Ustaşa faşizmi dersleri: Soykırım anıtı barış getirir mi?

Savaşları ve soykırımları engellemek dururken, her şey olup bittikten sonra bunların anısına heykel dikmenin kimseye bir faydası olmadığı ortadadır. Savaştan kaçıp başka ülkeye gitmek isteyen insanlara ‘düzensiz göçmen’ demek yerine bu insanların ‘mülteci’ olduğunu resmi olarak kabul etmemiz ve onları insani şartlarda gitmek istedikleri yere göndermemiz, barış yolunda önemli bir adım olur. Aksi halde dünyanın en güzel heykelini de diksek, yaşanan bu mülteci dramını ülke olarak vicdanımızdan temizlememiz mümkün olmaz.

Google Haberlere Abone ol

Eski Yugoslavya’da şehir dışında büyük parklar içinde bulunan ve ülkenin Yugoslav Komünist Partisi döneminde yapılan soykırım anıtları, modernizmi sürrealizmle birleştiren tasarımlarıyla güzellik ve hüzün duygularını aynı anda vermeyi başarırlar. Çoğu betondan inşa edilen bu anıtlar, halen birer turistik çekim merkezidir. Bomboş arazilere yapılan bu anıtların ardındaki hikaye ise hiçbir diktatörün, soykırım anıtı yaptırdı diye affedilmeyeceğini kanıtlar gibidir.

Yugoslavya’da, Komünist Parti döneminde inşa edilen anma anıtlarının, neyi hatırlatmak için dikildiğine baktığımızda, mültecilik kavramı açısından büyük bir ders çıkarmamız gerektiğini görürüz.

İki dünya savaşı arası döneme gidelim. Yugoslavya’da sağ görüşlü, aşırı milliyetçi, faşist kimlikli hareketler var. Orjuna (1921-1929), Ustaşa (Ustaša 1929-1945), Milan Stojadinović önderliğindeki Yugoslav Radikal Birliği (1935-1941) ve Dimitrije Ljotić’in yönettiği Zbor (1935-1945), Yugoslavya’nın birleşmesini savunan, Büyük Sırbistan ya da Büyük Hırvatistan olmayı amaçlayan ulusalcı hareketler olarak karşımıza çıkar. Bunlar arasında devlet kurmayı başaran tek hareket Ustaşa olur. Ancak nasıl bir devlet…

KISA ÖMÜRLÜ VE SOYKIRIMCI

Esasen Ustaşa bir silahlı bir milliyetçi örgütken iktidarı ele geçirmiştir. 1929-1940 arasında Ustaşa, etnik ayrılıkçı söylemleri ve etkinlikleri nedeniyle birçok kez kanun dışı ilan edilir ve yurt dışında küçük hücreler halinde faaliyetine devam eder. 1934’te, Marseilles’te Yugoslav Kralı Aleksander’a suikast düzenleyip başarılı olacak kadar etkindir. 1939 yılında üye sayısı 30 ila 40 bin arasındadır.

Ustaşalar, 2. Dünya Savaşı esnasında Alman ve İtalyanlar sayesinde devlet kurmayı başarırlar. 10 Nisan 1941-8 Mayıs 1945 arasında kurulan ve Almanya ile İtalya’nın kuklası olan Bağımsız Hırvatistan Devleti’ni (Hırvatça ismiyle Nezavisna Država Hrvatska, NDH) fiilen Ustaşalar yönetir. Ustaşalar, kısa süren iktidarları döneminde hem Hırvatların hem de Yugoslav toplumunun unutamadığı katliamlara imza atar. Constantin Iordachi, Romanya’daki Başmelek Mikhael Lejyonu ile Hırvatistan’ın Ustaşa hareketini karşılaştırdığı makalesinde, Yugoslavya’nın dağılmasından sonra, her ülkenin yeniden tarih yazımına başlamak zorunda kaldığını ve Ustaşa hareketinin akademik araştırma konusu haline geldiğini belirtir. Iordachi, Sırpların Ustaşa’yı Hırvat milliyetçiliğinin faşist kanadı olarak tanımladığını, Hırvatların ise Ustaşa’yı bağımsız olma yolunda yapılan bir deney olarak gördüklerini belirtir. Ustaşa’nın bu şekilde sunulması, bu hareketin Sırp karşıtı, Yahudi karşıtı ve ırkçı niteliğini hafife alma riskini barındırır. Ustaşaların yaptığı soykırımlar, son yıllarda ayrı bir araştırma konusu haline gelmiş durumdadır ve bu araştırmalarla palazlanan milliyetçilik, Hırvatistan’ın Yugoslavya Federasyonu’ndan ayrılmasında etkili olur.

