Memet Ali Alabora: İnsan Manzaraları'nda bugünden izler var

Nazım Hikmet’in "Memleketimden İnsan Manzaraları" eseriyle sahneye dönmeye hazırlanan Memet Ali Alabora ile yaşadığı Cardiff’te, oyunun provalarını yaptığı Chapter Art Center’de buluştuk ve çıkmaya hazırlandığı turneyi, anadili Türkçe olmayan bir yönetmenle Türkçe bir oyun çalışmayı, Galler’i, Galler’den memleketin insan manzaralarını nasıl gördüğünü konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Oyuncu ve yönetmen Memet Ali Alabora, 6 yıldır Galler’de yaşıyor ve üretmeye devam ediyor. 2013 yılındaki Gezi eylemleri sonrasında Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan ve bugün Pınar Öğün ve Meltem Arıkan ile birlikte, aynı davadan tutuklu olan Osman Kavala gibi müebbet hapis cezasıyla yargılanan Alabora, Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları eseriyle tiyatro sahnesine çıkmaya hazırlanıyor. Phil Mackenzie’nin rejisiyle, Cihan Yılmaz’ın teknik yönetmenliğinde sahnelenen oyunda Alabora, birebir yazıldığı haliyle ezberlediği eseri sarsıcı, tek kişilik bir performansla sahneliyor. Alabora’nın performansı çarpıcı ses ve ışık ögeleriyle derinleşiyor.  Önündeki Birleşik Krallık ve Avrupa turnesi programıyla Türkiyeli izleyicilerle buluşacak oyunun ön gösterimi 14 Şubat’ta Cardiff’te yapıldı, prömiyer ise 16 Mart’ta Ausburg’da yapılacak.

Galler’de geçen 6 yılın ardından Alabora'nın bir Nazım Hikmet eseriyle seyircinin karşısına çıkması 'sürgün'lüğünü doğruluyormuş gibi görünse de o kendisini sürgünde hissetmediğini söylüyor ve “Nazım’ın yaşadığıyla kendi yaşadıklarımı karşılaştırmak kolay değil” diyor.

Memet Ali Alabora ile yaşadığı Cardiff’te, oyunun provalarını yaptığı Chapter Art Center’de buluştuk ve çıkmaya hazırlandığı turneyi, anadili Türkçe olmayan bir yönetmenle Türkçe bir oyun çalışmayı, Galler’i, Galler’den memleketin 'insan manzaraları'nın nasıl göründüğünü konuştuk.

.

Neler hissediyorsunuz bu oyun için?

Şu anda sadece stres hissediyorum. Bir hevesle bir işe kalkıştık fakat o kalkıştığımız işin ne kadar ağır ve zor bir iş olduğu biraz yolda ortaya çıktı. Ben Eylül ayından beri ezber yapıyorum. Günde 1-2 sayfa ezberlemeye çalıştım son 4-5 aydır. Son 3 haftadır da prova yapıyorum. Gerçekten heyecan verici ama aynı zamanda yorucu bir süreç. Bir de sorumluluk hissi yaratan bir süreç. Diyeceksin ki 'e kimse sana söylemedi, sen çıkardın bunu'. Biraz öyle, kendi başımıza iş çıkarttık. Güzel bir iş çıkarttık başımıza diye düşünüyorum.

Peki, nasıl çıktı bu 'iş' başınıza?

Eski zamandan kalma bir alışkanlık; meclisler toplanınca, akşamları şiirler okunurdu. Ben de eşime, dostuma aklıma geldikçe şiir okudum. Tabii en çok Nazım. Okurken arkadaşlarım, özellikle Akın Olgun, 2016’dan beri, senin bir tane Nazım oyunu yapman lazım, diyordu bana. Ben de 2017’den beri düşünmeye başlamıştım. 'Hadi Nazım Hikmet oyunu yap', demenin çok büyük bir ağırlığı var. Birincisi, sorumluluğu var. İkincisi, çok yapıldığı için bir bagajı var. Nazım demek, bir sürü hikâye demek. Bizim ona objektif yaklaşmamız çok kolay değil. Çünkü o mesafeyi koymak kolay değil.

Geçen Mayıs ayında babam ziyarete geldi. Babam, Akın, ben, Cihan -Cihan Yılmaz oyunun teknik yönetmeni- evde oturuyoruz, gece oldu. Ben başladım Memleketimden İnsan Manzaraları’nın birinci kısmını okumaya. Yine başladılar, “Mutlaka yapman lazım” diye. Aradan biraz daha zaman geçtikten sonra ben dedim ki, bir yolu olabilir yapmanın. O da çok rafine bir şey yaparsak, bir oyuncu olarak beni de zorlayacak bir şey. Ben tek başına çıkayım sahneye, birinci kitabı, çok saf bir anlatımla sahneleyeyim, dedim.

