Bige Örer: Füsun Onur, Türkiye sanatı için bir ilham kaynağı

Gelecek Venedik Bienali’nde Türkiye Pavyonu’nda yer alacak sanatçı Füsun Onur’u, serginin küratörü Bige Örer ile konuştuk. Füsun Onur’u “bir ilk olmasından çok ısrarı, tutarlılığı ve ortaya koyduğu özgün estetik anlatım” bakımından çok önemli bulan Örer, “içinden geçtiğimiz belirsizliklerle dolu bu dönemde Füsun Onur’u duyabilmeyi önemli buluyorum” diyor…

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Türkiye’nin salgın nedeniyle karantinaya girdiği sıralar, Nisan ayı ortalarında sanat dünyasının ilgiyle karşıladığı bir haber açıklandı. Venedik Bienali Türkiye Pavyonu bu sefer Füsun Onur’a emanet ediliyordu. Türkiye’nin yaşayan en önemli çağdaş sanatçılarından Füsun Onur’un Venedik Bienali’nde bir anlamda bizi temsil etmesinden daha makul bir gelişme olamaz. Son dönemde arka arkaya yeni sergilerle gündeme gelen Füsun Onur adına da önemli bir gelişme bu. Serginin küratörlüğünü de İstanbul Bienali’nin direktörü Bige Örer’in üstleneceği açıklandı. Uzun yıllardır İstanbul Bienali’ni başarıyla yöneten Örer, Venedik’teki uzun süreli Türkiye pavyonunun açılmasının ve o günden bu yana önemli sanatçılarımızı ağırladığı sergi süreçlerinin önemli aktörlerinden biri. Şimdi, Mayıs 2021 yılında açılacak sergiyi sanatçı Füsun Onur ile birlikte bizzat hazırlayacak.

Bige Örer ile Füsun Onur’u ve Venedik Bienali’ni sorduğumuz bir söyleşi yaptık.

Bige Örer

Venedik Bienali’ne katılacak sanatçıyı seçen Danışma Kurulu, Füsun Onur’u “yaşam biçimiyle de hayat ve sanat arasında kurduğu şiirsel ilişkiyi yaşayan ender sanatçılardandır” diye tanımlamış. Ünlü küratör Rene Block ise ondan ‘Türk sanatında bir büyük istisna’ diye bahseder. Sen, Bige Örer nasıl tanımlarsın Füsun Onur’un sanatını, Türkiye sanatı için önemi nedir?

Füsun Onur, Türkiye’de güncel ve kavramsal sanatın öncü isimlerinden biri. Yarım yüzyılı aşkın pratiği, zaman ötesi bir dile sahip. Özgür düşünce ve yaratım sürecini olmazsa olmaz bir koşul olarak benimseyen Onur, her yapıtında kendi dünyasını yeniden kurar ve izleyiciyi dahil eder. Yerleştirmelerinde gündelik hazır nesneleri kullanır. Bunları kimi zaman oldukları gibi bırakarak aralarında ilişki kurar, bazen de bu nesnelere müdahalelerde bulunarak onları dönüştürür. Onur için nesnelerin anlamları kadar formları da önemlidir. Farklı nesnelerin formları arasındaki ilişkileri düzenleyerek, aralarında kontrastlar ya da tekrarlar yaratarak matematiksel ritimler ortaya koyar. Yani, mekânın ve nesnelerin ruhu kadar geometrileri de önemlidir. Onur, matematikle şiiri birleştiren mekânsal işler yaratır. Onur’un yapıtlarının vazgeçilmez parçası olan müzikal notalar, bir imkânsızı mümkün kılarcasına, sessiz bir müziğin imgelerini oluştururlar. Zamanla, mekânla, gelip geçicilikle kurduğu ilişkilerin Türkiye sanatı için bir ilham kaynağı olduğuna inanıyorum.

İLK SERGİSİNİ 1970'TE AÇIYOR... 

Türkiye güncel sanatının öncü isimlerinden biri olarak tanımlıyorsun, nedir Füsun Onur’un öncü yanı, biraz açar mısın?

