'Bu kitapların hepsini okudunuz mu?'
Son zamanlarda, virüs salgını nedeniyle evden online çalışan akademisyen, gazeteci, yazar gibi entelektüellerin ekran görüntüsünün arka planındaki kitaplıklara bir sataşma geldi. Kitap kültürüne sahip olmayanlar bir entelektüelin evinde bir çalışma odası bulunmasını doğal olarak anlayamazken, ben de kendime şu soruları soruyorum: Dijital çağ bir kültür olarak toplumun gözeneklerine dağıldığında ve yerleştiğinde, kitaplar da fiziksel olarak ortadan kalkacak mı? O zaman nasıl sorularla karşılaşacağız acaba?
Evinde şu ya da bu ölçüde bir kitaplık bulunan çoğumuz şu soruyla karşılaşmışızdır: “Bu kitapların hepsini okudunuz mu?”
Bu soru bir akrabadan, evi boyayan ustadan ya da bir komşudan gelebilir. Bana en son bir komşudan gelmişti. Hatta komşum bu soruyla yetinmemiş, yeni taşındığım zaman beni ziyaret ettiğinde kitaplığa yolu düşünce, raflardaki kitaplara hayretler içinde bakmış ve daha can alıcı bir soru da sormuştu: “Aaa! Kitaplar raflara mı koyuluyor?” Bununla da yetinmemiş, bir de öneride bulunmuştu: “ Ay, kocaman odaya yazık değil mi, sırf kitap doldurmuşsunuz, çocuk odası falan yapsaydınız.”
Umberto Eco, evine gelip de kütüphanesini görünce, “Hepsini okudunuz mu?” diye soran birine, bir dostunun, “daha fazlasını beyefendi, daha fazlasını” diye cevap verdiğini belirtir. Oysa böyle bir soruya kendisinin verebileceği iki cevabının olduğunu söyler: “İlki, hayır. Bu kitaplar yalnızca önümüzdeki hafta okumam gerekenler. Okumuş olduklarım üniversitede (U. Eco öğretim üyesiydi –S.B.-). İkinci cevap da şu: Bu kitapların hiç birini okumadım. Yoksa niye tutayım ki?”*
Şu soru da tanıdık geliyor size değil mi: “Abi bu kolilerde ne var, eşek ölüsü gibi?”
Ev taşırken en çok sorun olan kitap kolileri. Gerçekten öyle ağır olur ki, eşek ölüsü gibi, yerinden kalkmaz. Adam son derece haklı olduğu için, biraz suçluluk duyarak, “ee, şey, kitap var onlarda…” falan dersiniz.
EKRAN GÖRÜNTÜSÜNÜN ARKA PLANINDAKİ KİTAPLIKLAR
Son zamanlarda, virüs salgını nedeniyle evden online çalışan akademisyen, gazeteci, yazar gibi entelektüellerin ekran görüntüsünün arka planındaki kitaplıklara da bir sataşma geldi. Bu kitaplık görüntüsünden rahatsız olan kimileri, bu görüntünün “hava atmak”, “snopluk” hatta “görgüsüzlük” olduğunu öne sürdüler. Sosyal medyada tartışılan konunun “sataşan” tarafları, bana kalırsa yukarıdaki soruları sorma potansiyeline sahip insanlardan geldi. Kitap kültürüne sahip olmayan bu insanlar, bir entelektüelin evinde bir çalışma odası bulunmasının, bu odada bir kitaplık bulunmasının, bu kitaplıkta bir bilgisayar bulunmasının doğal olduğunu, doğal olarak anlayamazlardı.
Ben de kendime şu soruları soruyorum: Dijital çağ bir kültür olarak toplumun gözeneklerine dağıldığında ve yerleştiğinde, kitaplar da fiziksel olarak ortadan kalkacak mı? O zaman nasıl sorularla karşılaşacağız acaba?
KİTABIN ORTADAN KALKMASI NASIL SONUÇLAR DOĞURUR?
