Ağaçlar
Kurumuş ağaçlara koşardım. Çocukluğumun boş arsasındaki kurumuş ağaca! O ağaç ne zamandan beri oradadır, ne ağacıdır hiç kimse bilmezdi. İlginç olan şu ki, hiç kimse de bunu bilmek, öğrenmek istemezdi. Eğer öğrenirsek, sanki bir büyünün bozulacağından korkardık. O herkesin ağacıydı. Oraya dikilmiş, soyut bir anıt-heykel gibiydi. Kim bilir kaç kuşağın çocukluğuna tanıklık etmiştir?
Ağaçlar insana heyecan veriyorsa, yaşamı hissediyor demektir. Yaşamı anlamlandıran dinamikleri sadece insana indirgememek gerekir. Ağaçlar bizi sessizce izlerler. Yangını kimin başlattığını, ateşi kimin çaldığını, suyu kimin aldattığını, gerçeğin daha ötesini ve her şeyi bilirler.
Hiç unutmam, dergilerde yeni yeni şiirlerimi yayınlamaya başladığım yıllarda, şiirimi yayınlayan bir derginin editörünü ziyaret etmiştim. “Sanatçının genç bir adam olarak portresi” olarak acemi acemi konuşurken, editör bana şöyle bir soru sormuştu: “’İki saatlik ömrün kaldı’ deseler ne yaparsın?” Ben de hiç duraksamadan, “ağaçlara koşarım” demiştim. Ağlamıştı. Aradan kırk yıldan fazla zaman geçmesine karşın, aynı soruyu sorsalar, ben yine aynı cevabı veririm.
Evet, ağaçlara koşarım. Örneğin, incir ağaçlarına koşarım. Çocukluğumda, bizim evin biraz ilerisinde, diğer bağlara giden patika boyunca incir ağaçları vardı. Aradan kırk yıl geçtikten sonra, bir gün o bağın olduğu yere gittik. Ben oraları tanıyamayacağım için, ablam götürmüştü. Gerçekten de bağın yeri mahalle olmuştu. Her yer göz alabildiğine evdi. Bir sokaktan geçerken, ablam, "işte o incir ağaçlarının olduğu patika burası" dedi. Bulunduğumuz yer asfalt bir sokaktı. Çok üzüldüm. Hiç incir ağacı yoktu. Ama bazı evlerin duvar diplerinde, yol kıyılarındaki taşların arasında incir filzleri boy vermişti. Evet, tanımıştım, burası, orasıydı. Yıllar sonra o incir ağacı ve ötekiler aşağıdaki düzyazı şiirimin izleğini oluşturacaktı:
“İNCİR
bir itirazdan söz ediyorum. sert, inatçı, engel tanımaz bir başkaldırıdan. bir bilgeden. yapraklarında biriktirdiği toz uzun zamanlarda biçimlenmiş düşünce tohumlarıdır. nice poyrazlara dayanmış, şu serin yaz sabahının nazlı rüzgarına mı boyun eğecek? yitik bir kavmin kendi küllerinden doğması. önünden geçerken saygıyla eğilmeyen kim olabilir ki? hani ıtalo calvino'nun ‘görünmez kentler’ inden birinde, keçilerini uzun zamandır getirmediği bir otlağa getiren bir çobanın, otlağın yerinde bir kentle karşılaşması, kaybolmuş otlağı ararken ararken,
keçilerinin refüjlerdeki otlardan, bu kentin eski otlakları olduğunu anlaması gibi, aslında bu kayalıkların zamanında bir incir ormanı olduğunu düşünebiliriz.
incir ağacına yaklaştığınızda, kendine özgü kokusu, ilkokul ikinci sınıf öğrencisiyken, eşikte sizi okula uğurlayan annenin kokusuyla aynıdır; sıcak, güven verici... ama bu sadece kokusu için söylenebilir. yoksa, incirin yabanıl uzaklığı, zehirli sütü bir anneyle kıyaslanamaz. belki tanımadığımız bir kadınla kıyaslanabilir. nereden gelip nereye gittiğini, dilini, kimin nesi olduğunun bilinmediği, gizemli. oralarda, güneşte ısınmış kayalarda tek başına duran.”