Füsun Onur, 1957 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girerek heykel eğitimine başlıyor. Başvurmadan önce kadınların heykel eğitimine alındıklarından bile emin olmadığını, bunun mümkün olduğunu öğrenince çok mutlu olduğunu anlatıyor. 1962 yılında Fulbright bursu kazanarak Amerika’ya gidiyor ve hem felsefe hem de sanat eğitimi alıyor. ‘Sanat Objesinin Olası Bir Dünyada Olası Kendisi, Var Olmanın Bir Olanağı Olarak Kendi Yararına Kamuya Sunulması’ başlıklı doktora tezini tamamlıyor. 1970’te Türkiye’ye döndükten sonra Taksim Sanat Galerisi’nde ilk sergisini açıyor. Ve 1971’de Paris’teki 7. Uluslararası Genç Sanatçılar Bienali’ne davet ediliyor. Aynı zamanda Avrupa’daki ilk sergisi olan bu bienal için Füsun Onur, İSİMSİZ (Şekilsiz Form) adlı bir eser üretiyor; izleyicilerin bir ayak pompasıyla şişirebildiği bu hortumvari obje bir süre sonra sönerek eski formuna dönüyordu. Böylelikle sürekli form değiştiren heykeliyle izleyici arasındaki alışıldık, basmakalıp, durağan ilişki biçimini alt üst ederek izleyicinin de yapıtla etkileşime geçmesini sağlamıştı. Bu öncü çalışma, sanatçının avangard pratiğinin sadece bir örneği. Füsun Onur’un 70’li yıllardan itibaren geleneksel heykel hatta resim anlayışını dönüştürerek, formları, kavramları zorlaması, Türkiye sanat tarihinde yerleştirme, enstalasyon gibi terimlerin literatüre girmesini sağlaması onun bu alandaki öncü rolü için verebileceğim örneklerden birkaçı.

FÜSUN ONUR'U ÖZEL KILAN İLK OLMASI DEĞİL... 

Yani daha önce Türk sanatında bu düzeyde yerleştirme-enstalasyon yapan yok muydu? Sözünü ettiğin etkileşimli heykel de sanıyorum ki en azından Türk sanatı için bir ilk, öyle mi?

Aslında onu özel kılanın, bir ilk olması değil; ısrarı, tutarlılığı ve ortaya koyduğu özgün estetik anlatım olduğunu düşünüyorum. 1970’de ilk sergisinden itibaren eğitimini aldığı heykelin kalıcılığını sorgulayarak geçici bir forma dönüştüren Füsun Onur Türkiye’yi avangard sanatla tanıştıran ilk isimlerdendir. Heykeli sadece izlenecek statik konumundan çıkarıp mekânsallaştırarak izleyiciyi içine alan, onunla etkileşime geçebilecek yeni formlar ortaya koyması sanatının öncü unsurlarından biridir. Geleneksel heykel çalışmalarında kullanılan malzemelerin kalıcılığına karşın genellikle çalışmalarında gündelik hayattan hazır ve geçici nesneler kullanmayı tercih eden Onur, kendi öznelliğiyle modernin sınırlarını sorgulayan ilk kuşaktandır. 1970’lerde ‘kavramsal sanatın öncüleri’ olarak adlandırılan isimlerin arasında Füsun Onur’un yanı sıra Altan Gürman, Sarkis, Nil Yalter ve Sanat Tanımı Topluluğu (STT) gibi sanatçılar yer alır ve radikal bir sanat ortamı olmamasına rağmen tekil olarak var olanın sorgulandığı, alternatif diller, formlar ve söylemlerin ortaya çıktığı üretimler yaparlar. 70’li yıllarda Füsun Onur’un çalışmaları dünyada 60’lı ve 70’li yıllarda gelişen minimalizmi sorgular, anlatıyla birleştirir.

Ayrıca enstalasyon/ yerleştirme kelimesi 1980’lere kadar kullanılmamaktadır ve eser künyelerinde yalnızca malzeme bilgileri yer almaktadır.

ULUSLARARASI SERGİLERDE ESERLERİ EN ÇOK SERGİLENEN SANATÇILARDAN... 

Bir dönem anlaşılmamış, kıymeti geç teslim edilmiş bir sanatçı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Aslında Füsun Onur istikrarlı ve bütünlüklü pratiği sayesinde öncü sanatıyla yarım yüzyıldır düzenli aralıklarla solo sergiler açarken aynı zamanda uluslararası sergilerde de eserleri en çok sergilenen sanatçılar arasında yer aldı. Hem yerel hem uluslararası sanat dünyasında çoktan öncü ve kalıcı bir yer edindi. Eğer bu yeteri kadar duyulmadıysa kendimize dönüp bakmalıyız. Kültür ve sanat alanındaki bu önemli pozisyonlar gerçekten yeteri kadar ilgi görmüyor mu, basında daha fazla yer almaları ve daha geniş bir izleyici kitlesinin dikkatini çekmek üzere neler yapılabilir, bunları düşünmemiz önemli.