LİDER KÜLTÜYLE FETHEDİLMİŞ TOPRAKLARI SAHİPLENMEK

Ustaşa, tıpkı Romanya’daki benzeri gibi, örgüte kabul için özel ritüeller ve ayinler düzenleyen ve üyeliğe ‘kutsal bir karakter’ yükleyen bir organizasyon yapısına sahipti. Karizmatik tek lider, kutsal bir milletin atalarının yaşadığı toprakta kurduğu devletle bağımsızlaşması gibi kutsal bir görev üstlenmişti ve bu uğurda şehit düşmek övülüyordu. Hırvat örneğinde vatan kabul edilen yer, ataların yaşadığı bölge değil, fethedilmiş topraklardı. Ustaşa hareketinin lideri Ante Pavelić’in 1933’te kaleme aldığı ve 1942'de güncellediği Ustaškodomobranska naela (Ustaša-Vatan-Savunucusu İlkeleri) adlı belgede yer verdiği kurallara göre Hırvatlar etnik olarak bağımsız, ayrı bir milletti, herhangi bir üst kimliğin ya da bir kabilenin bir parçası değildi. Halkın eski ismi olan Hrvat (Hırvat) kelimesi yerine başka bir kelime kullanılamazdı. Bu belgeye göre, Hırvatlar Antik Çağ’daki Büyük Göç zamanında şimdi yaşadıkları topraklara gelmişlerdi ve bu bölgeyi ele geçirerek sonsuza kadar kendilerine ait hale getirmişlerdi. Belgede, Hırvatistan topraklarının neresi olduğu tanımlanıyordu ve Hırvatlar 'seçilmiş bir halk' olarak tanrının emirlerini yerine getirmekle yükümlü sayılıyordu. Bu belgeye göre Hırvatlar, Güney Slav halklarından değildi; Kafkasya ve Visla havzasından göç etmiş, bağımsız savaşçı bir halktı. Bu ideoloji çerçevesinde, Ustaşa yönetimindeki Bağımsız Hırvatistan Devleti’nde ırk ve etnik köken belirleyiciydi. Ante Pavelić’in ilkelerine göre, halkın büyük bölümü köylü olduğundan, köylü olmayanlar ‘yabancı göçmen’ kabul ediliyordu.

Ustaşa’nın iktidar olduğu dönemde, 1942 yılında milli eğitim bakanının verdiği bir emirle, Pavelić’in isim günü olan 13 Haziran resmi tatil ilan edildi. Bu özel günde yapılan seremonide Hıristiyan öğrenciler, kilisedeki sabah duasına katılıyor, Müslüman öğrencilerse öğle salasının ardından büyük lider Pavelić’e övgü niteliği taşıyan şarkılar söyleyip şiirler okuyordu. Devlet marşının okunmasıyla son bulan seremonide, gençlerin askeri başarılarıyla ülkeyi kurtaran Pavelić’in lider karizmasına bağlılığını sağlamak amaçlanıyordu.