Herman Hesse, “Ağaçlar” adlı kitabının bir yerinde, bir süre yaşadığımız her yerin, ancak orayla vedalaştıktan epey sonra belleğimizde biçim kazandığını ve hiç değişmeyen bir imgeye dönüştüğünü öne sürecektir. Buralarla ilgili olarak kendisinde özellikle ağaçların imgesinin kaldığını belirtir. Hesse’ye göre, ağaçlar güzel ve sevilesidir. Kendini binalarda ifade eden insanın karşısına doğanın masumiyetini koymakla kalmaz, toprağın türü ve ömrü, iklim ve hava, ayrıca insanın anlamı üzerine de çok şey söylerler.
Bana, “’iki saatlik ömrün kalsa, ne yaparsın?” diye sorsalar, evet, ağaçlara koşarım. Örneğin dut ağaçlarına koşarım. Çocukluğumda evimiz zambak, aslanağzı, fulya, ortanca, kuşkonmaz, reyhan, küpeçiçeği, gelinteli, kasımpatı, karanfil ve sarmaşık çiçekleri içindeki bir bağ eviydi.. Bir de büyük bir asmamız vardı, iri üzüm salkımlarının sarktığı. Asmanın altında da kuyumuz vardı. Oradan su çekerdik. Yerin altındaki birisinin, kovaya su doldurduğunu düşünürdüm. Yaz aylarında babam karpuz sarkıtırdı kuyuya, soğuması için. Buzdolabımız yoktu. Bir de büyük dut ağacımız vardı, evimizin avlusunda. Geçen yazdan kalma, kurumuş bir cırcırböceği bulurdum dalların arasında. Sanki bütün şarkısını kullanmış ve tüketmiş, bu yüzden içi boşalmış gibi gelirdi bana. Yaprakların en yoğun olduğu yaz günlerinde, dut ağacına tırmanır, yaprakların arasında kaybolur giderdim. Sıcak ve hüzünlü sessizlikte, dem çeken kumruları yakından izlerdim.
Evet, zeytin ağaçlarına koşarım. Evimizin biraz ilerisinde, bağlarda, yol kenarlarında sahipsiz zeytin ağaçları olurdu. Samimi, güven veren, kendinden emin duruşlarıyla zeytin ağaçları…onların günlerce süren Akdeniz yağmurları altında beklemeleri, geceleri yıldızlarla fısıldaşmaları, buna tanıklık etmem, beni yaşıyor olduğuma da inandırırdı.
Ladinlere koşarım, mavi ladinlere. Evimin yolu üstünde çok sevdiğim, bahçeli, tek katlı bir ev vardı. Bahçesinde görkemli bir mavi ladin vardı. Bir gün o evi müteahhite verdiler. Yerine bir apartman yapıldı. Bir akşamüzeri eve dönerken, apartmanın önünde iki adam gördüm. Adamlardan birinin elinde motorlu testere vardı ve mavi ladini kesmeye başlamıştı. Dehşet içindeydim. Niçin kestiklerini sordum. Mavi ladin apartmana yakın olduğu için balkonlardan dairelere hırsız girmesini kolaylaştırabilirmiş. Balkonlarda önlem almak yerine mavi ladini kestiler. Ladin yere doğru düşerken, göz göze geldik. Uzak dağ yamaçlarının rüzgârıyla devrildi. Hiçbir şey yapamadım. “Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü” vardı.
Ağaçları uzun uzun aramaya gerek yoktur. Her yerde karşımıza çıkarlar. Kentlerde, tarlalarda, mezarlıklarda, duvar diplerinde, köşe başlarında, yamaçlarda, vadilerde… “Bitkilerin En Güzel Tarihi (Jean-Marie Pelt vd.)”nde, Fransa’nın en yaşlı ağaçlarının Normandiya mezarlıklarında sık rastlanan porsukağaçları olduğu anlatılır. Adil İzci de, “Ağaçlar Kitabı”nda erik ağaçlarından söz ederken, eskiden İstanbul’da erik ağaçlarına demiryolu boyunca sık rastladığını ve aklına tuhaf yolculuklar geldiğini anlatır. “Bir istasyondan çıkıp erik ağaçlarını koklaya koklaya istasyonlar boyunca gitsem. Saatlerce. Hayır günlerce. Tıpkı bahar haikuları yazmak için yollara düşen eski Japon şairleri gibi.”
