezelerin payı çok büyüktür. Kör Agop’a kör denmesinin sebebi gerçekten bir gözünün kör olmasıydı. İlginç olan ise eşinin ve çok sevdiği kurt köpeği Zalim’in de bir gözünün kör olmasıydı. Hemen onun yanında Minas Misisyan’a ait Minas’ın Kıraathanesi’ni vardı. Minas, Kör Agop’un meyhanesine rağbet olduğunu görünce kıraathanesini meyhaneye dönüştürdü. Sonra Yorgo’nun Yeri, Beşiktaşlı Çamur Şevket’in Kartallar Meyhanesi, açıldı. Başka da meyhane yoktu. Kumkapı’nın lakerdacıları da çok ünlüydü ve Kör Agop’un ağabeyi Jirayr da köşede lakerda satardı. Bu meyhanelerin en önemli özelliği pencerelerinde perde olmasıydı. İçerisi gözükmezdi sokaktan. Meyhanenin böyle bir kültürü vardı. Üç dört çeşit meze vardı ama hepsi çok özenilerek yapılırdı. Bunlar arasında en çok kalamar dolma, pilaki, karides salatası ve lakerdayı hatırlıyorum. Lakerdayı her meyhane kendi yapardı. Daha doğrusu tüm Kumkapı’nın evlerinde lakerda kurulurdu. Dışarıdan almak ayıp karşılanırdı. Çocukken tüm evlerden tütsülenmiş, tuzlanmış balık kokusu gelirdi.”
İyot ve balık kokusu gelen Kumkapı’dan bir zamanlar doğuş yortusu öncesinde “melkon, kaspar yev bağdasar” şarkısını söyleyen çocukların sesleri de gelirmiş. Kumkapı’nın çocukları ellerindeki fenerlerle tüm kapıları çalar, karşılığında büyüklerden şeker ve para alırlarmış. Nazaret Bey geçmiş bayramları şöyle anlatıyor: “Bayramlarımız neşe içinde kutlanırdı. Paskalyada kiliseden çıkan tüm cemaat Kumkapı’nın çevresini dolaşarak ayinlerini yapardı. Komşularımızla büyük bir dostluk içindeydik. Müslüman komşularımızın kendi bayramlarında kurduğu sofralar, bizim bayramlarımızda ise çöreklerimiz ve dolmalarımız meşhurdu. Din ve ırk ayrımı kesinlikle yapılmazdı.”
Bayramlar bittiğinde de Kumkapılılar beraber ve neşe içinde yaşamanın yollarını bulmuşlar. Akşam yemekleri çabucak yendikten sonra doğruca sinemaların yolu tutulurmuş. Kumkapı bir zamanlar yazlık sinemalar semtiymiş. Sekiz tane yazlık sinemaya ev sahipliği yapmış bu küçük semt. Her ne kadar hiçbir filmi sonuna kadar bitiremeden, annelerinin kucağında evlerine götürülen çocuklardan birisi olsa da, Nazaret Bey yazlık sinema günlerini hiç unutmamış: “Kumkapı’da sekiz tane sinema vardı. Kadırga Işık Sineması, İncirdibi İnci Sineması, Azak yazlık-kışlık Sineması, Nişanca Nil yazlık-kışlık sineması, Hisardibi Akçınar Sineması, Langa Başar Sineması, Yenikapı Gar ve Ulus Sinemaları. Nil Sineması’nı çok iyi hatırlıyorum. Çünkü çok şıktı. Balkonlu ve localıydı. Akşamları her zaman sinemaya giderdik. Evlerimiz de çok yakındı. Ertesi gün de toplanır dün geceki film hakkında konuşurduk.”
KUMKAPILILAR'IN MEŞHUR PİKNİKLERİ...
Kumkapı’nın eğlenceleri sadece yazlık sinemayla kalmamış. Birbirinden ünlü kalender meyhaneleri, sinemaları, renkli bayram günleri yaşayan Kumkapılılar'ın piknikleri de meşhurmuş. Hiçbir pikniği kaçırmayan Nazaret Bey anlatıyor: “Bezciyan Okulu’nun ve Gençlergücü futbol takımımızın yararına olurdu pikniklerimiz. Annelerimiz dolmalar, börekler hazırlar Florya’ya, Polonezköy’e giderdik. Ama mutlaka her on beş günde bir tüm Kumkapılı’lar Ereğli’ye pikniğe giderdik. Tabii Ereğli Kumkapı’ya çok uzak fakat yolun nasıl geçtiğini anlamazdık. Birimizin elinde tef, diğerinin elinde darbuka şarkılar söyleyerek giderdik. Şimdilerde bu piknikleri ve adetlerini Kınalıada’da sürdürmeye çalışıyoruz.
Çirozluk uskumruların, Kumkapı’dan Yeşilköy’e kadar balıkçı evlerinin balkonlarını süslediğini düşünelim. Marmara’dan torik çıkıyor, istavritin, tekirin kimse yüzüne bakmıyor. Kumkapı’nın herhangi bir kıyısından elini soksan midye tutuyorsun. Tavadaki balık kokusu tüm Kumkapı’yı kaplıyor. Deniz küsmemiş daha. Sabah çaylarını en güzel balıkçı kahveleri demliyor. Merametçiler de yanı başımızda. Ucundan kıyısından yetiştiği o günleri şöyle anlatıyor Nazaret Davityan, “Balıkçıların ağlarının kazanlarda boyanıp, yırtık ağların onarılması işine ‘merametçilik’ denir. Kumkapı’nın Ermeni balıkçıları da bu işi yapardı, balıkçıların eşleri de.1928 doğumlu Agavni Demirciyan o günlerden kalan son merametçilerdendi. Yakın zaman önce kendisini kaybettik. Balık çok tükettiği için uzun yaşadığını söylerdi. Yaşadıkları, gördükleri ve anlatımı ile tam bir Kumkapılı’ydı. Mesela biz Arbo Reis derdik, “Yooo, ona köylünün Arbo denir.” diye düzeltirdi. Reislerin hepsinin bir lakabı olduğunu söylerdi. Kalafat yerinde doğmuş ve sonrasında Kömürcü Sokak’ta oturmuş. On yedi yaşında “meramet” ile tanışmış ve yirmi yıl ağlarla yaşamış. Maalesef evlenmek kısmet olmamış. Eniştesinin denizin üzerinde Çöplük Palas adlı bir meyhanesinden bahsederdi. O anlatırken sanki ben yaşıyordum, çünkü ben ne Kalafat yerini ve ne de o günleri görmüştüm. Kumkapı’nın son kadın merametçisi ise Alis Zurikyan’dır. O da çok yaşlandı.”
Kumkapı’da bugünlerde güzel bir hareketlilik var. Patrikhaneye bağlı Papaz Evleri restore edilmiş ve otel olarak hizmet vermeye başlamış. Bezciyan Okulu çağdaş bir okul görünümünü almış, okulun derneği eksiklerini tamamlamış. Bütün bunlara rağmen, Kumkapı kendine özgü o insanlarını yitirmiş. Kumkapı’yı hüzünlü bir sis içinde geride bırakıp uzaklaşırken, bu görüntünün saatlerce Kumkapı sokaklarında dolaştığımız Nazaret Bey’in yüzüne, davranışlarına hatta ses tonuna nasıl da yansıdığını düşünüyorum. Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri adlı şiirindeki şu dizeleri geliyor aklıma:
“…İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine benzer…”