Unutulmuş bir araya gelme sanatı ya da tiyatrocular neden üretmeyi bırakmalı?
Medium adlı web sitesinin Culture başlığında 2 Nisan 2020 tarihinde yayınlanan ve içinde yaşadığımız dönemde tiyatrocuların tutumuna dair farklı bir bakış açısı sunan bu yazıyı sizlerle paylaşıyoruz. Orijinal adı The Forgotten Art of Assembly, Or, Why Theatre Makers Should Stop Making olan makale Nicholas Berger tarafından kaleme alındı; çevirisi Fatih Gençkal tarafından yapıldı.
Nicholas Berger*
Çeviren: Fatih Gençkal**
Saat sabah 11. Dışarıda şehir sessiz ve soluk ışıklar pencereye vuruyor. İçeride ise müthiş bir heyecan bedenime yayılıyor. New York işsizlik web sitesine girmeyi başarmış durumdayım. Bu öyle muazzam bir zafer ki günün geri kalanında üretkenlik adına herhangi birşey yapma ihtiyacı hissetmeyeceğim. Birçok tiyatro sanatçısı gibi ben de istihdam pastasından kiramı ödememi sağlayan küçük payımı kaybetmiş ve tüm sanatsal projelerimi belirsiz bir süre için beklemeye almış durumdayım. Şu an, odama kapanmış ne yapsam diye düşünürken hunharca sosyal medyada geziniyorum. Ve karşılaştığım gönderi türleri arasındaki keskin zıtlık dikkatimi çekiyor. Bir tarafta karantina antrenman programlarını duyuran övüngen gönderiler, kedi-köpek videoları ve evde yapılıp aynı karaktersiz İKEA masası üzerinde yenen her yemeği tarihe kaydeden fotoğraflar var. Herkes Mark Bittman’ın New York Times’daki Yoğurmadan Ekmek tarifini keşfetmiş olacak ki alelade bir ev yapımı ekmek fotoğrafına denk gelmemek imkansız gibi. Ama beni düşündüren bunlar değil, ben zaten yıllardır Instagram’da mayalı hamur lobisi yapıyorum. Beni düşündüren sanal oyun okumaları, bir dakikalık karantina oyunları, arşivden prodüksiyon görüntüleri, ukulele eşliğinde söylenen umut dolu müzikal tiyatro şarkıları, yeniden hatırlanan konservatuar giriş sınavı monologları ile artan ölü sayıları, hayat kurtaran tıbbi ekipman eksikliği ve yoğun bakımda tek başına ölenlerin hikayelerinin yanında bu gibi girişimlerin çığırtkanlığını yapan kendinden memnun gönderiler.
Dünyanın pek çok yerinde tiyatrolar kapılarını belirsiz bir süre için kapatmışken ve biz koronavirüs dolayısıyla yeni bir normale alışmaya çalışırken tiyatro sanatçıları arasında ortak bir üretmeye devam etme çabası var. Her zamankinden daha fazla -tiyatro camiası tarafından çok sevilen bir cümle- bu virüsün sanat üretimimizi yavaşlatmasına izin vermememiz son derece önemli gibi görünüyor. Her ne kotarabiliyorsak, onu sunmamız lazım! Arşivlere dalalım! Ne var orada? Hemen internete koyalım! 2006’da salonun en arkasından tek kamerayla çekilen oyunun pikselli kaydı? İnsanların ihtiyacı var! Nitelik? Önemli değil. Küresel salgından bahsediyoruz, bize Nicelik lazım! İnsanların monoloğa ihtiyacı var! Aslında, burada söylenen şey bizi iyileştirecek olanların tiyatro sanatçıları olduğu. Ben buna katılmıyorum ama bunu anlıyorum. En azından şimdilik.
E-mail gelen kutum evlerine hapsolmuş ünlülerin sosyal medya üzerinden yaptıkları oyun okumaları duyurularıyla dolarken bu fikirlerin üzerine ne kadar düşünüldüğünü merak ediyorum. En yakın, en kolay ve en bariz çözümlere tutunmaya çalışmıyor muyuz? ‘Normalde ne yapıyoruz? Aynen onu yapacağız, ama Facebook Live’dan.’ Bu girişimler son derece hüzünlü geliyor bana. Bunlar en iyi ihtimalle dikkatimizi pencerelerimizin dışında büyüyen, hayal bile edemediğimiz yıkımdan geçici olarak uzaklaştıran ama en kötü ihtimalle ve çoğunlukla çaresizce yeniden yaratmaya çalıştığımız sanat biçiminin üstünlüğünü ve vazgeçilmezliğini bizlere sürekli hatırlatan girişimler.
