Heterotopyalardan çağdaş sanata bir tanık: Walid Siti

Siti, ağırlıklı olarak, enstalasyon, kurulum, hazır nesne, heykel, karakalem, boyama gibi farklı teknikte işler üretirken, tema olarak ise eserlerinde; kimlik, ataerki, hafıza, kayıp, göç, militarizm, ev, miras, gelenek, sınırlar, karşılıklı bağımlılıklar, kolektif kimlik, ekoloji, beton-inşaat gibi kavramları işlemektedir. Aynı zamanda kültürel mirastan esinlenen sanatçı, mimarinin resmi unsurlarından ve Ortadoğu coğrafyasının sosyopolitik ve sosyokültürel süreçlerinin yeniden yapılanmasını çalışmalarında referans olarak ele alır. Bu yeni yapılanmayı ele alırken, yeni bir anlam ve metaforları çağrıştıran yeni şekiller ve formlar yaratmak için kâğıt, dikenli tel, çivi, boya, alçı, saman, branda, ağaç, sabun gibi malzemeleri de çalışmalarının bir parçası haline getiriyor.

Google Haberlere Abone ol

Fatih Tan

Kürtlerin, 20. ve 21. yüzyıl kültür-sanat ve edebiyat tarihlerinde -en az Cegerxwîn, Mihemed Şêxo, Erebê Şemo, Hesen Zîrek ve ismini sayamadığım diğer pek çok önemli isim kadar- değerli bir sanatçı olan Walid Siti, 1954 yılında Kürdistan’ın Duhok şehrinde doğdu. 1976 yılında Bağdat Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde lisans eğitimini tamamlayan Siti, sanat eğitimine devam etmek için, -o dönem SSCB’ye bağlı olan- Slovenya’nın bugünkü başkenti Ljubljana şehrine yerleşti ve “Baskı ve Sanat” alanında yüksek lisansını tamamladı. Esasında politik nedenlerden dolayı –Baas rejiminden kaynaklı- vatanından kaçmak zorunda kalan Siti, Irak hükümetinin Kürtlere ve azınlıklara uyguladığı “bio” ve “nekro” politikaları, Slovenya’dan eleştirmeye devam etti. Eski Yugoslavya’nın o dönem Irak hükümeti ile arasının iyi olmasından dolayı Slovenya’yı da terk etmek zorunda kalan Walid Siti, siyasi sığınma talebinde bulunduğu İngiltere’nin onu kabul etmesiyle Londra’ya yerleşti. Bugün hala Londra’da yaşamakta ve üretimlerine orada devam etmektedir.

Siti, ağırlıklı olarak, enstalasyon, kurulum, hazır nesne, heykel, karakalem, boyama gibi farklı teknikte işler üretirken, tema olarak ise eserlerinde; kimlik, ataerki, hafıza, kayıp, göç, militarizm, ev, miras, gelenek, sınırlar, karşılıklı bağımlılıklar, kolektif kimlik, ekoloji, beton-inşaat gibi kavramları işlemektedir. Aynı zamanda kültürel mirastan esinlenen sanatçı, mimarinin resmi unsurlarından ve Ortadoğu coğrafyasının sosyopolitik ve sosyokültürel süreçlerinin yeniden yapılanmasını çalışmalarında referans olarak ele alır. Bu yeni yapılanmayı ele alırken, yeni bir anlam ve metaforları çağrıştıran yeni şekiller ve formlar yaratmak için kâğıt, dikenli tel, çivi, boya, alçı, saman, branda, ağaç, sabun gibi malzemeleri de çalışmalarının bir parçası haline getiriyor. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın ve dünyanın birçok önemli müze ve koleksiyonlarında eserleri sergilenen Walid Siti’yi, Kürtlerin ilk “Çağdaş Sanatçısı”, belki de en doğru tanımlama ile Kürtlerin ilk “Kavramsal Sanatçısı” olarak nitelersek sanırım haksızlık etmeyiz. 13.Sharjah Bienali, 54. Venedik Bienali İran Pavyonu, 56.Venedik Bienali Irak Pavyonu, Bruges Trineali, Martin-Gropius Bau Müzesi Berlin, 2018 Public Art Amsterdam, ICI Paris, Cambirdge Sanat Konseyi Galerisi ABD, Amed Sanat Galerisi, Zilberman Galeri İstanbul - Berlin, British Museum Londra gibi birçok uluslararası galeride karma sergilere katılmış. Ve yine uluslararası önemli sanat galerilerinde solo sergiler gerçekleştirmiştir.