Füsun Onur 1970’lerden beri sadece Avrupa’da değil Türkiye’de de birçok sergide yapıtlarını sergiledi. Yüksek lisans eğitimini Amerika’da tamamlayıp Türkiye’ye dönüşüyle birlikte ülkemizde birçok sergiye katıldı. Taksim Sanat Galerisi, Maçka Sanat Galerisi ve akademi sergilerinin yanı sıra yine İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen 1. Uluslararası İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri (yani ilk İstanbul Bienali) ve bunu takiben 4., 11. ve 14. İstanbul Bienallerinde eserleri sergilendi. 4. İstanbul Bienali’nin küratörü René Block, bienalde Onur’un işlerine yer vermeden hemen önce 1994’de Almanya’da düzenlediği “İskele” sergilerine de sanatçıyı davet ederek hem yurtiçinde hem yurtdışında çalışmalarının daha geniş bir kitleye ulaşması için emek harcamıştır. Ayrıca 2007’de Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi’nde düzenlenen “Dikkatli Gözler İçin” sergisinin yanı sıra Baden Baden Staatliche Kunsthalle’deki sergisinin küratörlüğünü de yapan Margrit Brehm’in yazdığı ve sanatçının pratiğine odaklanan kitap da Onur’un eserlerini 70’li ve 80’li yıllarda görme şansını yakalayamamış genç kuşaklar için önemli bir kaynak oluşturmuştur. Fulya Erdemci’nin küratörlüğünü üstlendiği “Organize İhtilaf” ve “Modern ve Ötesi” gibi sergilerde yer alan çalışmaları, sanatçının pratiğinin yurtiçinde sürekli olarak farklı mekânlarda yer bulmasına katkı sağlamıştır. Arter’de Emre Baykal’ın küratörlüğünde gerçekleştirilen “Aynadan İçeri” başlıklı kapsamlı kişisel sergisi, 40’tan fazla eserini bir araya getirmenin yanı sıra taslak ya da maket olarak kalmış kimi fikirlerin de yeni üretimlerini içermesinin yanı sıra pratiğinin bütünlüklü bir şekilde izlenmesine imkân sağlamıştır. Carolyn Christov-Bakargiev’in artistik direktörlüğünde gerçekleştirilen dünyanın en önemli güncel sanat etkinliklerinden biri olan dOCUMENTA(13) sergisi ve bu kapsamda yayımlanan kitap da Füsun Onur’un çalışmalarının yeniden düşünülmesi için olanak yaratmıştır.

Füsun Onur’un hem uluslararası hem yerel sanat tarihinde yeni üretimiyle birlikte bütünlüklü bir şekilde yer alması, nice sanatçıya düşünce ve üretim biçimleriyle ilham vermeye devam etmesi, eserlerinin sanat tarihçileri, müzikologlar, düşünürler tarafından farklı perspektiflerden yeniden okunmasının önemine inanıyorum. Umarım Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’nda birlikte gerçekleştireceğimiz sergi ve yayın bu çalışmalara önemli bir katkıda bulunur.

Füsun Onur

Sen Füsun Onur adını ilk ne zaman nasıl duydun, eserleriyle ve kendisiyle nasıl tanıştın?

Füsun Onur’la 2000’li yılların başında, sanat alanında çalışmaya başladığımda tanıştım ve o zamandan beri dostluğumuz sürüyor, birçok sergide birlikte çalıştık. Füsun Onur’un işleriyle ise ilk defa Maçka Sanat Galerisi’ndeki ‘Kadans’ sergisinde karşılaştım. Müziğe olan tutkusuyla Füsun Onur’un beni gördüğüm anda çok etkileyen bu sergisinde, galeride var olan resim asma çubukları, askılar, tabureler ve çöp kutusu gibi kurumun gündelik hayatında kullandığı malzemelere tüller ve bir ipe dizilmiş boncuklar ekleyerek mekânın kendi ritmini yakalamıştı.