Kurumuş ağaçlara koşardım. Eskiden öyle her yerde çocuk parkı yoktu. Mahallelerde boş arsalar olurdu. Bizim sokakta da boş bir arsa vardı. O arsada belki de her çocuğun kendine ait bir köşesi olurdu. Özellikle yaz akşamlarındaki arsa yaşantısı bir masal gibi olurdu. Toplanırdık, top oynardık, tahtadan ya da telden-tenekeden yaptığımız kılıç, tavşan, otomobil gibi oyuncaklarımızı gösterirdik birbirimize. Yaz akşamlarında, geç vakitte evlerimize dağıldığımızda, orada tek başına kalan gecenin arkamızdan hıçkırarak ağladığını duyardım, sanki. Ertesi gün yine o arsada gölge, kuşlar, duvar dibi, kurumuş ağaç, yıldızlar, cırcır böceklerinin sesi heyecanla bizi karşılardı. Annemiz, babamız, kardeşlerimiz ve arkadaşlarımız ölümsüzdü. Bir gün onları kaybedeceğimiz asla aklımıza gelmezdi. Soluk soluğa yaşamaktan, böyle şeyleri düşünemezdik ki! Komşu kadınlarla sohbet eden annelerimizin yaz eşiklerindeki tanrısal sesleri susunca, evlerimize gitmemiz gerektiğini anlardık. Havada müthiş nemli, iyot kokan bir Akdeniz kokusu olurdu. Savaş, cinayet nedir bilmezdik. Televizyon yoktu ve her gün bir adam oradan bağırarak bizi azarlamazdı. Kendimizi güven içinde hissederdik. Korkmazdık.
Evet. kurumuş ağaçlara koşardım. Çocukluğumun boş arsasındaki kurumuş ağaca! O ağaç ne zamandan beri oradadır, ne ağacıdır hiç kimse bilmezdi. İlginç olan şu ki, hiç kimse de bunu bilmek, öğrenmek istemezdi. Eğer öğrenirsek, sanki bir büyünün bozulacağından korkardık. O herkesin ağacıydı. Oraya dikilmiş, soyut bir anıt-heykel gibiydi. Kim bilir kaç kuşağın çocukluğuna tanıklık etmiştir? Aslında onu ağaç olarak görmüyorduk. Orada bir boşluk gibi, kendini bekleyen bir nöbetçi gibi duruyordu. O sadece bir biçimdi, belki de. Bizim istediğimiz şeye benzettiğimiz bir biçim. Annesine küsen, kardeşiyle kavga eden, babası tarafından tartaklanan gelir, o kurumuş ağacın gövdesine yaslanırdı. O bizi teselli ederdi. Bize sahip çıkardı.
“İki saatlik ömrün kalsa ne yaparsın?” diye sorsalar, evet, ağaçlara koşarım. O anda çevrede ağaç yoksa, kurumuş otlara, çalılara koşarım.
“bir ağustos öğlesini dallarının arasında dinlendiren tozlu çalılık, hüzünlü bir mutluluktur. biçimsiz bir öbekmiş gibi görünen kurumuş otlar, kendiliğinden olmanın, ıssızlığın, sessizliğin biçimidir. güneşte ısınmış bir kuru çalılık, içinde sakladığı küçük bir kertenkele ile soyluluğun güven veren sığınağından başka nedir? yaz-kış yeşil kalan şımarık bir maki çalılığının yanında, ilkbaharda açtığı göz kamaştırıcı çiçekleriyle arılara da olanak sunan kurumuş bir ot yığını, şimdi alçakgönüllülüğün ta kendisidir. yol kıyısındaki bir kuru ot öbeği, orada, geri dönülmezcesine atılmış bir adımdır. kendini bir şeylere adamışlığın görüntüsüdür. verilmiş bir sözün yerine getirilmesidir de. bir taşa oturmuş, düşünen bir insana, oraya buraya savrulup duran kararsız bir kurumuş çalılıktan başka en iyi esin kaynağı ne olabilir ki! kurumuş otlar doğanın belleğidir, yazın içeriğidir. bir çalılık, üstünde hiçbir yeşil leke kalmasa bile kurumuş sayılmaz. ancak dallarına konuk ettiği bir çekirge sesiyle kendini tamamlar.
kurumuş otlar: ateşi başlatan isyan.”