Meğer bu soruyu ilk kez soran ben değilmişim. Dünyanın tanınmış iki önemli entelektüeli ve kitap kurdu, ta 2008’de bu soruyu masaya yatırmışlar. Umberto Eco ve J.- C. Carriere, Jean-Philippe de Tonnac’ın yönettiği nehir söyleşinin başlangıcında tam da bu konuyu tartışırlar. Carriere, şu meşum soruyu sorar Eco’ya: “2008’deki son Davos zirvesinde, önümüzdeki on beş yıl içinde insanlığı altüst edecek olaylar konusunda fikri sorulan bir fütüroloğa göre, (…) bu profesyonel kâhine göre dördüncü olay, kitabın ortadan kalkacak olması. (…) Eğer hakikaten ortadan kalkarsa, insanlık için mesela suyun öngörülen programa göre azalmasının ya da ulaşılmaz hale gelen petrol fiyatlarının yol açacağı türden sonuçlar doğurur mu, doğurmaz mı?”**
Neyse ki Eco’nun cevabı yüreğimize su serpiyor: “(…) Konu üstüne söylenecek çok az şey var gerçekte. İnternetle, alfabe çağına döndük. Biz görüntü uygarlığına girdiğimizi zannetmiş olsak da, bilgisayar bizi gerisin geri Gutenberg galaksisinin içine soktu ve herkes okumak mecburiyetinde artık.”
‘E-KİTAP OLAĞANÜSTÜ BİR KULLANIM RAHATLIĞI GETİRECEK’
Ne var ki Carriere, Eco’yu ve beni köşeye sıkıştırmakta kararlıdır: “Görünüşe göre e-kitabın son versiyonları, onu basılı kitabın doğrudan rakibi haline getirdi artık. ‘Reader’ modelinde daha şimdiden 160 başlık var.”
Haklı söze Eco ne diyebilir ki: “…Elektronik kitap pek çok alanda olağanüstü bir kullanım rahatlığı getirecek. Yalnız, okumanın gereklerine en iyi uyarlanmış teknolojiyle bile, Savaş ve Barış’ı bir e-kitapta okumak çok elverişli olur mu diye merak etmeden duramıyorum…”
Neyse ki henüz e-kitap uygarlığı egemen olmadı. Bir kitapçıya (yoksa “kitabevi” ne mi?) gidip, istediğimiz kitabı fiziksel varlığıyla da edinebiliyoruz. “Kitabevi”, “kitapçı”…Ben bu iki sözcükten birincisini kullanmayı tercih ediyorum. Çünkü kitabevi, yalnızca bir alışveriş ilişkisini yansıtmıyor, bir mekânı öne çıkarıyor. Öne çıkardığı mekânın biçimini de “ev” olarak vurguluyor. Bu vurgu da bana gerçekten bir ev duygusu veriyor. Öyle ya, kitap gibi ürünün endüstriyel tasarım boyutunun insanı pek fazla büyüleyemediği, tavlayamadığı; bilginin, düşüncenin ve yaratımın doğrudan doğruya kendisinin satıldığı bir mekân, bence evi çağrıştırmalı. İçtenlikli, aralarında bir sorun olsa bile, enikonu insanların evde olduğu gibi birbirlerine güvendikleri bir mekân. Serbestçe dolaşılabilen, hatta oturma gruplarının olduğu, hatta ve hatta yazmak için bir köşenin olduğu bir mekân. Örneğin bir konfeksiyon mağazasına girdiğinizde, siz daha kapıdan girer girmez, “Hoş geldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim?” diye yapay bir gülümsemeyle size doğru koşuşturan “satış elemanları”nın olmadığı bir mekân. Yani insanı rahat bırakan bir mekân. Oysa “kitapçı” sözcüğü, daha başlangıçta bir alışveriş ilişkisini çağrıştırdığı için bana soğuk geliyor: Kitap satılan yer! Satın almak istediğin kitabı al ve çık. “Kitabevi”: Gir, dilediğin gibi davran, rahat ol, istersen şu köşedeki koltuğa otur. Dilerseniz bir çay alabilirsiniz, şu yeni çıkmış kitabı karıştırırken. Evet, evet kitabevi…
KÜLTÜR ÜRETEN MEKÂNLAR
Benim kültürlenme sürecimde kitap edindiğim yerler, kitabeviydi. Kitabevleri sadece tüketilen değil, şairlerin, yazarların okurla buluştukları, kültür üreten mekânlardı. Çoğu kitabevi aynı zamanda kendine özgü yayıncılık da yapardı. Elbette günümüzde de bu tür kitabevlerinden var ama sayıları oldukça yetersiz. Oysa, örneğin 1980’li yıllardan şu son yıllara kadar, Ankara’da bu tür kitabevleri oldukça fazlaydı. İstanbul’da da vardı ama yaşayan insan yoğunluğuyla kıyaslandığında, oldukça yetersizdi. Adeta kitap İstanbul’da basılır, Ankara’da okunurdu. İşte, örneğin Nişantaşı’ndaki efsanevi Akademi Kitabevi hemen aklıma geliyor.
