Fotoğraf sanatçısı Toprak Damar: Fotoğraf, ortak iç sesi farklı yorumlarla anlatmalı
Fotoğraf sanatçısı Toprak Damar ile Nusaybin’i, fotoğraf ve kadraj meselesini konuştuk. Damar, “Dikkat ederseniz Mezopotamya’da sümüklü çocuk ve kamburlu yaşlı çeken fotoğrafçı sayısı, sınırlar sorununu belgelemeye çalışan fotoğrafçı sayısı karşısında devede kulak kalır. Devlet objektiflerden hoşlanmaz, dolayısıyla elinde makine taşıyan hiçbir fotoğrafçı devletle yüz yüze gelmek istemez” dedi.
Abdulselam Akıncı
Fotoğraf sanatçısı Toprak Damar 90’larda Nusaybinli bir çocuk olmayı anlatırken, “Şaşırmak, hayret etmek, çok şiddetli olaylar karşısında kaskatı kesilmek kelimeleri karşısında hep yabancı biri oldum” diyor ve ekliyor: "Sınırda yaşamak her şeyden önce çıplaklıktır."
Damar, 12 Eylül Darbesi’nin enkazına doğanların çocukluğa henüz ilk adımlarını attıkları 1986 senesinin Eylül’ünde doğmuş. 80’lerin sonunu çocukluğuna bağlayan ve yeni yıkımların, yeni trajedilerin yaşanacağı çocukluğunun 90’larını tariflerken de “O zamanlara dair anlatacağım renkli anılarım yok” diyerek Nusaybin’de o yıllarda doğmuş orada büyüyen ya da büyüyemeyen her çocuğun yaşadığı siLah-beyaz yıllara gönderme yapıyor. Zamanın büyüttüğü çıkmazların gölgesinden sıyrılıp fotoğraf çekmeye başladığı ilk anlar biraz da o günlerin eseri… Toprak Damar’la koronadan bir hafta önce açtığı, şimdilerde kapalı olan ‘’yara bandı’’ isimli kafesindeyiz. Dünyaya doğmak ile ölüme doğmak arasında belirsiz bir farkın olduğu o yıllarda “çatlağımı bulup gençliğime aktım” diyen Toprak, yaralarındaki bantların yerlerine dair ipuçlarını zihnime düşürerek başlatıyor sohbeti…
‘MARDİN, ŞEHİR GÖRSELLİĞİ NOKTASINDA EŞİNE AZ RASTLANAN BİR ŞEHİR’
Çok kültürlü, çok sesli, çok renkli bir kentin sakini olmayı konuşalım önce…
Sanırım kendimi şanslı bulduğum tek şey, Mardin’de yaşıyor olmak. Bunu dile getirmek gerçekten çok zor. Medeniyetlere beşiklik etmiş, birçok inancı ve milliyeti içinde barındırmış, kucak açmış, binlerce yıldan beri ayakta kalabilmiş böylesi mistik bir şehirde yaşamak hayatımın tek ayrıcalığı diyebilirim. Elbette ki gerek kişiliğime, gerek kadrajıma çok büyük katkısı oldu Mardin’in. Nerede olursam olayım, her türlü renk ve farklılıkla yaşamak konusunda zorlanmıyorum. Mardin’in bunu bana kazandırdığını düşünüyorum. Şehir mimarisi ve görselliği noktasında dünyada eşine az rastlanan bir şehir. Böyle bir açıdan bakıldığı zaman kadrajıma, bakış açıma, fotoğraflarıma sığdırdığım renklere ve yüzlere büyük etkisi oldu. Her bir açının fotoğraf olduğu, şiir gibi bir şehir burası.
O halde her bir açısı fotoğraftır dediğiniz bu şiir gibi şehirde doğdunuz. Çocukluğunuzla başlayalım, neler var o karede?