İTALYAN DÜKÜNÜ KRAL YAPMAK

Bağımsız Hırvatistan Devleti, sadece Hırvatistan’ı barındırmakla kalmıyor, tüm Bosna -Hersek bölgesiyle Sırbistan’ın bir bölümünü de içeriyordu. Faşist İtalya’nın isteği üzerine Dalmaçya’ya da asker gönderen Ustaşa oldukça geniş toprakları ele geçirmiş durumdaydı. Bu durumda nüfus, 3.3 milyon Katolik Hırvat’a karşılık 2 milyon Ortodoks Sırp, 800 bin Bosnalı Müslüman, 175 bin Alman, 40 bin Yahudi ve 20-30 bin arası Roman (Çingene) ile diğer etnik gruplardaki 170 bin kişiden oluşuyordu. Ülkede Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın askerleri konuşlanmış durumdaydı. Resmi anlamda monarşi olarak kurulan ülkenin kralının İtalyan Spoleto Dükü olduğu ilan edildi ve bu dük II.Tomislav unvanıyla taç giydi. Yeni kral, Orta Çağ’daki efsanevi Hırvat kralı I. Tomislav’ın devamcısı olarak ülkenin yeniden doğuşunu simgeliyordu. Oysa Spoleto Dükü, Hırvat toprağına hiç ayak basmadı ve 1943’te İtalya’nın savaştan çıkmasıyla beraber bu kralın hakimiyeti de son buldu. Ülkenin iç işlerini Pavelić yürütüyordu ve etnik temizlik amacı taşıyan soykırımların da bizzat sorumlusuydu.

USTAŞALARIN ARİ IRK KANUNU

Bağımsız Hırvatistan Devleti’nde Nisan 1941’de yayınlanan özel kanunlarla vatandaşlık kavramı yeniden tanımlandı. Bu kanunlardan biri, “Ari (Aryan) Kanın ve Hırvat Toplumunun İtibarının Korunması” adını taşıyordu. Bu kanunlara göre, Bağımsız Hırvatistan Devleti veya Hırvat halkının onurunu kaybetmesine yönelik eylemlerde bulunanlar vatana ihanet suçu işlediklerinden idam edilmeliydi. Adalet bakanlığı bu kanunları uygulamak üzere, askeri mahkeme kurallarının geçerli olduğu mahkemeler kurdu. Bu mahkemelerde verilen tek karar idamdı; temyize gitme hakkı yoktu ve idamlar kararın çıkmasından üç saat sonra gerçekleştiriliyordu. Diğer kanunda bulunan Ari ırk kavramı ise Avrupa toplumlarından birine ait olmak anlamında tanımlanıyordu. Müslümanların, atalarının ırksal geçmişlerini tanıklarla belgelemeleri isteniyordu. Ari olmayanlar ise Yahudiler ile Çingenelerdi ve Hırvatlar gibi vatandaş kabul edilmiyorlardı. Soyunda iki ya da daha fazla Yahudi bulunan kişi Yahudi kabul ediliyordu. Ari olmayanlarla evli olanlar da Ari kabul edilmiyordu. Kanunun yayınlanmasından sonra ırksal kökenlerin araştırılması için özel bir komite kuruldu ve şüpheli dosyalar son karar için içişleri bakanlığına devredildi. Poglavnik (yani Pavelić’in) devlete üstün hizmette bulunanlar için af çıkarma yetkisi vardı. Ari olmayanların Ari ırktan biriyle evlenmesi yasaktı.