Yetenekli bir yazarın apar topar Instagram için yazdığı beşinci monoloğu izlerken düşünmeye başlıyorum: Bu kimin için? Bu girişimlerin seyircisi kim? Bunlar için kendi camiamız dışından gelen bir talep var mı? Peki o seyirci bunlarda teselli buluyor mu acaba? Ben şahsen bulamıyorum. Merak ediyorum, bunu gerçekten modern tarihte görülmemiş koşullar altında korku içinde yaşayan bir kitle için mi yoksa aslında kendimiz için mi yapıyoruz? Kendimize hatırlatmak ya da kendimizi inandırmak için: Hala sanatçıyız, küresel bir salgında bile üretmeye devam edebiliriz, sanatımıza ihtiyaç var ve her şey normal. Sanatçılar yaratmaya bağımlıdır, ama tüm hayatımız internete taşınırken, internetin biraz kalabalıklaşmaya başladığını hissediyorum.
Broadway, 11 Eylül’den sadece 48 saat sonra perdelerini açtığında bu, görülmemiş bir trajediden sonra gelen görülmemiş bir hareketti. Resmi ölü sayısı 2605’ti, ki bu sayı New York’ta şimdiye kadar koronavirüsten ölenlerin sayısının çok altında, ama ülkenin gördüğü en yıkıcı trajedilerden birinden sadece 48 saat sonra New York tiyatroları açılmıştı. Keder ve tereddütle dolu oyuncular, ıstırap içindeki seyircilerin ancak yarısını doldurduğu salonlarda oynuyorlardı. Chris Jones, o günleri American Theater Magazine’de ‘Pek çok oyuncu üzüntüden neredeyse işini yapamaz haldeydi, çoğu ise kendi kederlerinin yanında bir de yaptıkları işin beyhudeliği fikri ile mücadele içindeydi’ diye kaydetmişti. Ama oyuncular ve seyirciler oradaydı çünkü kaybın karşısında bir araya gelmenin önemini önceliyorlardı. Urinetown adlı yeni müzikali 13 Eylül’de prömiyer yapacak olan Greg Kotis şöyle demişti: ‘O an, tiyatronun normalde olduğundan daha anlamlı olduğunu hissettiğimiz bir andı. Tiyatro, toplulukla ilgili bir hale gelmişti. Aynı yerde bir araya gelmek ve bir oyun aracılığı ile olan bitenler üzerine düşünmek, bu beni gururlandırmıştı.’ Biz sosyal canlılarız ve büyük kayıp anlarında teselliyi insanda arıyoruz. Bu sebepten tiyatronun muazzam bir iyileştirici gücü var ve yine bu sebepten sosyal izolasyon gerektiren bu trajedinin ortasındayken bu kadar kaybolmuş hissediyoruz.
Koronavirüsün sinsi tarafı, insanlığın en temel ihtiyaçlarından birine musallat olması; ki bu, tiyatronun üzerine kurulduğu ihtiyaca tekabül ediyor: bir araya gelme. Bu alanla ilgili en değişmez, tartışma götürmez ve muazzam şekilde can sıkıcı gerçek, tiyatronun yaşam gibi geçici olması. Sadece canlı olarak değil, daha da önemlisi birlikte tecrübe edilmesi gerekiyor. Tiyatro, oyuncu ile seyirci arasındaki ilişkiyle ilgili olduğu kadar, seyirciyle kendisi arasındaki ilişkiyle de ilgili. Bir araya gelmek tiyatronun belirleyici özelliği ve şu an internet üzerinden ortaya konan içerik, bunu göz ardı ediyor gibi görünüyor.