Sergiye ismini veren müzik terimi ‘kadans’, müzikteki noktalama işaretlerini çağırır. Her birinin farklı anlamı olsa da yarattıkları bitiş hissi ya da müziğin devam edeceğini hissettiren dinlenme noktaları olarak tanımlanabilir. Bu anlamda adeta 1987’den itibaren Rabia Çapa’nın davetiyle üçüncü sergisini MSG’de açan ve galerinin 40 yıllık tarihinde önemli bir yeri olacak olan Onur, mekânla kurduğu oyuncu ilişkiyi ve mekânın ritminden yola çıkarak ürettiği bu işiyle kendi deyimiyle adeta ‘izleyicinin içeriğin kullanımı ve tekrarıyla oluşturduğu salt deseni duymasını’ diler.

FÜSUN ONUR: HAYATLA SANATI BİRLEŞTİREN BİR SANATÇI... 

Füsun Onur’un ünlü, ikonik mekânı olan Boğaz’daki evine ilk girdiğinde ne hissettin?

Füsun Onur, hayatla sanatı birleştiren, sanatı yaşama biçimi olarak düşünen bir sanatçıdır. Bu sebeple evi, atölyesi ve kullandığı malzemeler hep bir bütünlük içindedir. Füsun Onur’u Kuzguncuk’ta, ablası İlhan Onur ve kedileriyle birlikte yaşadığı evinde ziyaret etmek ve doğup büyüdüğü bu yuvada onunla vakit geçirmek bana hep inanılmaz bir heyecan vermiştir. Boğaz’a açılan bu evin her köşesi yaşantıyla, biyografik katmanlarla örülüdür. Karşınıza çıkan her obje Füsun Onur’la birlikte başka bir zamana ve hatıraya gitmenize sebep olur. Eve adımınızı attığınızda başka bir boyuta geçmiş gibi hissedersiniz. Bu ev, yarattığı enerjiyle insanı içine alan, huzur veren bir yer olmuştur benim için; sakinleştiğim, yavaşladığım, farklı düşünme biçimlerine tamamıyla kendimi açabildiğim, zaman ötesi hissettiğim bir alan. Aynı zamanda evin bir bölümünü atölye olarak kullandığı için yaşama alanı ve çalışma alanı birbirinin içine geçmiştir ve birbirinden beslenmektedir. Sanatçının pratiğinde gündelik hayattan birçok obje de işlerinin malzemesine dönüşebilir. Onur’un sanatsal pratiğinin en önemli destekçisi, yol arkadaşı İlhan Onur, özellikle arşivinin 70’lerden beri eksiksiz oluşturulmasını sağlamıştır. Onur’un evinde ilk defa buluştuğumuzda olduğu gibi her ziyaretimde içimi büyük bir mutluluk ve heyecan kaplar. Eve adım atınca ben de hemen bu evin çok uzun zamandır bir parçasıymışım gibi hissederim; öylesine kucaklayıcı ve samimidir.

Danışma Kurulu’nda neler konuşuldu, Füsun Onur’un ismi nasıl gündeme geldi ve kabul edildi?

Venedik Bienali Türkiye Pavyonu Danışma Kurulu, Türkiye’den ve uluslararası sanat dünyasından sanatçı, küratör, sanat yazarı ve profesyonellerden oluşuyor. Farklı seslere bu kurulda yer vermeyi ve toplantılarda bir tartışma ortamı yaratmayı önemli buluyoruz. Bu sene de çok değerli bir kurulu bir araya getirebildiğimiz ve onların uzmanlıklarıyla bu süreci yürütebildiğimiz için mutluyum. Kurulda Bilgi Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Serhan Ada, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür ve Sanat İşletmesi Genel Müdürü Özalp Birol, geçtiğimiz yıl Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’nda yer alan sanatçı İnci Eviner, küratör ve Fiorucci Art Trust Direktörü Milovan Farronato ve Sanat Dünyamız dergisi editörü, sanat yazarı Fisun Yalçınkaya yer alıyor.

Danışma Kurulu üyeleri, yaptığımız toplantılarda pavyonda yer almasını önerdikleri sanatçı adaylarını sunuyorlar ve her adayla ilgili birçok unsur hep birlikte tartışıldıktan sonra sergiye katılacak sanatçı belirleniyor. Bu yıl da benzer bir süreç işledi ve 2021’de düzenlenecek Venedik Sanat Bienali’nde Türkiye Pavyonu’ndaki sergide yer almak üzere Füsun Onur’un davet edilmesine oybirliğiyle karar verildi.

