Kanlıca: Boğaziçi’nde bir köy

Mimar Fuat Selim Ramazanoğlu’nun, yaklaşık on üç yıllık bir araştırmanın ürünü olan "Kanlıca Boğaziçi’nde Bir Köy" kitabı iki cilt halinde yayımlandı. Ramazanoğlu ile kitabını, "Boğaziçi kültürü"nü ve Kanlıca'yı konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Berken Döner

DUVAR - Mimar Fuat Selim Ramazanoğlu’nun Kanlıca Boğaziçi’nde Bir Köy adlı kitabı iki cilt halinde yayınlandı. İlk ciltte Kanlıca ve Boğaziçi coğrafyası, Kanlıca’nın tarihi, coğrafi ve sosyo-kültürel yapısı yer alıyor. Kitabın ikinci cildinde de Kanlıca’daki tarihsel önemi olan yapılar, yalılar ve yalı kültürü, kasır ve köşkler, korular ve su yapıları yer alıyor. Kitabın hazırlık aşamasında yüz on söyleşi ve görüşme yapılmış; yüz elli adet Osmanlı arşiv belgesi kullanılmış. Kitap, yaklaşık on üç yıllık bir araştırmanın ürünü olarak, bin iki yüz seksen sayfadan oluşuyor. Gelin Kanlıca tarihine doğru, hep birlikte bir yolculuğa çıkalım.

Berken Döner ve Fuat Selim Ramazanoğlu

YALININ KONUKLARI ARASINDA EN DEĞERLİ İSİM: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Fuat Selim Bey, sizin yedi kuşak Kanlıcalı bir ailenin üyesi olduğunuz biliyoruz. Bu bağlamda bize neler söyleyebilirsiniz?

Biz çok eski, iki yüz yıldan fazla Kanlıcalı bir aileyiz. Bizim özelliğimiz, bugün bile aynı semtte yaşıyor olmamız. Haliyle bu durum belli bir kültürel birikim yaratıyor. Sosyal çevreniz sizi şekillendiriyor. Bizim evimizde her zaman çağdaş, batılı bir hayat tarzı vardı. Ben büyük dedemin, 1901 yılında yaptırdığı Hacı Ahmet Hayri Bey Yalısı’nda doğdum. Bizim ailenin inşaat kalfası Rum Kosti Kalfa’ydı. Dedem bu yalıyı onun yapmasını istemiş ama Kosti Kalfa, dedeme; “Efendim, oğlum George İtalya’da mimarlık eğitimi görüyor. Vaktiniz varsa bekleyin, o yapsın” demiş. Dedem iki sene beklemiş ve İtalya’dan dönen mimar George yapmış yalıyı. Bu yüzden yalıdaki İtalyan üslubu hemen göze çarpıyor; şapkalı baca süslemeleriyle, eğrisel saçaklarıyla kendisini belli ediyor. Oysa Osmanlı üslubundaki yalılarda büyük bir selamlık bölümü vardır ve kayıkhanenin üstünde yer alır. Haremlik bölümü de çok büyüktür. Batılı tarzda yapılan yalılarda ise mekanlar iç içe geçmiştir. Dedem Fuat Ramazanoğlu, çok aydın, ileri görüşlü birisiydi. Yalının mimari yapısının Batılı tarzda olduğu kadar, ev içi yaşantısı da Batılıydı. Konukları hiç eksik olmazdı ama bu konukların arasında en değerli isim Mustafa Kemal Atatürk’tü. Atatürk, vefatından bir yıl önce Acar moturuyla, Çubuklu’ya, bir düğününe gidiyormuş. Yanında da Sabiha Gökçen ve maiyetindekiler… O sırada Kanlıca’da, dedemin evinde de sünnet düğünü hazırlıkları varmış. Bunun için bütün yalı ampullerle aydınlatılmış. O zamanlar “men’i israfat kanunu” varmış. Düğünlerde israfın yasaklanmasına dair bir kanun bu. Yalının ampullerle aydınlatılmış görüntüsü Atatürk’ün dikkatini çekmiş. Bu esnada davetliler Acar moturunu tanıyıp, “Paşamızı istiyoruz” diye tezahurat yapmaya başlamışlar. Atatürk, yalının sahibi ve sünnet düğünü hakkında bilgi aldıktan sonra, yalıya gelmiş. Dedemle tanışmışlar. Hazırlıksız geldiği için katibine talimat vermiş. Amcama 600 lira ve babama 400 liralık birer çek yazdırmış, onları kutlamış. Dedem bu çekleri eline aldığı zaman “Paşam, sizin kıymetli imzanız yanında bu çekin hiçbir değeri yok. Ben sizin imzanızı aileme miras bırakmak isterim” demiş. Atatürk çok duygulanmış ve birer imzalı belge daha vermiş. “Bunları saklayın” demiş. Bu çekler çerçevelenmiş biçimde her zaman evimizin başköşede asılı durdu. Bu olay, ailemizin en kıymetli hatıraları arasında ilk sırada yer alır. Maalesef bir yıl sonra da Atatürk, hayatını kaybetmişti.