YAHUDİLER ‘ÖTEKİ’, SIRPLAR ‘MİLLİ DÜŞMAN’

Ülkedeki tüm Yahudiler, 1 Aralık 1918’den önceki aile soyadlarına dönmeye zorlandı. Ari olmayanlar, ancak 45 yaşın üzerindeki bir Ari kadını hizmetçi olarak işe alabiliyordu. Bu kurala uymayanlara hapis cezası ya da tecrit cezası veriliyordu. Ari olmayanların Ari bir kıza tecavüz etmesinin cezası idamdı. Bu açılardan Ustaşaların bu kanunu Almanya’da uygulanan kanunlara fazlasıyla benziyordu. Kanunların uygulanması aşamasında Yahudiler ve Çingeneler ülkeden kovulma ya da idam ile cezalandırılıyordu. Bu kanuna göre Sırplar, Ari olmayan ırk sayılmıyordu ama resmi propaganda kapsamında ülkenin en büyük düşmanı kabul ediliyorlardı. Bu durumda Yahudiler, ırk olarak ötekileştirilirken Sırplar milli düşman olarak ötekileştirilmişti. Çingeneler, politik anlamda önemsiz olmalarına rağmen rejimin hedefi haline gelmişti. Ustaşa’nın Sırplara, Yahudilere ve Çingenelere uyguladığı zulüm uzun yıllar tartışma konusu oldu. Mevcut veriler açısından bakıldığında Ustaşa’nın Sırplara yönelik terörünün ırksal değil, politik amaçları olduğu anlaşılmaktadır. Ustaşa, bu amaçla Sırp nüfusun üçte birini ortadan kaldırmaya karar vermişti, geri kalan üçte birin ülkeden sürülmesi, kalan üçte birlik kesimin ise Katolikliğe geçirilmesi amaçlandı. Sırp nüfusu fazla olduğu için Yahudiler ya da Çingeneler gibi tamamının ortadan kaldırılması mümkün olmayacaktı. Bazı tarihçiler bu stratejinin mit olduğunu ve planlı bir soykırım olmadığını iddia etseler de en az 300 bin Sırp’ın ölümüne neden olan olayları yadsımazlar. Ustaşa’nın Yahudilere ve Çingenelere karşı soykırım yaptığı kabul edilmekle beraber, bu dönemde Sırpların verdiği kayıpların daha fazla olduğu hesaplanmaktadır.

TİTO’NUN USTAŞA FAŞİZMİNİ BİTİRMESİ

İkinci Dünya Savaşı’nın son yılları yaklaşırken, 1944 yılı yaz sonunda Romanya ve Bulgaristan, Rus ordusunun ilerleyişi karşısında saf değiştirdi. Ruslar Yugoslavya sınırına Ekim 1944’te ulaştı. Aslen Hırvat olan Tito’nun Partizanları Kızıl Ordu ile birlikte 20 Ekim 1944’te Belgrad’ı ele geçirdi. Ruslar, bundan sonra kuzeye doğru ilerleyip Macaristan’a girdiler. Almanlara karşı savaşan Partizanlar ise kuzeye doğru ilerleyerek Hırvat milliyetçisi Ustaşa ile Sırp milliyetçisi Çetnikleri kuzeye doğru kaçmak zorunda bıraktılar. Mart 1945’te sürgündeki kral hükümeti Tito’nun ülkedeki tek otorite olduğunu kabul etti.

Tito’nun Bağımsız Hırvatistan Devleti’ni ortadan kaldırmasını sağlayan en önemli stratejik hamlesi, 1943’te Ustaşa rejimi ve Alman işgalcilerle mücadelesi sırasında, Sırp milliyetçisi Çetniklere ve Domobranilere özel bir af çıkararak Partizanlara katılmaları durumunda affedileceklerini duyurması olmuştu. 8 Mayıs 1945’te Partizan ordusu Zagreb’in boş sokaklarına girdiğinde, Bağımsız Hırvatistan Devleti’nin ordusu Avusturya sınırına kaçmış durumdaydı. Bu sırada Partizanlar radyodan sokakta Ustaşa ile çatışmaların devam ettiğini duyurmaktaydı. Hırvatlar, sadece sokaktaki çatışmalar yüzünden değil, savaş sırasında Ustaşa’nın yaptığı propaganda ile Partizanlar 'azılı katiller' olarak tanıtıldığı için de onlardan çekiniyordu. Dalmaçya ve Istria bölgesinde yaşayan Hırvatlar için ise Partizanlar, bölgeyi Mussolini’den, İtalyanlaşmaktan ve Çetnik’ten kurtaran kişiler durumundaydı.