Bu seçime, zaman ötesi bir dile ve pratiğe sahip olması, yıllar önce ürettiği işlerinin bugün bile güncelliğini koruması, hayat ve sanat arasında kurduğu şiirsel bağ ve sınırsız yaratıcılık gücü yön verdi. Füsun Onur yarım yüzyılı aşkın pratiğinde hiçbir zaman yüksek ses çıkarmayı tercih etmedi; o her zaman fısıltıyı yeğledi. Türkiye’de ve yurtdışında 1970’ten beri katıldığı 100’e yakın serginin çoğu için yeni eserler üretti. Onur, her zaman en çok eserlerinin üretim sürecinde heyecanlandığını ifade etmiştir. Pratiğiyle ilgili yayınlanmış üç kitap (Füsun Onur, Dikkatli Gözler İçin, YKY, 2007; Füsun Onur, dOCUMENTA, 2012; Füsun Onur, Aynadan İçeri, Arter, 2014) sanat pratiğinin daha genç ve geniş çeperlere ulaşmasında da kuşkusuz önemli rol oynamıştır. Ayrıca sayısız sanatçıya ilham vermiş ve verecek sanatsal bir bütünlüğe sahiptir.

Tabii ki bu seçimin covid-19 krizinin tam içindeyken verilmesini de anlamlı buluyorum. Sanat dünyasının tüm pratiklerini, çalışma biçimlerini sorgulamaya başladığı, radikal bir dönüşümün yaşandığını ve yaşanacağını hissettiğimiz böyle bir zamanda Füsun Onur’un minimalist bakışının, felsefeden, edebiyattan, müzikten beslenen yaratıcı gücünün tüm sakinliği içinde sessiz bir çığlık gibi yankılanacağına inanıyorum.

Füsun Onur bu konuda ne düşünüyor? Onun için Venedik Bienali’nin özel bir önemi var mı?

Karantina günlerine denk geldiği için henüz yüz yüze görüşüp kutlayamadık ama Füsun Onur davetimizi ilk telefon konuşmamızda kabul etti. Duyurudan sonra tebrik telefonlarını aldığında “Daha işi yapmadım ki önce iyi bir iş yapayım; öyle tebrik edersiniz,” diyordu. Bu sergi için yeni bir iş üretmek istediğini biliyorum.

Kendisiyle sergi hakkında konuşma fırsatınız oldu mu, nasıl bir sergi hazırlayacaksınız Venedik’teki dünya sanat izleyicisine?

Füsun Onur’la sık sık konuşuyoruz. Çalışmalarımız sadece üç hafta önce başladığı için daha işin çok başındayız ama mekân planları, haritaları ve fotoğraflar üzerinden birlikte düşünmeye başladık. Zaman içinde nasıl bir sergi ortaya çıkacağını birlikte göreceğiz.

VENEDİK BİENALİ: SANAT DÜNYASININ BULUŞTUĞU YER... 

Venedik biraz da rekabettir, gösterişli işlerle görünür olmak, kendinden söz ettirmek, beğenilmek, Altın Arslan Ödülü almak gibi pek çok rekabetçi durum var. Tabii sen Türkiye pavyonunu baştan beri gerçekleştiren ekibin önemli bir üyesi, yöneticisisin. Bugüne kadarki tüm sergilerin birikimine de sahipsin. Bütün bunları nasıl değerlendiriyorsun, Türkiye pavyonundaki yeni sergiyi hazırlarken nelere dikkat edeceksiniz?

Venedik Bienali şimdiye kadar ufuk açan ve ilham veren sergilerin ve bu vesileyle dünyanın farklı bağlamlarından sanatçıların ürettikleri yeni ve var olan eserlerle tüm sanat dünyasının buluştuğu bir yer oldu. Venedik Bienali’nde o kadar çok görülecek sanatçı var ki izleyicilerin zaman ayırabilmesini ve sanatçıların işleriyle gerçek bir etkileşime geçilmesini sağlamak amacıyla da ayrıca düşünmek gerekiyor. Bununla birlikte dünya sanat camiasının farklı aktörlerinin bir araya geldiği bu alan, ileride gerçekleşecek birçok sergi ve ortak çalışmanın da tohumlarının atıldığı bir yer.

covid-19 krizi tüm sanat kurumlarının olduğu gibi bienallerin de farklı şekilde çalışmalarını gerektirecek gibi gözüküyor; belki de en temel olana, sanata dönerek tüm kabuklardan sıyrılmanın tam zamanı. Bu anlamda, Füsun Onur’un sanatsal duruşunun, dilinin özellikle bu yoğunluk içinden sıyrılacağına ve hak ettiği ilgiyi göreceğine inancım tam.