Kitabın hazırlık aşaması hakkında bilgi verir misiniz?

Hacı Ahmet Hayri Bey Yalısı satıldıktan sonra, müthiş bir boşluk içinde hissettim kendimi. Eğer hala orada yaşıyor olsaydım böyle bir kitap ortaya çıkmazdı. İnsan kaybettikten sonra değerini daha iyi anlıyor. Yedi kuşak Kanlıcalı bir aile olarak, Kanlıca’ya bir vefa borcumuz olduğunu düşündüm. 2005 yılında bu kitabı hazırlamaya başladım. Böyle bir kitap yazma fikri, yine bir Kanlıca kitabıyla karşılaşmamla oldu. Yalı komşumuz, bestekar Vecdi Seyhun, vefatından önce, kendi kitaplığından Cabir Vada’nın, Boğaziçi Konuşuyor ve Kanlıca Tarihçesi adlı kitabını yine bir başka komşumuz Ertuğrul Kayıhan Bey’e bırakmış. Bir gün Ertuğrul Bey’i ziyaretimde bu kitaptan söz açıldı. Son derece yalın, bir o kadar da yoğun bir kitaptı. Çok beğendim bu kitabı. İşte o an ben de bir Kanlıca kitabı hazırlamaya karar verdim. Her şeyin başlangıcı o kitaptır. On üç sene boyunca çalıştım. Semtlerin sosyo-kültürel yapısı, mimari ve mekansal yapısından ayrı düşünülemeyeceği için hem mimari bağlamda, hem toplumsal anlamda bütünlüklü bir çalışma ortaya koymak istedim. Ve sonuçta iki ciltlik bir çalışma ortaya çıktı. Kanlıca’nın eski sakinleri çok ilgiyle karşıladı beni. Hepsi destekledi. Aile albümlerini açtılar, en nadide fotoğrafları çıkarıp verdiler. Röportaj yaptığım pek çok kişi yaşamını yitirdi. Sesleri kaldı bir tek.

Kanlıca: Boğaziçinde Bir Köy, Fuat Selim Ramazanoğlu, İON Mimarlık, 2017.

“Boğaziçi kültürü” ne ifade ediyor? Kanlıca bu kültürün neresinde yer alıyor?