Fakat o anda Memleketimden İnsan Manzaraları’nın birinci kitabını, fotoğraf ya da resim gibi görsellikler kullanmadan yapabilir miyiz, diye düşündüm. Sonra dedim ki sahnede nasıl hareket edeceğiz. Ancak Phil Mackenzie ile olur bu, dedim. Çünkü Phil ile biz hemen geçen sene Y Brain/ Kargalar’ı yaptık. -Kargalar ilk Galce ve Türkçe oyun. Meltem Arıkan yazdı; Pınar Öğün Türkçe kısmını, Rebecca Smith Williams da Galce kısmını oynadı- Onun da hareket dramaturjisini ve tasarımını Phil Mackenzie yaptı. Zaten çok uzun zamandır tanışıyoruz. Dedim ki ben ancak kendimi Phil’e emanet edebilirim. Hemen Amazon’dan kitabın İngilizcesi’ni siparişini ettim ve kitabı Phil’e verdim. 1-2 ay sonra tekrar buluştuğumuzda Phil çok etkilendiğini söyledi ve proje ortaya çıkmış oldu.

Ama insanlar sizin şu an bir Nazım Hikmet oyunu yapmanızı, onunla hikâyenizdeki benzerliklere bağlıyorlar. Sizce geri planda böyle bir itici güç var mı?

Ben Nazım’la büyüdüm. Hayatta ilk kendi isteğimle ezberlediğim şiir, 'Kız Çocuğu'dur. Belki de “Yapayım bir şey de artık çıksın bu bünyeden, atalım” gibi bir duygusu da var. Tabii ki atmak mümkün değil. Nazım da sürgün olmuştu, biz de ülkeden ayrılmak zorunda kaldık. Onlar daha sonradan gelen şeyler. Bir de Nazım’ın yaşadığıyla kendi yaşadıklarımı karşılaştırmak kolay değil. Adam 13 yıl hapis yatmış, çok büyük hastalıklarla boğuşmuş, sonra sürgünde ölmüş. Bir de o koca bir şair, biz de bir oyuncuyuz alt tarafı.

'KENDİMİ SÜRGÜN OLARAK HİSSETMİYORUM'

Göçmenlik başlı başına zor bir duygu. Siz kendinizi göçmen mi hissediyorsunuz, sürgün mü hissediyorsunuz?

Açıkçası ben kendimi sürgün olarak hissetmiyorum. Geçenlerde bir proje yapıldı: Windows in Else Where – Başka Yerlerdeki Pencereler. Burada birçok yazardan, sanatçıdan, gazeteciden bugün önünde durduğumuz pencerenin fotoğrafını istediler ve o pencereden bir illüstrasyon yapıldı, sonra bizim onların üstüne bir şey yazmamızı istediler. Orada şöyle bir şey yazmıştım: Bir tane küçük kulübem var, orası benim ofisim, karşımda bilgisayarım var. Sağ tarafımda da bu pencere var. Oradan baktığım zaman Galler’i görüyorum. Galler’de bugüne kadar 3-4 tane turne yaptık. Galler’i köy köy kasaba kasaba dolaştık. Burada daha fazla seyirciye nasıl ulaşabileceğimizi bulabilmek için projeler geliştiriyoruz. Dolayısıyla Galler’in kültür, sanat ve sosyal hayatının bir parçasıyım ve bunu da kendine dert eden bir parçasıyım. Sonra bu tarafa dönüyorum, burada monitörler var. Orada ya Twitter’dan bir şey geliyor, ya benim adıma Google’dan bir alarm düşüyor “hakkında şu yazıldı” diye. O tekrar seni geldiğin yere çekiyor ve o zaman tekrar hatırlıyorsun. Ben gerçekten geldiğimden beri kendimi burada hiç yabancı hissetmedim. O kadar ki son yıllarda Türkiye’de kendimi daha yabancı hissettiğim zamanlar oluyordu. Hatta şu örneği hep veriyorum: bir gün Heberler için toplantı yaparken Levent Kazak “Ya ülke hakkında çok şey bilen turistler gibi olduk” dedi. Bunu dediği yıl 2012’ydi. Her şeyi Gezi’yle referans alıyoruz ama Gezi’nin öncesinde söylemişti bunu. Bu anlamda ben kendimi açıkçası çok sürgün olarak değil; Türkiye’de geçmişi olan, oradan da büyük bir zenginlik getirmiş, buralı bir sanatçı gibi hissediyorum.

7’nci yılın içindesiniz artık. Bu 7 yıl sizi nasıl bir insana dönüştürdü?