Bu tür acele, doğaçlama dijital projeler mukavemetten ziyade derin bir korkuya işaret ediyor. Koronavirüs hepimizin yalnız kalmaktan nasıl ölesiye korktuğunu ortaya çıkardı. Sehpamızın üzerinde duran Edward Hopper kitabının sahibi iken bir anda kendimizi bir Edward Hopper tablosunun içinde bulduk. Kendimizi Zoom kutuları içinde büyük bir sitcom ailesi gibi gösteren fotoğraflar paylaşma eğilimimizde, bir araya gelmek için duyduğumuz açlık ve aslında derin yalnızlığımızın altını çizen bir tür birliktelik hissine tutunma çabası var. Birlikte değiliz, ama eğer bir kaynaşma ve bir arada olma portresi çizebilirsek, belki de oluruz? Bu çelişki, sosyal medyanın merkezinde olan büyük yalana işaret ediyor: Eğer bir gerçekliği icra edersek, o gerçeklik cisimleşir. Eğer kumsalda, okul arkadaşları toplantısında ya da ilişkimde çok eğleniyorum gibi görünürsem, belki gerçekten eğlenirim. Cihazlarımıza olan bağlılığımız, onların bizi birbirimize bağlama vaadinin önüne geçerken bu vaadi gerçekleştirmekten ne kadar uzak olduklarını da üzücü bir şekilde ortaya koyuyor.
Things Fall Apart [1] adlı eserinde Chinua Achebe şöyle diyor: ‘Bir insan, eşini dostunu sofrasına konuk ederken bunu onlar aç kalmasın diye yapmaz. Hepsinin zaten kendi evlerinde yiyecekleri vardır. Ay ışığının aydınlattığı bir köy meydanında buluşmamızın nedeni ay değildir. Ayı herkes kendi evinden de görebilir. Biz bir araya geliriz çünkü eş dostun böyle yapması iyidir.’ Birbirimize olan ihtiyacımız bizi biz yapar ve tiyatro da bundan muhteşem şekilde yararlanır. Canlı performans iki bin yılı aşkın zamandır tüm teknolojik gelişmelerin taarruzu altında yaşamaya devam etti. Lincoln Center’in mermer kubbeleri altında ya da ormanda bir ateşin başında, biz hep bir araya gelmeye ve hikayeler paylaşmaya devam edeceğiz.
Bu hakikati en iyi vurgulayan oyun, muhtemelen Anne Washburn’ün kahince oyunu Mr. Burns, a Post-Electric Play. Oyun, küresel bir felaketten kurtulan bir grup insanın The Simpsons’ın Cape Fear bölümünü hatırlama ve birbirlerine anlatmasını konu alıyor. Bu küçük hikaye anlatıcılığı ve bir araya gelme eylemi, bir ateş başı öyküsünden oyunun 75 yıl sonra geçen üçüncü perdesinde gerçekleşen muhteşem müzikale evriliyor. Ben Brantley, oyun üzerine New York Times’da yazdığı makalesinde şöyle diyor: ‘Washburn hikaye anlatıcılığının muazzam kıymetini yeniden teslim etmemizi sağlarken, tiyatronun da en muhteşem ve uzun ömürlü hikaye anlatma formu olduğunu bize hatırlatıyor.’ Bir trajedinin ardından bir araya gelmek ve hikayeler anlatmak bizim DNA’mızda var, tiyatrocular olarak değil, insanlar olarak. Ne var ki bu sanat formunun dijital alana göç etmesi, onun mukavemetini artırmıyor, ortadan kaldırıyor. İki ay önce tiyatrocuların Zoom üzerinden oyun okumaları yapmamalarının bir nedeni vardı, tam da o nedenle Hulu[2]’nun programları off-Broadway’den çok daha zengin olsa da tiyatroya gidiyoruz. İnsanların bir araya toplanmasının aşkın tekilliğinin yeri başka bir şeyle doldurulamaz. Öyleyse bu yokken tiyatro yapmak için neden bu kadar çaba sarf ediyoruz?
Bu tür acil dijital performanslara şüpheyle yaklaşmam kötümser ya da bozguncu bir tavır olarak görünür diye çekiniyorum. Öyle değil, gerçekten. Bu, daha çok, derin ve karmaşık bir aşktan doğan bir tavır. Sara Holdren, tiyatroyla ilişkisini tanımlarken onu çok sevdiği bir insana benzetiyor: ‘eşit derece kaygı, absürtlük ve şiddetli bir sadakatle. Tiyatro acayip sinirimi bozuyor. Gün geliyor o aptal suratına bir yumruk vurup onunla bir daha konuşmak istemiyorum. Öte yandan hayatımın geri kalanını onunla geçirmek istiyorum.’ Tiyatronun adım adım bir TikTok[3]’a dönüşmesini gördükçe içimin ezilmesi işte bu aşktan.