Çalışmalarında Kürtlerin yaşamlarını ve yaşadıklarını yansıtan Siti, ağırlıklı olarak Kürtlerin hem reelde hem de mitolojik tarihlerinde önemli bir yer tutan “dağ” metaforunu sıklıkla kullanmaktadır. Siti’nin sanatsal süreci ve deneyimi, bir kişinin bulunduğu yerden daha çok, doğduğu yer ile sürekli bağlantılı bir duygu göçü içinde olmasıdır. Bu duygu göçü Siti’nin konumunu; ya sürekli “bir şeye erişememe” ya da “erişilecek şeyin sürekli ötesinde olması” üzerinden saptanmaktadır. Bir yerin-coğrafyanın üzerinde yaşayan insanların, o yerin asıl sahibi olduklarını engelleyen temel paradigma; iktidar tarafından ’’geçiş insanları’’ olarak görülmeleridir. Yeryüzünün bu geçiş insanları, bir yere sürekli varma ya da varılacak yeri sürekli ihlal etme üzerinden kurgulanır. Bu kurgu geçiş insanlarını, iktidarın; ideolojik-politik-demografik parametrelerinin uzamı yapar. Göçebe bir milletin, göçe maruz bıraktığı başka bir milletin kökensel ve sabit yerini, geçiş üzerinden “olmayan bir yere” dönüştürür. Ve bu dönüşüm, o yerin toprağını da ‘göçebe bir toprak’ yapan rijit bir dönüşümdür. Çünkü ’’olmayan yer’’ iktidar için her zaman olumsuz ve tehlikeli bir potansiyeldir. Dolayısıyla da öteki için varılmak istenen ve sabitlenmek istenen o toprak ya da yer, geçişten ya da akıştan dolayı hiçbir zaman yakalanmaz ve sabitlenmez. Geçiş insanlarının tarihleri de belirsizdir ve gelecek zaman tasavvurundan yoksun bırakılırlar. Çünkü geçmiş, geçiş insanları için bir tarih olgusuna dönüşmüyor, aksine geçmiş onlar için her gün yaşanan bir olguya dönüşüyor. Bu bağlamda Siti’nin erişemediği toprağı ve yeri, geçiş üzerinden, onu, toprağının ve yerinin ötesine hapsediyor. Ve onun için gelecek, hep zamanın ötesinde görünmeyen bir yerde; geçmiş ise hiçbir zaman varılamamış yerin konumunda kalıyor.

Siti’nin 2018 Amsterdam’da katıldığı bir sergide ’’Monument to the Unsung’’ (Meçhul Askerler Anıtı) isimli çalışmasını, ’’Söylenmemişler Anıtı’’na dönüştüren sanatçı, çalışmadaki askerlerin isimlerini, kadın isimleriyle değiştirerek savaşın eril ve kutsal tarafını kadın kimliği üzerinden manipüle ediyor. Erk olan ve erkekliğe atfedilen kahramanlık olgusunu, erkek karşısında geçiş statüsünde olan kadınlar üzerinden çalışmayı bir bakıma yapı bozuma uğratıyor. Kadının görünür olmayan ve tanınmayan statüsünü, çadırdan oluşan piramit şeklindeki çalışmasının üzerindeki blok taşlara Ronahî, Kanî, Hêvî gibi Kürtçe kadın isimlerini yazarak bu eril geçişe eleştiri getiriyor. Sanatçının esasında yapmak istediği eleştiri, ‘kadın kimliği’ yerine varlık olarak “kadını tanınma” üzerine duruyor. Paul Rincour’un dediği gibi: “Kimlik kavramında, yalnızca aynılık fikri vardır; tanınma ise, işin içine doğrudan doğruya başkalığı (ötekiliği) katan, aynı ile başkası arasında bir diyalektik sağlayan kavramdır.”(1)

Ve bir diğer çalışması olan “Family Ties” (Aile Bağları), 12 adet resmin, bir ağacın kök ve dalları gibi iç içe geçerek, soyut ve dairesel çizgilerden oluşmaktadır. Çalışma bir dinamizmle hareket eden ve bir birine bağlanan bir kafes görüntüsü vermektedir. Bu kafes görüntüsü, belki de bir yere –coğrafyaya- erişmelerini engellemek için, tüm aile fertlerini bulundukları noktaya hapsetmiştir. Ya da yerin –coğrafyanın- ötesinde hapsedilmişlerdir. Her iki durumda da bir noktaya sabitlenme söz konusudur. Bu sabitlenme öteki için bir sabitlenme gibi gözükse de, temsil –iktidar- için ötekiye uygulanan bir geçiştir. Erişmekten öteye varan, öteden ise tekrardan erişmeye yani en başa geri gelen, devinim halinde olan akışkan bir geçiştir. Ama hiçbir zaman yerin sabit noktası ve asıl kökeni değildir. Dolayısıyla Siti çalışmalarında hayalini kurduğu o ‘dağa’ ya bir türlü varamıyor ya da hep ötesinde bir yerlerde kalıyor.

Peki, “yer” nosyonunu kolonyalizm ve postkolonyalizm bağlamında nasıl ele alabiliriz?