Yolunuz düştüğünde mutlaka ünlü bir şair ya da yazarla karşılaşırdınız. Ben Aziz Nesin’le, Turgut Uyar’la ilk kez burada karşılaşmıştım. Ülkenin entelektüel yaşamında oldukça etkili olan “Akademi Kitabevi Ödülleri” vardı. Jürisinde Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu, Aziz Nesin gibi dönemin en saygın yazarları yer alıyordu. Kadıköy’deki Gençlik Kitabevi’ni de saymalıyım. Ankara’da, Ahmet Say’ın yönetimindeki ABC Kitabevi’ni unutamam. Alt katındaki salonda resim sergileri açılır, söyleşiler yapılırdı. O zamanlar kitabevleri birer kültür merkeziydi. Kibele Kitabevi de böyleydi. Toplum Kitabevi, Zafer Çarşısı’nda (diğer adı Kitapçılar Çarşısı’ydı) minicik bir mekândı. Ama o dönemin Ankara entelejansiyasının merkezlerinden biriydi. Tanınmış şairlerin, yazarların, politikacıların, öğretim üyelerinin, gazetecilerin uğradığı, ayaküstü oldukça önemli kültürel tartışmaların yaşandığı bir kitabeviydi. Sahibi olan yazar Remzi İnanç, Toplum Yayınları adıyla kitap da yayınlıyordu. Daha sonra sıkı dost olacağımız Metin Altıok’la bu kitabevinde tanışacaktım. Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Ahmed Arif, Cemal Süreya gibi ünlü şairlerle de bu kitabevinde karşılaşacak, bazen sohbetlerine katılacaktım. Muzaffer ve İlhan Erdost kardeşlerin Onur Kitabevi (12 Eylül faşist askeri darbesinde İlhan Erdost’un katledilmesinden sonra kitabevinin adı “İlhan İlhan Kitabevi olacaktı) başlı başına bir kültür merkeziydi. Yayınladığı kitaplarla Türkiye’nin aydınlanma sürecinde önemli yer edinecekti. Bilgi Kitabevi, zaten ülkenin en eski yayınevlerinden biri olan Bilgi Yayınevi’nin de sahibi olan Ahmet Tevfik Küflü’ye aitti. Attila İlhan’la ilk kez burada karşılaşmıştım. Dost Kitabevi, İmge Kitabevi gibi kitabevleri de benim kültürlenme sürecimde çok etkili olan kitabevleridir. Daha sonra Bilim Ve Sanat Kitabevi… Bu kitabevlerinin en önemli özelliği, aynı zamanda kitap yayınladıkları gibi, kitap dağıtım sistemine de sahip olmalarıydı. Dost Kitabevi’nin diğerlerinden bir farkı, başkent Ankara’da bir buluşma noktası olmasıydı. “Yarın öğleden sonra Dost Kitabevi’nin önünde buluşuruz!”