BLEIBURG KATLİAMI

Ustaşa ordusu ve Domobrani, Partizanların Zagreb’e girmesinin ardından Batı ülkelerinin onları “Stalin’in işbirlikçileri”ne teslim etmeyeceğini düşünerek yüzbinlerce kişi halinde Avusturya’ya girme talebiyle Drava Nehri kıyısına gittiler. Partizanlardan kaçan Hırvatların, Amerika ve İngiltere’nin onları Tito’ya teslim etmeye çoktan karar vermiş olduğundan haberi yoktu. Tito, kendisine teslim edilen Ustaşaları dilediği gibi ortadan kaldırdı çünkü Ustaşa’nın yeniden ülke dışında örgütlenerek komünist rejimi ortadan kaldırması riskini almaya niyeti yoktu. 15 Mayıs’ta verdiği bir emirle aralarında Pavelić, Macek ve Hırvat hükümetinin de bulunduğu 50 bin kişilik bir grubun tamamının yok edilmesini istedi. Bu sırada Avusturya sınırını korumak üzere gelen İngiliz askerlerinin sayısı azdı ve Ustaşa ordusu yaklaşırken İngiliz askerleri ne yapacaklarını bilemedikleri için gelenleri yanıltmaya karar verdiler.

Avusturya sınırına gelen Hırvat Ustaşaların silahları toplandı, hepsi trenlere bindirildi ancak nereye gönderildikleri onlara söylenmedi. Sınırda Bleiburg’a varanlar çaresiz durumdaydı. Aralarında hem sivil mülteciler hem de askerler vardı ve peşlerinden gelen Partizanlar yüzünden geri dönemiyorlardı. Karşılarındaki İngiliz askerlerinin sayısı sadece 150 kişiydi ama onlara saldırmaya da cesaret edemediler.

Mülteciler, İngiliz komutanına Amerika’ya ya da Afrika’ya gitmek istediklerini söylediklerinde İngiliz komutan bunun mümkün olmadığını belirterek, burada kalmaları durumunda açlıktan ölecekleri uyarısında bulundu. Mülteciler, Tito’ya teslim olmaktansa açlıktan ölmeyi tercih ettiklerini söylediler. İngiliz komutan, mültecilere blöf yaparak Avusturya’ya girmeleri durumunda sadece Yugoslavların değil, Amerikan ve İngiliz askerlerinin de saldırısına uğrayacakları ve öldürülecekleri yalanını uydurdu. Ustaşa ordusu, teslim olmayı kabul etti ancak bindirildikleri trenlerle Yugoslavya’ya geri gönderildiler!

Partizanlar trenden inen Hırvat ve Slovenleri anında öldürdü ve cesetleri Slovenya’da bir köye attılar. Bleiburg’da kaç kişinin öldürüldüğü konusunda kesin bir bilgi yoktur. Jasenovac toplama kampında kaç Sırp’ın öldürüldüğü meselesi gibi Bleiburg katliamı da sonradan milliyetçi propagandalar için kullanılan olaylardan biri oldu. Bazı Hırvat milliyetçileri 200 bin kişinin öldürüldüğünü söylerken toplam sayının 300 bin olduğunu savunanlar da vardır. Öldürülenlerin tamamı Hırvat değildi. Slovenya’daki komünizm karşıtı Bela Garda cephesine katılıp Almanlar ve İtalyanlarla işbirliği yapan Slovenler de Bleiburg’da öldürülenler arasındaydı. Savaştan sonra Tito’nun yakın çalışma arkadaşlarından Djilas, geri dönmeye kalkanların öldürülmesine karar verilmiş durumdayken Hırvatların geri gönderilmesi kararından Partizanların haberinin olmadığını söyleyerek Merkez Komite toplantısında bu katliama tepki gösterdi. Ama olan olmuştu.