Boğaziçi, 16. yüzyıldan itibaren hatırı sayılır kişiler tarafından tercih edilir olmuş. 17. ve 18. yüzyıllarda en görkemli dönemini yaşamış. Köklü Osmanlı aileleri Boğaziçi’ne yerleşmeye başlamış. Onun öncesinde çok keşfedilmemiş bir yer. 20. yüzyılda özgünlüğü gitmeye, taklit yapılar çoğalmaya başlamış. Boğaziçi’ni en iyi Abdülhak Şinasi Hisar, Samiha Ayverdi anlatır. “Boğaziçi kültürü” dediğimiz şey, bir deniz kültürü. Denizden beslenen, denizin odak noktası olduğu bir kültür. Padişahlar bile lüfer balığı tutmak için tebdil-i kıyafet Kanlıca’ya gelirmiş. Yalıların mimarisi oldukça özgün.Denizin bütün hareketlerini, sesini, yansımasını pencerelerden içeri aksettirerek tasarlanmış. Yatağa uzandığınızda tavana bakarsanız denizden ışık yansımasını izleyebilirdiniz. Elektrik yokmuş. Çok başka bir eğlence anlayışı hakimmiş. Akşamları meşkler, sandal sefaları yapılırmış. Buharlı gemiler olmadığı için, Anadolu Yakası’ndan Rumeli Yakası’na geçerken kayıklar kullanılırmış. Bütün Boğaziçi yalıları yüksek tavanlıdır. Yalı kültüründe en önemli olan şeylerden biri “kayıkhane”lerdir. Kayıkhanelerin üzerinde kürekçilerin- ki hamlacı denirdi- odaları bulunurdu. Bazı yalıların koruları vardı ve korularının üstünde “mehtabiye köşkleri” vardı. Yalıyı tek bir bina olarak algılamamak gerekiyor. Kayıkhanesiyle, koruluklarıyla, müştemilatıyla, çalışanların odalarıyla bir bütün. Av zamanı koruluklara çıkılır, balık tutmak içinse deniz kullanılırdı. Yalı pencereleri daha ziyade yataydır, sonradan dikeyleştirilmiştir. Genellikle “giyotin pencere”ler kullanılmıştır. Kapı ölçüleri de devasa diyebileceğimiz kadar büyüktür. Duvarlar dönemine göre ya bağdadi sıva üzerine kalem işi yapılmış ya da düz boyanmıştır. Tavan süslemesi olmazsa olmazdır. Bütün yalılar boyalıdır ama aşı boyası daha dayanaklı olduğu için tercih sebebiydi. Çengelköy’de Sadullah Paşa Yalısı; Kandilli’de Kont Ostrorog Yalısı; Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı… Bunlar en bilinen aşı boyalı yalılardır.

KANLICA YOĞURDUNUN UZUN BİR GEÇMİŞİ YOK

Çocukluğunuzun Kanlıca’sını nasıl hatırlıyorsunuz?

Ben ucundan kıyısından yakaladım Boğaziçi kültürünü. Benim gençliğimde değerler muhafaza edilmeye devam ediyordu. Şu an için bunu konuşmak zor. Kanlıca’nın eski sakinleri anlatmıştı; bir binanın yıkık duvarı varmış. Bu duvar insan boyundan uzunmuş, sadece elin yetişirmiş. Oraya birileri demir para koyarmış. İhtiyacı olan, ihtiyacı kadar bu paradan alırmış. Para gün aşırı kontrol edilir, eksilmişse üzerine eklenirmiş. Böylesine zarif bir dayanışma hakimmiş bir zamanlar. Şimdi bunu konuşmak çok zor. Kanlıca’nın günümüzde kozmopolit bir sosyal yapısı var. Eskiden şöyle bir sosyal yapı vardı; yalılarda oturan Osmanlı saray erkanı ve bu yalılara hizmet eden insanlar. Bu hizmetten kastettiğim şey, sadece parasal bir alışveriş olarak düşünülmesin. Yalı sahipleri ile hizmetliler arasında son derece yakın ilişkiler kurulmuştu. Öyle ki aile gibi olunmuştu. Hizmetlilerin çocukları okutulur, evlenecek çağdaki çocuklarına maddi destek verilir, yaşlandıklarında rahat bir yaşam sürmeleri temin edilirdi. Eğer böyle bir işte çalışmıyorsanız tek seçenek vardı; balıkçılık. Çünkü Kanlıca’da tarım alanı yok. Bu nedenle tek geçim kaynağı balıkçılık. Balık bolmuş ve çirozluk uskumrular kurutulurmuş Kanlıca’da. Çünkü onları temizlemek için pırıl pırıl bir su ve geniş bir alana ihtiyaç varmış. Bunun için en elverişli ortam da Kanlıca Körfezi’ydi. Bu körfezin diğer ismi Bahaiyye’dir. Bahaiyye yalılarından -ki günümüze kadar ulaşamamıştır- adını almıştır. Kanlıca’da yoğurtçuluğun ise sanılanın aksine mühim bir yeri yok. Çalışmam için dört yüz-beş yüz tane Osmanlı arşiv belgesi inceledim. Bunların hiçbirinde yoğurtçuluk ile ilgili bir belgeye ulaşmadım. Fakat şu var ki Kanlıca tarıma elverişli olmamasına rağmen hayvancılığa çok elverişli. 93 Harbi’nden sonra Kırım’dan göç eden muhacirlerin bir kısmı Kanlıca’ya yerleşmiş. Hatta Hıdiv Köşkü’nün alt tarafındaki yere “muhacir mahallesi” denir. Kırım’dan gelen bu insanlar ineklerini de yanlarında getirmiş. Kanlıca sırtlarında otlayan bu ineklerden elde edilen yoğurtlar bir süre sonra turistik, popüler hale gelmiş. Onun dışında uzun bir geçmişi yok.