Pek çok topluluğun ve sanatçının karşı karşıya olduğu ciddi ekonomik gerçekleri göz ardı etmek istemem. Tiyatro ve eğlence endüstrisinin karşı karşıya olduğu finansal durum, daha önceden bilinen ya da eşi görülmüş bir durum değil. A.C.T., Berkeley Rep ve Rattlestick gibi tiyatroların iptal edilen gösterilerinin kayıtlarını bilet alan seyircileri için internetten yayınlamaları, aylardır o oyunlara emek veren sanatçıları onurlandırmak ve, anlaşılır şekilde, gelir akışını sağlamaya çalışmak içindi. Ancak, bu gibi durumlar yavaş yavaş ortadan kalktıkça, sendikalar yasaklar getirdikçe ve karantinadaki birinci ayımıza yaklaşırken, sektörümüzün nereye gittiğine dair kaygılanıyorum. Bu tür performansların ömrü ne kadar olabilir? Sahneleri ellerinden alınmışken hayatta kalmak için yeterli parayı kazanabilmek adına türlü şaklabanlıklar yapma zorunluluğu sanatçıların omzuna yüklenmemeli.
Var olan teatral üretim yapılarını internete taşımak, o yapıların gerçek hayattaki sorunlarını ortadan kaldırmıyor. Alelacele akıllıca ve geçici çözümler üretmeye çalışarak tiyatroyu eğip bükmektense belki de içinde bulunduğumuz kapitalist yapıyı gözden geçirmeliyiz; doğuştan girişken, empatik ve problem çözücü olan sanatçılardan, küresel bir salgın zamanında, kendi çabalarıyla, zaten bolca içerikle dolup taşan internet üzerinden ekmeklerini kazanmalarını bekleyen bir yapıyı. Tabi bunu yaparken, tiyatronun tanımlayıcı özelliği olan canlı oluşunu da tamamen göz ardı ediyoruz.
Ne var ki, bu dönem bize daha iyi bir gelecek inşa etmek ve sorgulanmayan yapıları yeniden hayal etmek için bir fırsat sunuyor. İnsanları önceleyen bir sistem kurmak üzerine düşünmek için zamanımız var, ki yeni bir trajedi yaşandığında sanatçılar işten çıkarılıp onlardan özür dilenmesin, çalışmalarının karşılığı ödenebilsin. Ufka bakarken belki de tiyatro için önemli olanın şatafatlı localar ve şık binalar olmadığını çünkü tiyatronun ona yer veren mekanlarda değil, onu yapan sanatçılarda yaşadığını fark edeceğiz. 1935’te Büyük Buhran’ın ardından Federal Tiyatro Projesi, bugün Bölgesel Tiyatrolar[4] olarak bildiğimiz yapının temellerini attı. Bu projenin yüzüncü yılı yaklaşırken, bizler de şu an yüz yıl sonrasının neye benzeyeceğine dair söz söyleme imkanına sahibiz. Gerçekten önemli olanı desteklemek için nasıl bir finansal yapı kurabiliriz? Bu durum tekrar yaşandığında nasıl daha hazırlıklı olabiliriz?
Bu süreçte kayıplar olacağı aşikar. Bazı tiyatrolar kapanmak zorunda kalacak, kapanmayanlar ise ekonomik olarak zaten olduklarından daha zor duruma gelecekler. Ama bu yokluk ortamı sanatsal güvenliğe değil esnekliğe ve cüretkarlığa yol açmalı. Provokatif, risk alan, utanmazca teatral işler, birbirimize 1,5 metreden fazla yaklaşabildiğimizde çok gerekli olacak. Bunu ne kadar iyi becerebileceğimiz, tiyatro sanatının ne kadar acil ve önemli olduğuna dair en güçlü sözümüz olacak. Şu anda sahip olduğumuz ekstra zamanı, bu muzaffer geri dönüşe hazırlanmak için kullanabiliriz, sadece onu beklerken dikkatimizi dağıtmak için değil.
