Korona günlerinde ev
Korona günlerini mecburen evde, daha çok evdeki kitaplığımda geçiriyorum. Kitaplar beni yatıştırıyor. İçinde yaşadığımız korona günlerinde okuduğum bir kitaptan söz etmek isterim. Ahmet Önel’in Ve Yayınevi tarafından yayınlanan “Konumlandırmalar” adlı kitabı…
Sanırım işin şakası yok. Hani bunun emperyalistlerin bir oyunu olduğunu düşünsek, bakıyorum ABD korona ile mücadele için bir trilyon dolar ayırmış. Fransa üç yüz milyar Euro ayırmış. Korkunç paralar. Demek iş ciddi. Bütün dünyada sokaklar boşaldı. Ne yalan söyleyeyim, büyük bir şok içindeyim. Böylesine büyük, böylesine koca bir gezegeni kaplayan problemi anlayacak sakinlikte değilim. Ama yine de metin olmaya çalışıyorum. Açıklamaları dinliyorum, internette araştırmalar yapıyorum, dünyada kendime ölçüt olarak kabul ettiğim kişilere, ülkelere bakıyorum, onların yaklaşımlarını ve durumlarını anlamaya çalışıyorum. Kendimi sık sık “bloke” olmuş gibi hissediyorum. Çünkü hayatımda hiç böyle bireyler üstü, toplumlar üstü, ülkeler üstü, sınıflar üstü bir durumla karşılaşmadım. Ortada herkesi eşitleyen bir tehdit var: Ölüm! Ve herkesi eşitleyen bir amaç var: Hayatta kalmak!
İşte bu korona günlerini mecburen evde, daha çok evdeki kitaplığımda geçiriyorum. Kitaplar beni yatıştırıyor. Bakıyorum da, bazı kitaplar bazı anıları çağrıştırıyor. Örneğin, Yaşar Kemal’in İnce Memed adlı romanının en eski baskılarından bir cildine yıllar sonra tekrar dokunurken, (hani şu kapağında, atın üstünde bir siluet olan cildi) ilk gençlik yıllarıma dönüyorum. Sözünü ettiğim 1965-1970’li yıllarda, “Köy Romanı” olarak adlandırılan romanlar yaygında. Bana göre bu tür bir niteleme, büyük bir haksızlıktı. Çünkü o zamanların kent yaşamı, roman için gerekli olan çok katmanlı yaşamlar sunmadığı gibi, derin çelişkiler de sunmuyordu ve iç dünya zenginliğine sahip “birey” henüz oluşmamıştı. Büyük kentler bile aslında birer kasabaydı. Oysa köy ve kırsal yaşam, roman için gerekli olan katmanları ve çelişkileri sunabiliyordu çünkü feodal yaşam biçiminden kapitalist yaşam biçimine geçiş sürecindeki toplum, romanlara taşınabilecek ağır travmalar yaşıyordu (İnce Memed). Sanayileşme de özellikle köylerde toplumsal travmalara neden oluyordu (Sarı Traktör).
İşte bu tür romanları yoğun olarak okuduğum yıllarda, arada bir köyümüze giderdim (Senin Köylerin!) Biz kentte yaşıyorduk ama pek de uzak olmayan köyümüz, okuduğum romanlar nedeniyle bana büyüleyici gelirdi. Herkes bilmez, pamuk tarımı çok zordur. Sulama, ilaçlama, çapalama...Toplamak daha da zordur. Gün boyu güneşin altında iki büklüm toplarsın, daha on kiloyu bulmamıştır meret. Pamuk toplama zamanı, ortaöğrenim yıllarımda köyümüze gitmeyi çok severdim. Tarla sahipleri hasat sonuna kadar, her gün köye gidip gelmemek için tarlalarına gölgelik kurar, yataklarını getirir, tarlada yer içer, uyurlardı. Bu pastoral yaşam beni çok etkilerdi. Özellikle sabah erken uyandığımızda, ötedeki dağların lacivert görüntüsü, uzaktaki yolda giden kamyonların hüzünlü gürültüsü, nemli tarla kokusu ve hafif rüzgârın getirdiği köy kokusu...Yılankale'nin ve Anavarza Kalesi'nin sisli görüntüleri beni okuduğum roman kahramanlarımın yanına bırakır giderdi. Hele ovaya İnce Memed'in atı gibi beyaz bir sis çökmüşse...Hiç unutmam, bir gece yer yataklarımızda uyurken, ayak tarafından gelen çıtırtılarla uyandım. Tedirgin oldum, oturdum. Amcam da benim sesime uyandı. "Burada bir şey var" dedim. Amcam hafif doğruldu, karanlıkta o tarafa baktı, " yılandır, boş ver, uyu" dedi ve yattı. Yılan mı! Örtünün altında iki büklüm oldum. Ayaklarımı yılandan uzak tutmak için dizlerimi iyice karnıma doğru çektim. Bu şekilde ne zaman uyudum, ne zaman uyandım, hatırlamıyorum. Bazen de