İnsanın doğduğu ve büyüdüğü yere uzaktan bakabilmesi değerli bir şey bir taraftan. Türkiye’de doğup büyümüş olanlar için sorun olan şeylerden bir tanesi de seyahat özgürlüğü. Bizim seyahat özgürlüğümüz yok. İsteyen istediği yere seyahat ediyor ama 19 yaşında Türkiyeli bir gencin ben gideyim de bir 6 ay Paris’te yaşayayım demesi çok büyük bir karar. Ama mesela Yunanistanlı bir çocuk için bu çok daha kolay. O yüzden belki de birçok yeteneğimiz gidecekken gitmedi. Geriye dönüp bakmakta bir keramet varmış. Bunu ben anca 37 yaşına kadar, askerlik hariç 6 aydan fazla İstanbul dışında yaşamamış biri olarak söylüyorum. Dolayısıyla bu 7 yıl en çok ne yaptı diye sorarsan, onu yaptı.

Bir taraftan da hem vizyonunuz, hem kendi yapıp yapamayacaklarınız için bir genişleme sağlamış oluyor. Çünkü biz bazen Türkiye’de kendi krallıklarımızı oluşturup onun içinde çok rahat yaşıyoruz. Ben mesela burada çok uzun yıllardır başka bir dil içinde yaşıyorum. Bir de dile meraklı olduğum için İngilizce’yi çok didiklemeye ve sürekli öğrenmeye devam etmeye çalışıyorum. Fakat Nazım çalışmaya başladıktan sonra, Türkçe’ye ilk defa, yabancı bir dil gibi uzaktan bakabilme imkanına sahip oldum. İngilizce’de bazı şeylerle dalga geçiyordum. Mesela neden 'at five o’clock', 'on Sunday', 'in January'? Fakat şimdi Nazım “sepetler ve heybeler merdivenlerden inip merdivenleri çıkıp merdivenlerde duruyorlar” diyor. Merdivenlerden çıkıp da diyebilirsin, merdivenleri çıkıp da diyebilirsin. Mesela bazen “üzerinde” diyor Nazım, bazen “üstünde” diyor. Bir anda Türkçe bambaşka olmaya başladı benim için. Türkçe’nin içinde de bir sürü gayri ihtiyari seçimler yapılabileceğinin farkına böyle varmış oldum. Bu kadar zamandır İngilizce’yle dalga geçerken Türkçe’de de aynı şeyin çok rahatlıkla olabileceğini gördüm. Dolayısıyla 6 yıl dışarıda olmak dediğin zaman böyle bir şey oluyor, başka bir mesafeyle bakabiliyorsun kendi diline. Belki de 6 yıl sonra Nazım’a dönmek de belki de böyle bir şeydi yani.

Bu Türkçe bir oyun ve Phil Türkçe bilmiyor. Bu nasıl bir durum doğuruyor sizin için?

Bu ilk yaptığımız iş değil çünkü Kargalar Galce ve Türkçe bir oyundu ve Phil iki dili de bilmiyor. Zaten Phil’le çalışmak istememdeki neden Türkçe bilmemesiydi. Eğer biz bunu bir performansa dönüştüreceksek bir performans metni oluşturmamız lazım. Yazılı metin, performans metninin sadece bir parçası. Performans metni, sahne üstünde gördüğünüz her şeyin birbiriyle bağlantılandırılması. Bir tiyatro metni bitmemiş bir metindir, sahneye koyulduğu zaman biter. Nazım bunu kafasında yazmış ve bitirmiş. Dolayısıyla onun altına yeni katmanlar oluşturmamız lazımdı. Benim için hiç dili bilmeyen biri izlese de bir mana algılamalı bir performans metninden. Benim geldiğim, son 15 yılımı geçirdiğim tiyatro geleneği böyle bir tiyatro geleneği. Phil dili bilmediği için, Nazım’la ilgili de bizim sahip olduğumuz o bagaja sahip olmadığı için çok değerli. Onun için Phil ile çalışmak istedim. O zaman o bambaşka bir tiyatrâl, performatif bir element eklemiş oluyor bütün o gösterinin içine.

'OYUNLA BİRLİKTE YAŞADIĞIMIZ HİKÂYE, OYUN KADAR DEĞERLİ'

'Memleketimden İnsan Manzaraları', Birleşik Krallık ve Avrupa’da bir turneye çıkacak. Turneler ve bu turnelerde Türkiyeli seyircilerle karşılaşacak olmak sizde nasıl duygular uyandırıyor?