Dünya geri gelene kadar kendi üzerimizde yarattığımız bu üretme baskısını kaldırmalıyız. Dünya sanat kıtlığı içinde değil. Teknolojinin olumlu mucizelerinden biri sayesinde insanların oturma odaları da sanat kıtlığı içinde değil. Tiyatrocular talep olmayan bir yere sanat arz etmek durumunda değiller. Bu zamanı dünyayla sanatçı olarak değil, seyirci olarak ilişki kurarak, kendimizinkinden farklı araçların tüketicisi olarak geçirelim. Sizi temin ederim, Instagram Live’da Tiger King, Hedda Gabler’den daha eğlenceli. Ve gözlerinizi mavi ışıktan bir süre uzak tutmak isterseniz de uzun zaman önce alıp Instagram’da çoktan paylaştığınız o kitabın kapağını sonunda açabilirsiniz. Böylece sanat yapıtları ile, sahiplerinin niyet ettiği şekillerde ilişki kurmuş olursunuz. Bunu yaparken tiyatro sanatçılarının farklı alanlardaki yapıtlarını da fark edebilirsiniz. Bir tiyatro yazarının dramatik olmayan metinlerine göz atın, Sarah Ruhl’un 100 Essays I Don’t Have Time to Write’ı ya da Anais Mitchell’in Young Man in America’sı muazzam mesela. Ya da bırakın tiyatroyu, Dua Lipa’nın yeni albümü şahane.
Böyle aceleci ve telaşlı bir normale dönüş çabasına ihtiyacımız yok. Tiyatronun hala devam ettiğine, işlerin tıkırında olduğuna (!) dair bir illüzyonu sürdürmeye ihtiyacımız yok. ‘Perdenin ardındaki adama dikkat etmeyin!’; o perde yanıp, çürümüş tahta bacaklarımızla devlet desteğinden yoksun halimizi ortaya çıkarmışken. New York’ta her 3 dakikada bir koronavirüs sebebiyle biri ölüyor. ‘Her şey yolunda giderse’ ülke çapında ölü sayısının 200.000’i aşması bekleniyor. Central Park’ın ortasında sahra hastaneleri açılıyor. İtalya’da morglar ve krematoryumlar gelen ölülere yetmiyor. Hindistan, insanları aç kalmaları pahasına evde kalmaya zorluyor. Doktorlar, diğer doktorları entübe ediyor. Hemşireler 14 saatlik vardiyalarda gerekli tıbbi koruma ekipmanlarından yoksun çalıştıkları için ailelerini tehlikeye atmak istemediklerinden evlerine gitmiyorlar, bunun yerine ölmekte olan ve kimseyle görüşmesine izin verilmeyen, dolayısıyla yalnız ölecek olan kişilerin ailelerine Facetime üzerinden veda edebilmeleri için onlara yardım ediyorlar. Biz neyi ispatlamaya çalışıyoruz? Bu normal değil.
Bu insani bir kriz, sanatsal değil. Şunu anlamalıyız ki evimizde kapalı kalıp sıkılma ve bu zamanı uzun süredir yerde duran tabloları duvara mı assam yoksa yeni bir karantina sanatı örneği mi icra etsem ya da izlesem diye düşünme ayrıcalığı, bu ülkeyi hayatta tutan pek çok kişinin sahip olmadığı bir ayrıcalık. Pek çok sanatçının çaresiz hissettiğini ve bildikleri şekilde -yani sanatsal bir ürünle- bir katkı sunmaya çalıştıklarını anlıyorum. Ama Andrew Cuomo [5]’nun birbiri ardına gelen basın toplantılarını izlerken üzerine giydiği Polo gömlek değiştiğinde bir hafta geçtiğini anladıkça kendi yetersizlik hissimi üzerimden atamıyorum. Keşke hepimiz doktor, hemşire, bilim insanı, gazeteci, politikacı ya da insanların hayatında gerçek bir farklılık yaratabilecek başka bir meslek sahibi olsak. İnsanlar ölüyorlar ve biz evimizde oturuyoruz! Sonra derin bir nefes alıp televizyonu kapatıyorum ve şunu fark ediyorum: Aslında hesaplaştığım şey kendi gereksizliğim. Tiyatro ve tiyatro yapanlar şu an gerekli değil ve bunu reddetmek kullan-at dijital işler üretmemize ve sanatımızın gerektirdiği samimiyeti paramparça etmemize yol açıyor. Bizden sahneyi terk etmemiz bekleniyor, bis yapmamız değil.