1986 senesinin Eylül’ünde doğdum. Bir yandan faili meçhul cinayetlere, bir yandan katı devlet geleneğine, bir yandan Hizbullah’ın işlediği suçlara tanık olmak benim çocukluk rutinlerimin başında gelirdi. Öte taraftan yakılan binlerce köy ve köyleri yakılmış on binlerce köylünün bir gecede bir kasabayı koca bir şehre dönüştürdüğü bir yerde ekmek bulmak, yaşamak oldukça zordu. Tüm bu sıkışmışlık içinde çatlağımı bulup gençliğime aktım. Gençliğimde de çok farklı bir durumla karşılaşmadım. Tırmandırılan operasyonlar, kapatılan Kürt partileri, kaynayan sokaklar ve tutuklama furyalarının kıyısında buldum kendimi. Sakallarım günden güne şekilleniyor, aşkı ancak bir zarfa sıkıştırılmış bir tutam zülüf kokusunda yaşıyordum.
Bu yıllardaki aileyi merak ettim. O Kürt aileyi, Nusaybinli aileyi, sınırdaki aileyi anlatır mısınız?
İki farklı uçta olan bir ailede büyüdüm. Annem bir sofu kızı, babam Kürdistan düşleriyle dolu bir adamdı. Bu yüzden daha küçük yaşlarda, dedemin de etkisi ile annem bize namaz ve Kuran baskısı yapardı. Öyle psikolojik şiddete varacak bir baskı türü değil ama sözel olarak durmadan dile getirirdi. Özellikle cennet ile cehennem örnekleri arasında uzun bir süre gidip geldi. Daha sonra ben dünya klasik edebiyatı ile tanışıp, tüm o Rus klasiklerini yutunca bu kez ben anneme anlatmaya başladım. Babam ise bizden tamamen kopuktu. Dağlara ve ava çıkmaya çok düşkündü. Herkesin çocuklarını severdi. Saygın bir adamdı. Gaddardı. Kürtlerin silahlı devrimine inanırdı. Kürt silahlı mücadelesinden önce, kısa bir zaman da olsa fakılık yapmıştı. Devrim ateşi her yeri sarınca devrimci oldu. Sonra materyalist oldu. Dinden ve onun etkisinden tamamen kurtuldu. Saatlerce sıkılmadan yanında oturan birine materyalizmi ve idealizmi anlatabilir. Nusaybin'de büyümemin ve yaşamamın, karakterimin oluşmasında ciddi bir etkisi oldu. Hem sınırda olmak duygusu, hem de Nusaybin’in içerisinde bulunduğu sosyolojik yapı dünyaya radikal bir bakış açısı kazandırdı bana. Daha küçüklüğümden itibaren sınır gerçekliği ile tanışmam, Mezopotamya, Ortadoğu ve Kürt siyasalı konusunda fikir sahibi olmamı sağladı. Çok parçalı ve çok yönlü sömürge gerçekliğinin yarattığı ağır toplumsal travmanın merkezindesiniz ve yarına, geleceğe dair yapacağınız tek şey umut etmek. İnsan anatomisine dair en çok şaşırdığım durum, her türlü ağır koşullara, belli bir zaman içerisinde alışıyor olmasıdır.
‘SINIRDA YAŞAMAK ÇIPLAKLIKTIR’
Peki ya tel örgülerle bölünmüş bir sınırda yaşamak… Bölünen olmak, bölünenden kalan olmak… O aradaki teller hep bir şeyleri eksik anlatmak için konulmuş gibi gelir bana…
Sınırda yaşamak çıplaklıktır her şeyden önce. Görmek, duymak, tanık olmak ve buna göre bir tavır geliştirmek çok ağır ama gerekli bir sorumluluk. O sınırın bilincinde olup, bir kez olsun bir kitap okumuş, bir fotoğraf çekmiş, bir şiirin bilincine varmış herkes o sınırın sesi olmak zorundadır. Bu vicdani bir durum. Ona artık sınır diyemeyiz çünkü o artık bir duvar. Ve o duvarın, Berlin Duvarı’ndan hiçbir farkı yoktur. Çünkü her iki tarafında da yaşayan halk aynı halk, akrabalar ve hısım. Hatırlıyorum, eskiden bir bayram biz giderdik Kamışlı’daki akrabalarla bayramlaşmaya, diğer bayram da Kamışlı’daki akrabalarımız gelirdi Nusaybin’e. Ancak şimdi araya bir duvar örüldü ve bu duvarın her iki taraftaki akrabaları birbirine yabancılaştırılacağı sanılıyor. Eksik anlatılan bu yanılgıdır işte.