ninemlerin, köyün en sonundaki evine giderdim. Dedem genellikle tarlada olduğundan, ninem evde yalnız olurdu. Bu yalnızlık zamanları, benim için büyüleyici zamanlardı. Çünkü o yıllarda okuduğum romanlardaki olayların geçtiği köyleri, kahramanları tanıyıp tanımadığını nineme sorardım. Köylerin çoğu bizim köyden görünürdü. Bazıları ilerdeki bir dağın yamacında, bazıları tepelerde, bazıları uzak sislerin içinde belli belirsiz dururdu. Örneğin, nineme İnce Memed’in peşine adam gönderen Abdi Ağa’nın yaşadığı Vayvaylı köyünü sorardım. O da Anavarza kalesinin göründüğü sisli dağların oraları gösterirdi. O taraflara uzun uzun, yitirdiğim bir şeyi arar gibi bakardım. Uzakta, karşımda bir anı gibi dururdu Anavarza Kalesi. Bazen tarlaların arasındaki yoldan köye doğru yürürken, ya bir traktöre doluşmuş giden insanları, ya da yanımdan yürüyerek geçip giden insanları Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in, Fakir Baykurt’un romanlarının kahramanları olarak düşünürdüm, onlara benzetirdim. Şu zayıf ama güçlü görünen uzun boylu, başörtüsünü güneşe karşı siper yapmış kadın, Irazca olabilir miydi? Şu hafif aksak yürüyen adam, uçan kuşun kanadı yere değse, onu bulan, ünlü iz sürücü Topal Ali olmasın? Ya şu güzel, bana doğru gülümseyen kız, Binboğalar Efsanesi’nin efsane kızı Cemile olmasın? İşte o yıllarda yaşadıklarımın roman mı yoksa gerçek mi olduğunu kestiremezdim. İnsanlar son derece iyiydi. Sanki herkes bir diğeri için yaşıyordu. Kentteki evimizin çevresinde yaşayan komşularımız da neredeyse öyleydi. Hiç unutmam, 1970’in başlarında, Kıbrıs çıkarması yapıldığında, karartma günleri yaşamıştık. Evde ışık yakmak yasaktı. Yakıldığı zamanlarda da pencere camları koyu renk örtülerle kapatılıyordu. Komşular akşamları pişirdikleri yemeklerden bir tabak da birbirlerine taşırdı.
Şu rafta, sırtını okuduğum kitap, Cengiz Aytmatov’un Öğretmen Duyşen’i. Soluk soluğa okumuştum. Düşünüyorum da, yaşadığım şu olayla Öğretmen Duyşen arasında bir ilişki kurabilir miydim: İlkokul ikinci sınıftaydım. Öğretmenimiz (onun adını asla unutmayacaktım) ev ödevi vermişti. Defterimize dört mevsimin resmini yapıp getirecektik. Akşam, evde ablamla birlikte gece yarısına kadar uğraşıp yapmıştık. Yaptığımız resimleri çok beğenmiştik. Ertesi gün sınıfta, öğretmenimiz ödevlerimizi kontrol etmek için, defterlerimizi sıralarımızın üstüne açık bırakmamızı istedi. Tek tek kontrol ediyor, farklı tepkilerle beğenisini belli ediyordu. Ben de resimlerin olduğu sayfayı açık bırakmış, sabırsızlıkla bekliyordum. Biraz sonra sıra bana geldi. Öğretmenimiz açık sayfadaki resimlere baktı, biraz durdu ve bana korkunç bir tokat attı. Abartmıyorum, kulağımın çınladığını, yanağımın yandığını hissettim. Ama acı duymaktan çok, bütün sınıfa rezil olmak beni yıkmıştı. Çok şaşırdım. Öğretmenin neden vurduğunu anlamadım. Bana tokat attıktan sonra, “sonbahar ve kış mevsimlerinin resimleri nerede?” diye bağırdı. Korkarak sayfayı çevirdim, parmağımla gösterdim. İki resim arka sayfadaydı. Ben öğretmenin sayfayı çevirip bakacağını düşündüğüm için, sayfayı çevirme işini ona bırakmıştım. O ise sadece ilkbahar ile yaz mevsimlerinin resmini yaptığımı düşünmüştü. Böyle olsa bile, davranışı çok ağırdı. Neyse… Dört mevsimin de resmini yaptığımı görünce, beni iki yanağımdan öptü. Pişman olmuştu. Az sonra teneffüse çıktık. Kendimi bahçeye attım. Nedense bütün öğrenciler, bizim sınıftan olmayanlar bile, başıma toplanmış bana gülüyorlardı. “Olay ne kadar hızlı yayılmış” diye düşündüm. Özellikle kızların beni göstererek gülmelerine çok bozulmuştum. Oradan kaçtım. Yalnız kalmak istiyordum. Tuvalete girdim. Aynanın önünden geçerken, bir de ne göreyim, iki yanağımda da kocaman ve kıpkırmızı dudak izleri vardı.