Turne her zaman çok heyecan verici bir şey. Ben galiba turneci biriyim. Galler’e geldiğimizden beri hiçbir salonda durup da şöyle iki hafta normal, aynı yerde perdeyi açıp, rahat rahat bir oynayamadık. Hep turne yapmak hevesindeydik çünkü o gidilmeyen yerlere gitmek, daha çok tiyatro izleme alışkanlığı olmayanlarla buluşmak insanı da çok geliştiren ve dönüşten bir şey. Şimdi kendi ülkelerinden başka bir yerde yaşamayı tercih etmiş Türkiyelilerle buluşmak da aynı derecede bana çok şey katacak. Oyun da dönüşecek, biz de dönüşeceğiz. Benim için oyun sadece bir oyun projesi olmuyor zaten. Oyunla birlikte yaşadığımız o hikâye zaten bence oyun kadar değerli. Benim için tiyatro yaparken yaptığım her şey bir sonraki işe bir etki sağladı. O işin nasıl olacağını değiştirdi, dönüştürdü, belirledi. Türkiyeli seyirciyle buluşmak da öyle bir şey olacak ki ben çok uzun zamandır ne Türkçe bir şey yaptım ne de Türkiye’yle ilgili bir şey. Ben ilk defa doğrudan Türkiyeli izleyici ile buluşacağım, bir de çok uzun zamandır ilk defa sahneye çıkmış olacağım.

Memet Ali Alabora ve Nida Dinçtürk

Siz memleketinizdeki insan manzaralarını nasıl görüyorsun?

Şimdi yine diyeceksin ki her şeyi oyuna bağlıyor ama şunu söylemek zorundayım: bunu böyle satır satır çalışmak bambaşka bir şey. Çünkü o zaman Nazım’ın kafasının içinde geziyorsun, satır satır anlıyorsun. Tabii ki bu sefer başka katmanlar çıkmaya başladı oyunla ilgili olarak. Hep “bugünü anlatıyor” falan derler ya, bugün bu oyuna baktığın zaman, gerçekten anlatıyor. Bugün Memleketimden İnsan Manzaraları'nı tekrar okursanız, bugünkü Türkiye’nin izlerini, çatışmasını orada görmek mümkün. O ikiliği, iki kutupluluğu, o sürekli gerginliği, tansiyonu bu metnin içinde görmek mümkün. Memleketimizden insan manzaralarının izini Haydarpaşa Garı’nda 1941 baharından bugün 2020 yılına kadar sürmek çok mümkün. Bazı karakterler o kadar tanıdık gelecek ki son 80 yıldaki izini çok kolay sürebileceksiniz. Çünkü bir de Nazım bir belgesel gibi koymuş ortaya. Bu, şunu da gösteriyor aslında: Bu, eski bir mevzu. Evet, Türkiye belki bugün daha önce hiç yaşamadığı kadar çok zor bir zamanı ve ikilemi yaşıyor. Neredeyse bir coğrafyada iki ayrı insan topluluğu yaşıyormuş gibi. Bunu tabii sadece ikiye indirmek mümkün değil ama temelde de bir ikilem var, bu ikilem de aralarında kırılabiliyor. Bu çok uzun zamandır var olan bir şey ve galiba hiç hesaplaşamamış, bunu oturup hiç medeni bir şekilde konuşamamış olduğumuz için her taraf açısından geldiğimiz nokta böyle bir nokta diye düşünüyorum.

Hiç öfke duyuyor musunuz?

Duyuyorum tabii. Bazen çok öfkelendiğim de oluyor, açıkçası bazen yok saydığım da oluyor. Sağlıklı bir şey olarak söylemiyorum ama psikolojini sağlam tutabilmek için mesela dava günlerini biraz yok saydığım oluyor. Ben dava günleri baya fark ettim bunu, çok işim oluyor. Bu da bir başa çıkma mekanizması. Bazen de çok öfkelendiğim oluyor tabii. Bazen unuttuğum oluyor. Kendimi sürgün gibi hissetmiyorum, derken söylemek istediğim şey oydu. Her anımı bununla yaşamıyorum, bazen hiç aklıma bile gelmediği oluyor bu hikâyelerin. Sonra beni daha çok içine çeken şeyler oluyor. Ama evet bütün duygular katman katman ve seviye seviye yaşanıyor. Her zaman da çok kolay yaşanmıyor. Bazı zamanlar çok daha zor oluyor. Tabii dibinde bir yerinde bir öfke de oluyor, kırgınlık da oluyor. Bunlar çıkıyorlar, iniyorlar. Kimi zaman da daha çelebi bir hâl geliyor. Sürekli gidip geliyor içinde insanın, kolay bir şey değil. Anlattım ya, o pencereden bu tarafa kafayı çevirdikçe ve daha çok buraya bak buraya bak denildikçe onun içine doğru gidiyorsun aslında. Yani pencereden çıksan, kapıdan çıkıp ormanda bir gezmeye başlasan aslında belki biraz daha geride bırakacaksın. Doğrusu da o, belki biraz daha geride bırakmak. Ama öyle olmuyor. Hayat öyle değil.