‘DEVLET OBJEKTİFLERDEN HOŞLANMAZ’
Siz de o sınırın eksik anlattıklarını fotoğrafla anlatma yoluna girdiniz ve sınırların yanılgılarını kadraja sığdırmanın derdine düştünüz…
Burası Mezopotamya, ilk defa yazının bulunduğu, ilk defa mimarinin oluştuğu, medeniyetin sıfır kilometresinde, sanatın ve kültürün başlayıp dünyanın her yerine yayıldığı bölge bir bölge. Bu bölgede doğmak kişide her ne kadar şanslı olduğu hissi uyandırsa da, sancıları daha ağır basmakta. Mezopotamya, medeniyetin doğuş yeri olmasının yanı sıra aynı zamanda sömürgenin başlangıç noktasıdır da. Sömürge gerçekliğinin oldu yerde sanatın her bir dalını icra etmek gibi, fotoğraf sanatını da icra etmek oldukça zor. Mezopotamya’nın sömürge dışında bir de sınırlar sorunu var. Dikkat ederseniz Mezopotamya’da sümüklü çocuk ve kamburlu yaşlı çeken fotoğrafçı sayısı, sınırlar sorununu belgelemeye çalışan fotoğrafçı sayısı karşısında devede kulak kalır. Devlet objektiflerden hoşlanmaz. Dolayısı ile elinde makine taşıyan hiçbir fotoğrafçı devletle yüz yüze gelmek istemez. Mezopotamya’da sanat ya da fotoğraf icra etmek, benim için bir tarih ve medeniyet yolculuğu tadında geçse de çoğu zaman otoritelerin toplum ve sınırlar üzerindeki katı uygulamaları ve bu temelde oluşan kitlesel yoksulluklar, hak ihlalleri ve şiddet beni ve fotoğrafımı oluşturan asıl etken. Kadrajıma sığdırmaya çalıştığım tüm bunlar…
İlk nerede başladı fotoğraf hikâyeniz? İlk karenizi hatırlıyor musunuz?
Mardin Nusaybin’de başladı. İlkokuldan sonra kişiliğim ve yönelimlerim tamamen değişti. Birdenbire asi bir ergen olup çıkıverdim. Evde aileye karşı, okulda okul yönetimine karşı, dışarıda topluma karşı hep gerginlik halindeydim. Öğretmenlerle aram hiç iyi olmadı. Sınıfa girdikleri andan itibaren bize ilk öğrettikleri şey, itaat etmemiz gerektiğiydi. Biz o kadar mı tehlikeliydik ki, daha ilk tanışmamızda hemen cephe almaya çalışıyorlardı. Bu yüzden devamlı çatıştım ben öğretmenlerle. Ortaokul son sınıfta okulca gidilen pikniklerden birinde öğretmen, elime eski bir makine verdi. Otuz altı negatifli, flaşlı bir makine. Sene 2003, bahar ayının son demleri. ‘Şöyle tutup, şuraya basacaksın’ dedi ve karşımda poz vermekte olan sınıf arkadaşlarımın yanına geçti. O gün bugündür karşımda bir şey durur ve ben çekerim.
‘ŞATAFATLI VE KALABALIK BİR ŞEHİRDE İNSANLARIN HİKÂYELERİNİ SEÇMEK ÇOK ZOR’
Toprak ismi ve toprağın insanını fotoğraflamak ezoterik bir alışverişi ve olağan bir uyumu çağrıştırıyor. Toprağın sırrını Toprak’a fısıldaması… Ne dersiniz?
