Kürt'ün kâtip melekleri: Dengbêjler
Kürtlerin kendilerini müzikle anlatma yolu bir tercih değil zorunluluktu. İşte sözlü Kürt edebiyat geleneğinde, kökü çok eskilere dayanan bu gelenek ve bu gelenekle üretilen klamlar, dilden dile aktarılıp, edebiyat, tarih, siyaset, sosyoloji, psikoloji, dini, folklor vb, kültürel bileşenleri harmanlayarak kolektif bir hafızanın, toplumsal bir belleğin, kendiliğinden ve birikimli olarak var olmasına ön ayak olmuştur. Bu kadim gelenekle tanış oldukları günden itibaren dengbêjler Kürtlere kâtip melekliği yapmış, acılarını, sevinçlerini, yaslarını, coğrafyalarını, evliliklerini, geleneklerini, göreneklerini, sevaplarını günahlarını özetle kültüre dair tüm birikimlerini kayda geçirmeyi başarmış ve yüzyıllar öncesinden günümüze ulaştırmayı başarabilmişler. Bu gerçekliğin klamlara, dengbêjliğe ve dengbêjlere dayattığı önemi, 21.yüzyılın imkân ve şartları içerisinde yeniden irdeleyip anlamanın yolu asırlar önceye ayaküstü bir yolculuk yapmaktan geçiyor...
Abdulselam Akıncı
Gözün alabildiğine bir mavilik… Muş ovasının Malazgirt ovasına eklemlenen orta yerinde sırtını gri bir yamaca dayamış, gelen kimselerin gördükten sonra kalmaya niyetlense de kalmadıkları ve bizim olan o köyde dünyaya gelmişim. Köyümün adı Hasanpaşa. Kimdir bu Hasanpaşa diye merak edip bir araştırmaya girdiysem de, Osmanlı zamanlarında ismi Hasan olup üstelik paşalık da yapmış üç kişinin varlığından öte bir bilgiye ulaşamadım. Karşısında Katavin dağ sırasının uzandığı köyümüzle katavin dağı arasını, masallara konu edilesi muhteşem Malazgirt ovası ve bu ovayı ortadan ikiye ayıran Murat Nehri süsler. Çok sonra şair yanağı otobüs camının garantisinde çocukluğundan vazgeçmek üzere olduğu yolculuklarının birinde baktığı her yanını dağ ve deniz sanacağı o maviliğe bir şiir de yazacaktı. Sağ olsun yazdı da. İşte bahar gelip kar örtüsü seyrelip yamaçlar alacalı bulacalı görünmeye başlayınca nisan yağmurlarıyla birlikte Murat Nehri gürül gürül akarak Şattülarap’a doğru dönüşü olmayan sırılsıklam bir yolculuğa akar.
Çocukluğum bu kesintisiz döngüye bütün mevsimlerde şahitlik eden bu köyde başlamış ve 90’ların sonlarına denk gelen kavurucu bir ağustos ayının son günlerinde bitiyordu artık. Bitmek üzere olan o çocukluğumun hafızasında kalanlar ise daha çok kalın kar kütlelerinin tüm iletişimi kestiği uzun ve dengbêj hikâyelerinin anlatıldığı kışlara dair hatıralarımdır. O yıllarda Eylül bitti mi kış başladı demekti. Elektrik altyapısının henüz çok sağlam olmadığı o yüzden de günlerce hatta aylarca elektrik kesintileri olacağı için, gaz lambaları henüz en lazım ışık kaynağı olarak odaların baş köşelerinin daimi konuğu olarak duvarları süslemeye devam ediyordu. Fakat gaz lambasının olması yeterli değildi, bir de lambaya gaz lazımdı ki işte o yılların ekonomik şartlarında bu her evin ulaşabileceği türden bir şey değildi. Fakat her şart ve koşulda misafir odasının gaz lambası her an yakılmaya hazır olacak şekilde dolu tutulurdu. Televizyon gibi kitle iletişim araçlarının her köyde ancak birkaç evde olduğu o yıllarda misafir de eksik olmazdı. Misafirin olduğu zamanlarda misafirlerin dışındaki bütün hepimiz tandırlığa doluşurduk. Gün içinde ekmek pişirilmiş o tandır sıcacık olurdu ki biz de ayaklarımızı tandıra sarkıtır, tandırın içindeki közün çocuk hayallerimizi ısıttığı o akşamlarda masallar ve destanlar dinlerdik. Anlatıcı bazen babaannem, bazen dedem bazen de amcam olurdu. Ker û Kulik destanını, Xecê’nin Sîyabende olan destansı aşkını, Mem û Zin’i zindanlara attıran Beko’nun fesatlığını Rostemê Zal’ı, Senem Xanım’ı ve bu anlatılara sesiyle ruh veren dengbêjlerin isimlerini ve daha onlarca hîkayeyî ilk defa o yıllarda ve tandır başında dinlemiştim. Bu hikâyelerin kulağıma çalındığı o yıllarda Xecê’nin Sîyabend’le ölüme gittikleri Süphan Dağı (Sîpanê Xelatê) bütün heybetiyle köyümüzden görünüyor olmasına rağmen o dağı merak edip üstüne çocukca hayaller de kurmamıştım. Tüm anlatılanları mitolojik birer öykü gibi dinliyor ve yaşadığım coğrafyanın eserleri olduğuna dair hiçbir fikrim olmadan zihnime nakşetmiştim. O günlerde dinlediğim o anlatıların, sözlü edebiyatla beslenen ve dengbêjlikten başka kendilerine yol bırakılmamış Kürtlerin kendi içlerinde müzikle açtıkları patika yollarda verdikleri yaşamsal bir mücadelenin ürünleri olduğunu anlamam çok sonra mümkün olacaktı. Tarihi süreç içerisinde farklı coğrafyalarda ve birbirinden kopuk yaşamak zorunda bırakılan Kürtlerin benzeşen kültürel reflekslerinin, klamlar sayesinde yok olmadan günümüze ulaştığı kuşku götürmez bir gerçekliktir.