21 Mayıs 1945’te Zagreb’e giden Tito, eski sarayın dışındaki St. Mark Meydanı’nda yaptığı konuşmayla ilk kez Hırvatların karşısına çıktı. “Bir Hırvat olarak” bu konuşmayı yaptığını söyleyen Tito, “Sevgili Zagreb”in kurtarılmasını övdü. Bu ilk konuşmasında Bağımsız Hırvatistan Devleti’nin yıkılmasının eski, nefret edilen Yugoslavya’nın geri dönüşü anlamına gelmeyeceğinin garantisini verdi. Versailles Anlaşması sonucunda Sırp burjuvasının ülkeyi yönettiği ve tüm diğer milletlerin baskı altında yaşadığı günlerin geride kaldığını belirtti. Bundan sonra kurulacak devletin, birden fazla devletten oluşacağını ve milliyetçiliğe asla yer olmayacağını söyledi. Sosyalizm, bu tip milliyetçi kavgaların ortadan kalkmasını sağlayacaktı ve federasyondaki ülkeler arasında sınır bile olmayacaktı. Tito’nun vaat ettiği Yugoslavya’da, devletlerin sınırları beyaz mermerin üzerindeki siyah damar çizgileri gibi belli belirsiz olacaktı.

ETNİK KİMLİK SİYASETİNİ DIŞLAMAK İÇİN MODERNİZM

Bağımsız Hırvatistan Devleti’nin savaş sırasında, Sırp, Yahudi ve Çingene gibi azınlıkları toplama kamplarına göndererek, sistematik şekilde kitlesel ölümlere sebep olması Yugoslav toplumlarının birlik olamamasının başlıca sebeplerinden biri olarak kabul edilir. 1945’ten sonra, Yugoslavya’nın federasyon olduğu dönemde, savaş sırasında ölen kahramanları anmak ve bir anlamda, yeni devletin bu acı olayları unutmadığı ve bu soykırımların tekrarlanmayacağını göstermek amacıyla, anıtlar dikilip anıt parklar oluşturuldu. Ölen askerleri ve soykırımları anma anıtlarını tasarlayan Bogdan Bogdanović’in (1922-2010) heykelleri, bugün Sürrealist heykel örnekleri olarak varlığını sürdürmektedir. Vladana Putnik, 2. Dünya Savaşı’nda ölen herkesin anısına yapılan anıtların tasarımında Bogdanović’in sanatsal özgürlükle tasarım yaptığına dikkati çekerek heykellerin bu ifadesinin devlet stratejisiyle örtüştüğü yorumunu yapar.

Yugoslavya’daki soykırım anıtlarının çoğu betondur. Görsel anlamda hiçbir etnik kimliğe gönderme yapmazlar. Yerleştirildikleri geniş park alanı, bu heykellerin bir tür ‘mezar anıtı’ olduğu hissini vermeyi başarır. Bu anıtların hiçbirinde, Eski Yunan lahitlerindeki gibi savaş sahnesi betimlemesi bulunmaz. Geometrik soyut formdaki heykeller, korkunç katliamları anma amacıyla yapılmış olmalarına rağmen, betimleme olarak sessiz, dingin ve geometrinin güzelliğini sunan eserlerdir. Bu anıtlarda gerçek olayların betimlenmemiş olması, yani realizm uygulanmamış olması, Tito’nun etnik kimliği dışlayan siyasetiyle uyumludur.

SOYKIRIMLAR VE KATLİAMLARLA DÜNYA NASIL YÜZLEŞTİ?