Herman Hesse ne diyordu: “…Ağaçlar insanın anlamı üzerine de çok şey söylerler.” Çünkü ağaçlar bizi duyarlar. Düşüncelerimizi hissederler. Toprağın üstünde ayrı ayrı duruyorlarmış gibi görünmelerine karşın, toprağın altında kökleri sarmaş dolaştır. Metrelerce uzaktaki başka bir ağaca konuk gidebilirler. Tehlikelere karşı birbirlerini haberdar edebilirler. Kurosawa’nın efsanevi filminin kahramanı İşte, Dersu Uzala’nın ağaçlardan “adam” diye söz etmesi boşuna değildir. Aşağıdaki şiirim, sessiz ve rüzgârsız bir Ağustos öğlesinde, ulu bir çam ağacının altında otururken, ağacın içinden gelen uğultuyu duyduktan sonra kafamda biçimlenmeye başlamıştı:
“UĞULTU
rüzgârın koyduğu adlarla öğrendik ağaçları
çınarı bir uğultuyla tanımlıyoruz
darağacını bir sessizlikle.
gece yanlış biliyor her şeyi
ışığın bir boşluktan geldiğini söylüyor
yolların bir ayrılıktan.
artık taş kendini öne sürüyor
törenlerin kovulmuş çocukları
ölülerine tutunarak güçleniyor.”
Peter Vohlleben, “Ağaçların Gizli Yaşamı”nda, Zürafaların Afrika savanlarındaki akasyaları sürekli yedikleri halde ağaçların bu duruma nasıl direndikleriyle ilgili bir araştırmadan söz eder. Vohlleben’e göre, zürafaların yemeye başladığı her akasya, diğer akasyaları uyarmak için özel kokulu bir gaz üretmektedir. Böylece zürafalar en az yüz metre ötedeki, olaydan henüz haberi olmayan akasyalara yönelmektedir. Vehlleben ayrıca ağaç liflerinin iyi bir ses iletkeni olduğunu belirtir. Müzik enstrümanlarının kaliteli olanlarının ağaçtan yapılmış olmaları boşuna değildir. Ağaçlara yuva yapan kuşlar, yırtıcı düşmanlarının seslerini bu iletkenlik özelliği sayesinde hemen duyarlar ve önlem alırlar. Ama bir ormandaki ağaçların, onları kökünden sökerek yok etmek üzere ormana dalan kesici makinalara, motorlu testerelere karşı yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Bu kesici aletleri kullananlar ve onları yönlendirenler ile ağaçların yok edilmesini içeren uzun vadeli politikaları belirleyenler, en tehlikeli unsurlardır. Ağaçların onlara karşı, oldukları yerde olmaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Ormanlar, onların yoldaşı olan bir avuç insanın çığlıklarına karşın, kötü niyete ve çıkar ilişkisine son derece açık olan baraj, yol, köprü yapımı gibi gerekçelerle yok edilmektedir.
Şu sözleri yaşlı bir Kızılderili kadın değil de, sanki yaşlı bir ağaç söylemiştir: “Beyazlar hiçbir zaman toprağa ya da geyiklere ya da ayılara aldırmadılar... biz kızılderililer bir hayvanı öldürdüğümüz zaman, onun bütün etini yiyoruz... kökleri kazdığımızda küçük çukurlar açıyoruz... ev yaptığımızda küçük çukurlar açıyoruz... biz çekirgeler için otları yaktığımızda hiçbir şeyi mahvetmiyoruz... biz, meşe palamutlarını ve fıstıkları sallayarak düşürüyoruz. ağaçları baltalayıp devirmiyoruz... biz yalnızca kurumuş ağaçları kullanıyoruz... ama beyazlar toprağı deşiyorlar, ağaçları söküyorlar, herşeyi öldürüyorlar... ağaç diyor ki, ‘yapma. acıyor... canımı yakma’ ama onlar, onu baltalayıp kesiyorlar... toprağın ruhu, onlardan nefret ediyor... kızılderililer asla bir şeyin canını yakmaz, ama beyazlar her şeye zarar veriyorlar... kaya diyor ki, ‘yapma. canımı yakıyorsun’ ama beyazlar hiç umursamıyor... oysa beyaz adamın ona dokunduğu her yer acıyor...”