Burada belki de en çarpıcı sonuç olarak ortaya çıkan şey şu ki; Kürtlerin kendilerini müzikle anlatma yolu bir tercih değil zorunluluktu. İşte sözlü Kürt edebiyat geleneğinde, kökü çok eskilere dayanan bu gelenek ve bu gelenekle üretilen klamlar, dilden dile aktarılıp, edebiyat, tarih, siyaset, sosyoloji, psikoloji, dini, folklor vb, kültürel bileşenleri harmanlayarak kolektif bir hafızanın, toplumsal bir belleğin, kendiliğinden ve birikimli olarak var olmasına ön ayak olmuştur. Bu kadim gelenekle tanış oldukları günden itibaren dengbêjler Kürtlere kâtip melekliği yapmış, acılarını, sevinçlerini, yaslarını, coğrafyalarını, evliliklerini, geleneklerini, göreneklerini, sevaplarını günahlarını özetle kültüre dair tüm birikimlerini kayda geçirmeyi başarmış ve yüzyıllar öncesinden günümüze ulaştırmayı başarabilmişler. Bu gerçekliğin klamlara, dengbêjliğe ve dengbêjlere dayattığı önemi, 21.yüzyılın imkân ve şartları içerisinde yeniden irdeleyip anlamanın yolu asırlar önceye ayaküstü bir yolculuk yapmaktan geçiyor. Fakat arşiv raflarındaki toz bulutu, yasaklı yılların günahlarına perde gibi indiği için, o acı ve gözyaşlarından mayınların döşeli olduğu yola girmek, bir hayli emek ve özen gerektiriyor. O yüzdendir ki bu hal, geçerken uğruyordum gibi basit bir yol üstü muhabbetiyle tarihin derinine inmenin tüm imkânlarını olanaksız hale getiriyor. Zaten geçmişe yolculuğun zorluğundandır ki ayaküstü uğramak ifadesini tırnak içinde kullanma ihtiyacı hissettim.
Geriye doğru göz alabildiğine bir geçmiş, o geçmişe yol alırken, Ermeni’nin tarlasından, Süryani’nin ayininden, Êzîdi’nin şavkı yıllara düşen güneş yalazlarından, Kürt’ün gelininin düğününden, Türk’ün bahçesinden geçersiniz. Bu geriye gidişte acılara yol vermek zorunda olacağınız mecburi bir istikametten geçmek zorundasınız. Komşu halkların efsaneleriyle, ölümsüz aşklarıyla, muradı bir başka âleme, bir öte dünyaya kalmış destansı sevdaların sevgililiğinden bir parça nemalanarak edilir o yolculuk. Bu geriye gidişte yine yol üstü molalarında gözü yaşlı onlarca ezgiye içiniz kırılarak bakarsınız, kimi kimsesi olmayan, uzun yıllar kimliksiz bırakılmış bir halkın melodize edilememiş, anlatılacak kimse bulunamamış, yaslı ve yaşlı kelamlarına tanıklık edersiniz. Her biri kayda geçmeyen birer şikâyet dilekçesi gibi sümen altının kesif kokusuyla hemhal bir şekilde bugünden habersiz kayda geçmeyi bekliyor. Bu yüzden herkes geleceğin umudunu dilek ağacına asarken, ben geçmişin umudunu dilek ağacına asarak; yarım kalmış, eksik bırakılmış, yazılamamış bir tarihin izini Kürt'ün kâtip melekleri olan dengbêjlerin açtıkları patikalardan içli bir yolculuğa çıkıyorum. İran’lı yönetmen Samira Makhmalbaf'ın yönettiği Karatahta (Textê Reş) filminde bir grup Kürt öğretmenin İran-Irak sınır hattındaki köylerdeki Kürt çocuklara eğitim vermek üzere sırtlarında kara tahtayla öğrenci aradıklarını izlersiniz. Filmdeki öğretmen rolüne benzer bir mecburi rolü yüzyıllar öncesinden üstlenen dengbêjler, sahip oldukları doğal yetenekleri ve sesleriyle köy köy, kasaba kasaba dolaşıp tanıklık ettikleri her şeyi melodize ederek kayıt altına alıp bir sermaye bıraktılar.