Netflix dizisi Black Mirror’ın Be Right Back adlı bölümünde eşinin ölümüyle yüzleşmekten delicesine korkan Martha, ölen kocasını yeniden yaratmak üzere programlanmış bir uygulama aracılığıyla acısının etrafından dolanmayı deniyor. Kocasının mesajları, e-mailleri ve sosyal medya paylaşımlarının derlenmesinden oluşan bir replikasıyla önce mesajlaşıyor, sonra da telefonda konuşuyor. Kısa zaman içinde kocasının bütünüyle yeniden yaratılmış yapay zeka bir replikası ile karşı karşıya duruyor. İlk başta bu replikanın -etten kemikten gerçek kocası kadar olmasa da- yeterli olacağını düşünse de, tabii ki, öyle olmuyor. Kısa süreli bir teselli verse de, onunla ilişkisinin elle tutulur bir yanı olamıyor. Martha sonunda sinir krizi geçiriyor ve adamın göğsüne vurarak ağlıyor: ‘Sen yeterince o değilsin! Sen bir hiçsin! Bir hiç!’ Replika o değil, her ne kadar ona benzese de, onun gibi davransa da ve her ne kadar kadın onun öyle olmasını istese de. Yanıltıcı şekilde, dizinin bu bölümü yapay zekanın tehlikeleri üzerine değil. Daha ziyade insanın kendisini rahatsız hissettiren keder duygusuna olan ihtiyacından kaçmaya çalışması ve bunun beyhudeliği üzerine. Ve hepimiz şu an Martha’yız: Yapay zeka kocamızın göğsüne vurup ondan asla olamayacağı bir şey olmasını istiyoruz ve eninde sonunda yüzleşmemiz gerekecek olan acıyı görmezden geliyoruz.
Bu acıya bırakmalıyız kendimizi. Kederi hissetmeliyiz. Yas tutmalıyız. Kaybettiğimiz işimizin, paramızın, hayatlarımızın yasını. Bir arada olmayı talep eden bir sanat biçiminin geçici kaybının yasını. Yaslanın kedere. Bırakın kendinizi. Bırakın. Bırakın. Yasın insani bir eylem olduğunu hatırlatmalıyız kendimize, dijital değil. Ancak bu kabulle hayatta kalabiliriz. Bizi internet kurtarmayacak, kendimiz kurtaracağız.
Hayatımızı adadığımız sektörümüzün durma noktasına geldiği şu an hissettiğimiz korku ve belirsizlik gerçek. Öyle değilmiş gibi yapmamıza ve üretmeye devam etmemize gerek yok. Tıp çalışanlarına ve diğer insanlara evimizde kalarak yardım edebiliriz. Derinden sevdiğimiz sanatımızı da Pause düğmesine basarak onurlandırabiliriz, yeniden canlandırmaya çalışarak değil. Yasaklar kalktığında gözlerimiz, ekranlarımızdan sessiz bir özgürleşme hissiyle ayrılacak. O zaman üzerimizdeki tozu silkeleyeceğiz; yıpranmış, yorgun, yalnız bedenlerimiz bir araya gelecek ve hep birlikte aynada kendimize bakacağız. Tiyatroya kendi yansımamızın bir kısmını görmek, görünmek ve bir toplum içinde yaşadığımızı fark etmek için geliyoruz. Dünya geri döndüğünde ve enkazdan kafamızı çıkardığımızda -enkaz olacak evet- birbirimizi yepyeni bir şükranla arayıp bulacağız. Aylar sonra birbirimize yeniden ilk kez sarıldığımızda ve sevdiğimiz birini kollarımızın arasında tutmanın hissini hatırladığımızda, onların ağırlığını kalbimizde hissettiğimizde, kızıl saçlı barmen bize tam sevdiğimiz gibi bir kokteyl hazırladığında ve bize göz kırpıp gülümsediğinde şöyle düşüneceğiz: Yaşamak ne muazzam bir şey; ya da berberimiz aylar sonra saçımızı keserken aynada göz göze geldiğimizde birbirimize olan görünmez ve vazgeçilmez ihtiyacımızı hatırlayacağız ve yeniden tiyatroya gidip kutlayacağız, yas tutacağız, iyileşeceğiz ve bir araya geleceğiz.
Dipnotlar
[1] Parçalanma adıyla İthaki Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
[2] Hulu, isteğe bağlı video hizmeti sunan bir web sitesi.
[3] Tiktok, video oluşturma ve paylaşmanın yanı sıra canlı yayın imkanı sağlayan bir sosyal medya uygulaması.
[4] ABD’nin özellikle New York City dışında kalan bölümlerinde kendi repertuvarını ve sezon planını yapan, çoğunlukla yeni oyunlara ve ticari olmayan yapımlara yer veren profesyonel ve yarı profesyonel tiyatrolar.
[5] New York valisi.