İçinde yaşadığımız korona günlerinde okuduğum bir kitaptan söz etmek isterim. Ahmet Önel’in Ve Yayınevi tarafından yayınlanan Konumlandırmalar adlı kitabı. Konumlandırmalar’ın, bir mizah ve oyun yazarı da olan Ahmet Önel’in kendi kültürlenme ve sosyalleşme sürecinde tortulaşan doğrularını okurla paylaşma isteğinin sonucunda ortaya çıkmış bir kitap olduğunu düşünüyorum. Burada şunu söylediğim anlaşılmamalı: Ahmet Önel okuduklarından, yaşadıklarından ve düşündüklerinden vardığı sonuçları okurla paylaşıyor. Hayır! Konumlandırmalar, bir bilgenin ürettiği düşünceler. Elbette bir bilgenin entelektüel birikiminin kaynakları da eni konu okudukları, yaşadıkları ve düşündükleridir. Ama bilge kişiliğin en önemli özelliği, bilgiyi kendi bilgisi yapabilmiş olmasıdır. İşte Ahmet Önel’in metinlerinin arka planını oluşturan entelektüel dilin özelliği budur. Aşk, dostluk, umut-umutsuzluk, yalnızlık, özlem gibi insanı birey yapan içsel değerlerle, gündelik insan ilişkilerinde biçimlenen değerler, metinlerin izleklerini oluşturuyor.
Ne kadar uzağa gidersem o kadar az şey alırım yanıma, dedi kadın.
Öyle ki, bir daha geri dönmeyeceğimi bilsem kendimi bile götürmem!
Burada “gündelik” olanla “güncel” olan arasında önemli fark olduğunu belirtmeliyim. Gündelik olan, evrensel, kalıcı, dokusal ve toplumsal olandır; güncel olan ise değişken, geçici, yüzeysel ve kitlesel olandır. Böyle olunca, Ahmet Önel’in, bir bakıma Konumlandırmalar’da, gündelik insan hallerini, dolayısıyla evrensel insan hallerini saptamaya çalıştığını söylemek yanlış olmaz. Bunu yaparken de öykünün, aforizmanın, felsefenin ve özellikle şiirin söylem biçiminden yararlanıyor. Metinleri okurken, yer yer Cioran’in aforizmalarını, yer yer Tournier’nin kısa ve çarpıcı yazılarını, yer yer de Hölderlin’in felsefi metinlerini okuyormuş izlenimine kapılıyorsunuz. Örneğin şu metni okuduğumda, belirttiğim izlenimlere kapılabiliyorum:
Aramızda önemli bir fark var. O da senin sen, benim ben olduğum!
Benzerlikleri say, diyorum.
Gereği kadar unutkanız, diyor. Kimi zaman, kimin kim olduğunu hatırlamayacak kadar...
Konumlandırmalar’ı kısa öyküler (short short story) olarak da okuyabilirsiniz, poetik metinler olarak da. Zaten yazınsal türlerin belirlenmesinde, bir yazınsal türü diğerleriyle ayıran sınırlarını değil de, diğerleriyle ilişkisini belirleyen sınırlarını saptayan yaklaşım doğru olandır. Böyle olunca, Konumlandırmalar’ın hangi yazınsal tür olduğunu süreç içerisinde bırakalım kendisi belirlesin.
Konumlandırmalar’ın yazınsal türü ne olursa olsun, varoluşa yönelik göndermeleri, insanın durumlar karşısındaki davranışına ve “yazı yazma” etkinliğinin psikolojik dinamiklerinin sorgulanmasına yönelik kimi zaman teatral metinleri okurken ister istemez bir an duruyorsunuz. Bu durma anlarında, ya içinizdeki bir boşluğun dolduğunu ya da bir belirsizliğe cevap bulduğunuzu ya da cevabını bildiğinizi sandığınız bir “şey”in belirsizleştiğini duyumsuyorsunuz. Ve tekrar dönüyorsunuz Konumlandırmalar’a.
Dikkat ediyorum da, son bir-iki yıl içinde okuduğum çoğu kitabın adı ve elbette içerikleri, şiir kitabı olmamasına karşın, şiire gönderme yapıyor: Acının Antropolojisi (David Le Breton), Ateşin Tin Çözümlemesi (Gaston Bachelard), Su ve Düşler (Gaston Bachelard), Ruhun Yalnızlığı (Eugenıo Borgna), Unutmanın Kitabı (D.Draaısma), Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın (Bu kitaplarüstü kitap U.Eco ve J.C.Carriere Konuşmalarından oluşuyor), Kaybolma Kılavuzu (Rebecca Solnıt), Yitik Paradigma: İnsan Doğası (Edgar Morın) ve daha bunlara benzer bir yığın kitap. Demek, şiir dışında, düzyazı okumak istediğimde de beni yine altında şiir yatan kitaplara yönelten bir şey var. Bunlara mitolojileri de eklemeliyim: Mezopotomya Mitolojisi vb.