24 Ekim 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler’in hedeflerinden biri, İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında yapılan soykırımlar ve teslim olan düşman askerlerinin bile kitleler halinde katledilmesi gibi olayların yeniden yaşanmamasını sağlamaktı. 1951’de imzalanıp 1954’te yürürlüğe giren Uluslararası Mülteci Sözleşmesi’nin başlıca amacı, 1951 öncesinde mülteci olmak zorunda kalanların hukuki durumunu ele almaktı. Türkiye, 1951’de sözleşmeyi imzalamış olmasına rağmen ancak 1961’de Resmi Gazete’de yayınlayarak yürürlüğe aldı ve bu imza işlemini yaparken, sözleşmeye coğrafi sınır şartı koydurarak Sözleşme’nin uygulanmasını Avrupa’da gerçekleşen olaylar sonucunda mülteci olan bireylerle sınırlandırmayı tercih etti. 1967’deki bir protokolde için yine coğrafi sınır şartı koşan Türkiye açısından, mültecilerin hukuki durumu gerçekten problemlidir. Birleşmiş Milletler, mülteci kavramını ‘ülkesine geri dönemeyen kişi’ olarak tanımlarken Türkiye, mülteci kavramını ‘Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle ülkesine dönmek istemeyen kişi’ olarak tanımlar.

Türkiye’nin mülteci statüsü kazanılmasında “Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar” ibaresiyle uyguladığı coğrafi kısıtlama, son yıllarda Suriye Savaşı’ndan kaçanların hukuki ve sosyal durumunda ciddi problemler yarattı. Türkiye’ye kitlesel olarak sığınan yabancılar için verilen ‘geçici koruma statüsü’, bu statünün geçici olması ve coğrafi sınır gözetmemesi ile mülteci statüsünden ayrılır. BM tanımına göre bir ‘mülteci’ kendi ülkesinden ayrıldıktan sonra istediği ülkeye gitmeyi talep etme hakkına sahipken Türkiye’de bulunan geçici koruma statüsündeki yabancılar, bu haktan yararlanamazlar.

Türkiye’nin, uluslararası sözleşmelere ‘coğrafi sınırlama’ şartı getirip bu konuda ısrarcı olması sonucunda, ülkeye gelen sığınmacıların gitmek istedikleri yere insani şartlarda transfer edilmeleri sağlanmamaktadır. Dolayısıyla Türkiye, mülteciler açısından AB ülkelerine giden yolda aşılması gereken bir kale, yolu kapatan ülke konumundadır. Bu durum bir yandan AB’ye kitlesel mülteci göçünü engellediği gibi, diğer yandan Türkiye’nin mülteci akınıyla baş edemediği için maddi yardım talebinde bulunmasına hizmet eder. AB’yi korumak adına Türkiye’yi açık hava hapishanesine dönüştüren bu strateji, ne yazık ki son günlerde Yunan ve Bulgar sınırına giden mültecilerin, denizden kaçmaya çalışması gibi görüntülerle, içimizi parçalayan bir drama dönüşmüş durumdadır.

Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği ve Uluslararası Göç Örgütü’nün verilerine göre sadece Akdeniz’de boğularak ölenlerin sayısı 2014’ten 2018’e her yıl üç bin kişi civarındadır. Bu durumun soykırım kabul edilmesi için rakamların yüzbinlere mi çıkması gerekir?

SOYKIRIM ANITLARI YAPMANIN BARIŞA FAYDASI VAR MI?

Televizyonlarda sınıra giden ve kaçmaya çalışan mültecilerin görüntüleri canlı olarak yayınlanmaktayken, bu durumun bir insanlık suçuna dönüşmek üzere olduğunu hissediyor musunuz? Türkiye, tarihi boyunca zulümden kaçan herkese kucak açmış bir ülkeyken neden şimdi ‘kaçılması gereken’ bir yer haline gelmiştir?

Suriye Savaşı bitse bile bu savaşın insanlar ve ülkeler üzerindeki etkileri nasıl aşılacaktır? Kim kazanırsa kazansın, savaş bittiğinde barışın ve etnik ayrımcılık yapmamanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatan anıtlar yapsak işe yarar mı?