Fuat Selim Ramazanoğlu

Kanlıca’ nın ünlü yalıları hakkında bilgi verir misiniz?

Kanlıca’nın bütün yalıları çok değerli ama benim sıralayacaklarım en meşhur, en değerli yalılar. Bunların başında Çakalburnu’ndaki en eski yalılardan biri, Mahmud Celaleddin Paşa Yalısı geliyor. Daha sonra Osmanlı tarihinde çok önemli bir şahsiyet olan Keçecizade Fuad Paşa Yalısı söylenebilir. Kezzubi Hasan Efendi Yalısı, Mektupçu Ali Bey Yalısı, Fazlı Paşa Yalıları, körfezin en kıymetli yerinde Asaf Paşa Yalıları ki bir yalı manzumesidir, çok kıymetlidir. Bunun dışında Yağcı Şefik Bey Yalısı çok mühimdir ve kayıkhanesi oldukça kıymetlidir bu yalının. Sahaflar Yalısı, Refet Paşa Yalısı, Yağlıkçı Hacı Reşit Paşa Yalısı da oldukça değerlidir. Saffet Paşa Yalısı da kıymetlidir. 1976 yılında çamaşırlık bölümünde çıkan yangın sonucu büyük zarar gördü. Bu yalı en son Kadri Cenani Bey’e intikal etmişti ve o da bazen film çekimlerine kiraya veriyordu. Ethem Pertev Yalısı’nın da hikayesi üzücüdür. Diğer adı Süslü Yalı’dır. Ethem Pertev Bey, 1895’te Türkiye'nin ilk ilaç ve kozmetik laboratuarını kurmuştu. “Pertev Şurubu” ve en bilinen ürünü “Krem Pertev” ile madalyalar kazanmıştı. “Krem Pertev” Avrupa coğrafyasında bile tanınıyordu. Boğaz’dan geçen yük gemileri büyük dalgalar oluşturduğu için yalıları etkiler. Ethem Pertev Bey'in küçük oğlu Fehmi, bu dalgaların kayıkhaneyi nasıl etkilediğini merak ediyormuş. Ethem Pertev Bey’in, 1913 yılında, konuklarını ağırladığı bir gün dondurma servis edilmiş. Dondurmalardan birinin sahipsiz olduğu görülmüş. Bunun üzerine küçük Fehmi'nin ortalıkta olmadığı fark edilmiş. Konuklardan Cibali Eczanesi’nin sahibi Necati Bey, çocuğun kayıkhaneden bahsettiğini hatırlayınca, kayıkhaneye koşmuşlar. Maalesef küçük çocuğun cansız bedeniyle karşılaşmışlar. Yalıların hepsinin bir öyküsü var. Kimisi üzücü, kimisi mutlu anlarla dolu. Ama şu bir gerçek ki o İstanbul, o Boğaziçi bir daha asla geri gelmez. Öyle ki az önce ismini andığım yalıların pek çoğu zaten günümüze kadar ulaşamamış, hikayeleriyle birlikte tarihin derinliklerinde yerlerini almışlardır.

Yağcı Şefik Bey Yalısı.