Kolonyalizm ve postkolonyalizm, “yer” ve “mekân” ile ilgili tarihsel bir olgudur. Eylemin ve söylemin -ilk etapta- hüküm sürmediği “tümel” bir alandır. Daha doğrusu eylemin ve söylemin, yer ve mekândan daha sonra geldiği bir alandır. Ancak bu durumu manipülasyona uğratan ötekinin mekân içindeki tikel bedenidir. Ötekinin bedeni, ‘temsil edilenin’ bedeni ile herhangi bir mekânda bir araya geldiği andan itibaren kolonyalist olgu eyleme geçer. Bir araya gelen bu iki beden, ister kültürel, ister politik, isterse de sosyolojik -olumlu ya da olumsuz hangi amaçla bir araya geliyorsa gelsin- hiç fark etmez, kolonyal eylemsellik mekânın içinde fiilen başlar. Mekân, yerin aksine ötekinin hiçbir zaman sahip olmadığı ve yabancısı olduğu bir alandır. Çünkü ötekinin bedeni, varlık olarak mekânda sürekli cisimleşir. Daha doğrusu mekânın kendisi bu cisimleşmeyi sağlar ve bu cisimleşmeyi -ötekinin aleyhinde- söyleme ve eyleme dönüştürür. Ve günün sonunda da bu dönüşüm, temsil edilenin bedenini ve dilini ‘erk’ olarak ötekiye karşı belirler. Dolayısıyla bu noktada öteki için kuşkusuz paradoksal bir durum oluşur. Ötekinin kendisi mekânın sahibi pozisyonundaysa, kaçınılmaz olarak bu durum kolonyal bir edime dönüşür. Aksine mekânın sahibi temsil edilen ise bu defa da postkolonyal edim hayata geçer. Her hâlükârda ötekinin kendisi için olumsuz bir durumdur. Ötekinin bu olumsuz durumdan kurtulabilmesi için mekândan önce, bizzat ‘yer’ nosyonunun alanında temsil edilenin bedeni ile bir ’’uzlaşma’’ üzerinden hareket etmesi gerekir. Buradaki yer, ‘aidiyet ve köken’ olan ötekinin yeridir. Her iki beden bir tek yer dediğimiz boşlukta ya da alanda bir araya geldiğinde kolonyal olgu gerçekleşmez. Daha öncede belirttiğim gibi yer ya da coğrafya ötekinin kökenidir, ama üstüne inşa edilen mekân ötekiye yabancıdır. İster bu mekânı ötekinin kendisi organize etmiş olsun, ister mekânın içinde konuşulan ve yapılan şeyler ötekinin lehine sonuçlansın hiç fark etmez. Bu iki bedenin herhangi bir mekâna geçişleri ve bir araya gelmeleri kolonyal terminolojiyi her zaman başlatır. Yukarıda da belirttiğim gibi öteki için temel kilit argüman ‘uzlaşıdır’. Bana göre hayati nokta, tam da burasıdır. Her ne olursa olsun öteki -kendi yerinin kökeninde- kendisini uzlaşma üzerinden var etmediği sürece, hiçbir zaman kendisine yönelik eşitlik olgusu gerçekleşmeyecek ve aynı zamanda uzlaşıyı ontolojik bir olgu gibi göremediği takdirde de kolonyal statüden kurtulamayacaktır.

Sözgelimi temsil edilen bedenin figürü ’’Sartre’’ gibi bir entelektüel de olsa, onun hümanist vicdani praksisi dahi, her koşulda bu olguyu ötekiye karşı sadece eşitsizliğe götürür. Sartre’nin ideolojik ve politik referansları, ötekinin referanslarıyla birebir örtüşmesi durumunda bile, bu durum ötekiyi, Sartre’nin ’’entelektüel nesnesi’’ yapmaktan öteye götürmez. Dolayısıyla Sartre’nin vicdani entelektüel tikelliği temsiliyete karşı olmalıdır, ötekiye değil. Aksi takdirde bu tikel vicdan da, özünde eşitsizliği barındırmaktan kendini alı koyamaz. Bu bakımdan ötekiye empati kurmak, hassasiyet göstermek eşitliği sağlamaz. Eşitliği sağlayabilmek için, -yani kolonyal durumu ortadan kaldırmak için- her şeyden önce ve ilk yapılması gereken uzlaşı nosyonuna gidilmesi gerekir. Çünkü eşitlik kesinlikle uzlaşıdan geçer, empati ve duyarlılıktan değil. Dahası empati ve duyarlılık, sömürüye tabi olanın yerini ve pozisyonunu tasnif eder sadece. Ve hiçbir uzlaşı özünde empatiyi de barındırmaz, çünkü uzlaşı empatiden değil, zorunluluktan doğar. Sonuç itibariyle buradaki uzlaşı, her koşulda temsiliyetin ’’tarihsel tümel ideolojisinin’’ muhatabıdır ve olmak zorundadır. Günün tikel vicdanlarının değil.

Son olarak Herbert Marcuse’nin yapmış olduğu şu saptamanın önemli olduğu kanısındayım ve yazıyı onunla bitirmek istiyorum: ’’Oluşmakta olan bir şey varsa, o da doğanın ihlalinin insanın ihlalini, daha da şiddetlendirdiği sömürgen toplumlara karşı mücadelede doğanın bir müttefik olarak keşfi, ya da daha çok yeniden keşfidir.’’(2)

KAYNAKLAR

1. Paul Ricoeur s.89 Eleştiri ve İnanç Yapı Kredi Yay. Çev. Mehmet Rifat

2. Herbert Marcuse s.55 Karşıdevrim ve Başkaldırı Ara Yay. Çev. Gürol Koca – Volkan Ersoy