Bogdan Bogdanović, Jasenovac Anıtı, 1959-1966, Hırvatistan.

Tito’nun siparişiyle Bogdan Bogdanović tarafından, Hırvatistan’daki Jasenovac kampında Sırplara yapılan soykırımı anmak üzere dikilen “Taş Çiçek” adıyla bilinen anıta yeniden bakalım. Balkanların en büyük soykırım kampı olan Jasenovac, Yugoslav Auschwitz’i sayılır. 1941’de gözden uzak bir köy olan Jasenovac’a kurulan kamp, Nisan 1945’e kadar açık kalmıştır. Bu kampta öldürülenlerin sayısı konusunda tartışmalar halen devam etmesine rağmen Washington’daki Soykırımı Anma Müzesi, bu kampta 45-52 bin Sırp, 12-20 bin Yahudi, 15-20 bin Çingene, 5-12 bin Hırvat kökenli Müslüman öldürüldüğü bilgisini sunar. Sırplar, Jasenovac’ta ölenlerin sayısının bir milyona yaklaştığını söyleseler de Tito’nun, kendi emriyle öldürdüğü düşman askerleri için değil, toplama kamplarında ölenler için devasa bir anıt diktirmiş olması manidardır. Ancak bu anma anıtları, Yugoslavya’nın birliğini sağlamaya yetmemiştir.

Bugün ister Belgrad’a, ister Zagreb’e gidin, hiçbir yerde Tito’yu anımsatan bir ize ya da etkinliğe rastlamazsınız. İkinci Dünya Savaşı, Yugoslavlar açısından “en kötüden daha az kötü olanı” seçme deneyimine dönüştüğünden, hiç kimse ne eski savaşları, ne de son dönemde yinelenen savaşları hatırlamak istemez. Tito döneminde yapılan, savaşı ve soykırımları anma anıtları, tıpkı Bulgaristan’daki Buzluca Anıtı gibi o ülkelerin insanlarının gözünde hiçbir değeri olmayan, çürümeye terk edilmiş, artık umursanmayan ve sevilmeyen beton yığınlarıdır.

Bir savaşla veya soykırımla yüzleşmek, anıt dikerek değil, bir daha aynı şeylerin yaşanmayacağının sözünü vererek barışı savunmakla mümkün olabilir. Bu aşamada Türkiye’nin, imzaladığı uluslararası sözleşmelerdeki ‘coğrafi sınır’ çekincesini kaldırarak, Türkiye’ye sığınmış olan herkese ‘uluslararası mülteci’ statüsü verip gitmek isteyeni, gitmek istediği yere insani şartlarda göndermesi en vicdani çözüm olacaktır.

Savaşları ve soykırımları engellemek dururken, her şey olup bittikten sonra bunların anısına heykel dikmenin kimseye bir faydası olmadığı ortadadır. Savaştan kaçıp başka ülkeye gitmek isteyen insanlara ‘düzensiz göçmen’ demek yerine bu insanların ‘mülteci’ olduğunu resmi olarak kabul etmemiz ve onları insani şartlarda gitmek istedikleri yere göndermemiz, barış yolunda önemli bir adım olur.

Aksi halde dünyanın en güzel heykelini de diksek, yaşanan bu mülteci dramını ülke olarak vicdanımızdan temizlememiz mümkün olmaz. Mültecilerin göç yolundayken ölmesinde, devleti yönetenlerin hukuki sorumluluğu vardır...

Resim altı: Bogdan Bogdanovic, Jasenovac Anıtı, 1959-1966, Hırvatistan.

Not: Türkiye’deki sığınmacıların hukuki durumu konusunda, Adem Çiçeksöğüt (2017), “Uluslararası Göç Hukuku Perspektifinde Yerinden Edilmiş Suriyeliler’in Türkiye’deki Statüsü”, Kırklareli Üniversitesi İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 6 – Sayı: 2.