Bu anlattıklarından şunu çıkartıyorum ki, yeni dönemde bienallerin o debdebeden sıyrılıp biraz daha sanatın kendisiyle ilgileneceklerini dolayısıyla Füsun Onur’un fısıltıyla konuşan zarif işleri için belki de en uygun senelerden birinin 2021 olacağını söyleyebiliriz… Ne dersin?

Füsun Onur’u hep zaman ötesi olarak tanımlamayı tercih ediyorum. 1970’lerden günümüze ürettiği işlere baktığımızda hep güncel olanı yaratmış, davet edildiği sergilerde bağlama ve mekâna cevap veren eserler üretmiş.

Bütün dünyada olduğu gibi sanat alanının da tarihindeki en önemli kırılmalardan birini yaşadığı bu zamanda Füsun Onur’un sergisini gerçekleştirmek, bu dönemde ondan ne çok şey öğrenebileceğimizi de bizlere hatırlatacak.

FÜSUN ONUR'U DUYABİLMEK!

Türkiye pavyonun kurulması süreçlerinin bir parçası olmuştun. Şimdi orada bir sergi açacak olmak nasıl bir şey senin için?

Yaklaşık yirmi yıldır sanatçılarla birlikte çok yakın çalışıyorum ve sergiler yapıyorum. Bu serginin küratörü olarak Füsun Onur’a eşlik etmek, çalışma sürecini kolaylaştırmak, onunla birlikte düşünmek, gerektiğinde onu temsil etmek ve alabileceğim her yükü ondan almak temel önceliklerim olacak. Türkiye Pavyonu’nun gerçekleşmesini sağlayan kurum olarak İKSV’de çok deneyimli bir ekibimiz var. Hep birlikte bu serginin Füsun Onur’un istediği şekilde gerçekleşmesi için çalışacağız.

İçinden geçtiğimiz belirsizliklerle dolu bu dönemde Füsun Onur’u duyabilmeyi önemli buluyorum. Bu sergide çalışmalarının mekânla nasıl bir ilişki kuracağı, müzikal dilini nasıl kullanacağı ve izleyiciyle derin bir etkileşime geçecek yeni üretimleri beni heyecanlandırıyor. Bu yolculukta ona eşlik edebilmek benim için çok anlamlı. Tabii ki tarifsiz bir mutluluk ve büyük bir onur kaynağı olduğunu söyleyebilirim.

Venedik Bienali için ne düşünüyorsun, yıllardır takip ettiğin bu uluslararası etkinlik sence nasıl bir yerde bugün?

Venedik Bienali, 1895’ten beri gerçekleştiriliyor ve gerçekten de tüm sanat dünyasının haberdar olduğu, imkân bulduğu takdirde ziyaret ettiği, karma sergilerin yanı sıra ulusal sergiler aracılığıyla da dünyanın dört bir yanında o dönemde üretilen farklı sanat pratikleriyle izleyiciyi buluşturan, bienaller dünyasının en köklü kurumu. Her ne kadar kimi zaman eleştirilere maruz kalsa da birçok sanatçının pratiğiyle tanışma fırsatı veren, farklı projelerde birlikte çalıştığınız kişilerle buluşma imkânı yaratan bir arayüz. Tabii hiçbir şey covid-19 sonrası aynı olmayacak; böyle bir zamanda Venedik Bienali’nin kendini nasıl dönüştüreceğini göreceğiz. 2008’den beri bienalin direktörlüğünü üstlenen Paolo Baratta birkaç ay önce görevinden ayrıldı ve yerine Roberto Cicutto geldi. Uzun zamandır bienal koordinasyonunu büyük başarıyla sürdüren Manuela Lucadazio da geçen sene ekipten ayrılmıştı. Yani bu krizle mücadele edecek yeni bir ekip var. Venedik Bienali’nin geleceği umarım sanatı merkezine alan bir anlayışla yeniden şekillenecektir.