Paris'teki yüzyıllık ünlü Shakespeare And Company kitabevi kültür kitapçılığının belki de dünyadaki atasıdır. Birkaç yıl önce gittiğimde uğramıştım. Aynı konumunu koruyordu. Dünyaca tanınmış birçok yazar ve şairin uğrak yeriydi. Küçük yazı odasında gelip çalışırlarmış. Orada, loş odadaki bir masanın üstünde duran eski daktilonun tuşlarında James Joyce'un, Hemingway'in parmak izlerini görür gibiydim. Bu kitabevi, kendi adıyla, James Joyce’un bastırmak için birçok yayınevinin kapısını çaldığı ama bastıramadığı Ulisses adlı romanını ilk kez yayınlamayı göze almıştı. (Onu Türkçeye kazandıran Nevzat Erkmen'i saygıyla selamlıyorum)
KİTABEVİ-KAFE
İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Simurg Kitabevi de tam bir kültür kitapçılığı yapan bir mekândı. Aynı zamanda sahaflık da yapan Simurg, istediğiniz bir kitabı mutlaka size sağlardı. O kitapla ilgili sorununuzu paylaşır, kitabın tarihiyle, sosyolojisiyle ilgili bilgiler verir, sizi yönlendirirdi. Kitabevinin sahibi İbrahim Yılmaz’la, Hacettepe Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarından tanışırız. Edebiyat eğitimi almış olmasının da onun bir “kitap kurdu” olmasında payı vardı. Kadıköy Mephisto Kitabevi’nin şiir kitaplarına gösterdiği ilgiyi, Beyoğlu Pandora Kitabevi’nde niçin göremediğimizi hep merak etmişimdir. Mephisto, rıhtımdaki küçük yerinden, Bahariye’deki büyük yerine taşınınca, kitapların da insanların da daha rahat bir nefes aldıklarına tanıklık ettiğimi belirtmeliyim. Bir kitabevinin kültürel niteliğini artıran ölçütlerden biri de bana göre, edebiyat-sanat dergilerine gösterdikleri ilgidir. Kadıköy Mephisto bu açıdan da her zaman övgüye değer. Öyle ki dört-beş yapraklık “fanzin” türü yayınları bile bulmanız mümkündür. Semerkant Kitabevi (Beyoğlu) de bu bağlamda anılmaya değer bir kitabevi olarak varlığını sürdürüyor. Bazı kitabevleri, oraya devem eden yazarlarla ve şairlerle de anılır. Örneğin Semerkant Kitabevi, Ahmet Ümit’in ikinci adresidir. Müzik CD’sinin kitapla aynı mekânda satılıyor olmasını ben hep yadırgamışımdır. Mephisto gibi müzik CD’si de satan bazı kitabevlerinin, yüksek sesle müzik yayını yapmalarının, kitap-okur ilişkisindeki sessizlikle çeliştiğini düşünüyorum. Yine Bahariye’de farklı bir “konsept”le açılan Penguen Kitabevi, son yıllarda popüler olan “kitap-kafe” anlayışıyla kendini tanımlıyor. Yine Kadıköy’de, başlangıçta kitabevi kimliğini öne çıkararak işe başlayan Akademi 1971 Kitabevi (Nişantaşı’ndaki eski Akademi Kitabevi’nin adını kullanıyor), başarılı bir kitabevi-kafe olarak son zamanlarda sanki “kafe” özelliğini öne çıkarıyor. Tünel’de yer alan Robinson Crusoe Kitabevi, daha bir kendine özgü kitabeviydi. Dünyanın her yanından kitap getirebiliyordu. Türkçe kitapların yanı sıra İngilizce ve Fransızca kitaplar da satardı. Nisan Yayınları adında bir yayınevleri de vardı. Yabancı yayınların dağıtımını da yapıyorlardı.
Yazımızı J.-P de Tonnac’ın, Carriere’ye yönelttiği bir soruyla ve onun sorduğu karşı soruyla noktalayalım.
J.-P.Tonnac: “Kitaba ve bütün kitaplara, yitip gitmiş olanlara, okumadıklarımıza, okumamız lazım gelmeyenlere, üstüne basa basa saygılarımızı sunuyoruz. Kitabı mihrabın üzerine yerleştirmiş toplumlar nezdinde bu saygı anlaşılır bir şey. Bu noktada, kitaplı dinlere ilişkin bir şeyler söylemelisiniz belki de.”
Carierre: “…Kitabı Mukaddes’te şöyle denir: ‘Kelam başlangıçta var idi ve Kelam Tanrı idi. Peki ama kelam yazıya nasıl dönüştü?”***
Dipnotlar
*Umberto Eco ve J.-C.Carriere; Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, çev. Sosi Dolanoğlu, Can Y.
**a.g.e.
***a.g.e.