Derler ki isim karakterin somutlaşmış halidir. İsmim ile fotoğrafçılık anlamında olan yönelimime baktığım zaman azıcık da olsa bir bağ görebiliyorum. Mesela beni İstanbul’a bırakın, bana dilediğiniz makineyi verin, yine de akşama kayda değer bir fotoğrafla dönemem eve. Çünkü topraktan, bozkırdan, kırsaldan uzak, şatafatlı ve gergin, kalabalık bir şehirde insanların hikâyelerini seçmek gerçekten çok zor. Fakat fotoğrafçılıktan ziyade ismim ile ekolojik yönelimim arasında çok güçlü bir bağım var. Şartların biraz daha olgunlaşması durumunda doğaya, yakılmış köyüme gidip orada yaşamı yeniden var etmek için sabırsızlanıyorum.
Bir fotoğraf sanatçısının motivasyonu nedir?
Birincisi; kendisinin görüp diğer insanların göremediği bir kareyi yaratıp, kendi yarattığı bir bakış açısını onları sunma heyecanıdır. İkincisi ise, fotoğrafçılar akmakta olan zamanın an hırsızlarıdırlar. Güzel bir anın, ileride çürüyecek bir portrenin hep canlı kalmasını sağlayacak kişi olmak başlı başına bir motivasyondur.
Fotoğraf neyi anlatmalı insana, dahası fotoğraf bir şey anlatmak zorunda mı?
Fotoğraf bir tür iletişim aracıdır. İç dünya ile dış dünya arasında görsel bir dil konumundadır. Herkes aynı bakış açısına sahip değildir. Dolayısı ile fotoğraf detaya, olaya, nesneye, hikâyeye farklı bir bakma biçimidir. Bana göre fotoğraf herkesin ortak iç sesini farklı yorumlarla anlatmalıdır. Fotoğraf, geçmiş ile şimdi arasındaki bilinmeyeni anlatır. Deklanşöre basılmadan, yaratılacak olan fotoğrafın gelecekte kime, neye, ne anlatacağı açık ve sade bir kadraj ile verilmeli, çekildiği andan itibaren bir belge niteliği taşıdığı için de ciddiyeti unutulmamalı…
‘ŞİMDİ ALBÜMLERİN YERİNİ INSTAGRAM PROFİLLERİ TUTUYOR’
Yaratım şekli veya fotoğrafını çektiğiniz objenin, portrenin olayın hikâyesi bağlamında ilk çektiğiniz kare ile en son çektiğiniz kare arasındaki değişime hayret ediyorsunuzdur belki…
Fotoğrafa ilk başladığımda kesinlikle kişisel olarak yaklaşıyordum. Dijital öncesi zamanlar diyorum ben buna. O zamanlar daha çok otoportre ve aile fertlerini çekerdim. Ve fotoğraf albümlerimiz olurdu. Baskıya verdiğimiz her fotoğrafı heyecanla albümümüze yerleştirip, misafirliğe gelen dost ve akrabalara fotoğraf albümümüzü açıp, kare kare, sayfa sayfa göstermek o dönemin sıcak bir geleneğiydi. Şimdi albümlerin yerini Instagram profilleri tutmuş vaziyette. Coğrafya er ya da geç herkese hikâyesini hatırlatır. Büyüdüğüm, okuduğum yer, Yukarı Mezopotamya’nın merkezi idi. Ve Yukarı Mezopotamya’da gerek siyasal süreçler, gerek toplumsal refleksler hiç bitmedi. Bunların merkezinde yaşayan biri olarak, neyi çekip neyi çekmemem gerektiğini yavaş yavaş kavramaya başladım. Sınırlar zaten hep var olan bir gerçeklikti, ki biz bununla koyun koyuna büyüdük. Fakat çözüm sürecinin başladığı tarih benim için bir dönüm noktasıydı. Ardından gelişen Suriye ile Irak’a da taşan savaş gerçekliği… Diyebilirim ki ilk çektiğim fotoğraf ile son çektiğim fotoğraf arasında benim kişisel otobiyografim saklıdır.
Fotoğrafçı fotoğraf çekerken yorumunu katabilir mi resme ya da hareket veya hareketsizlik dondurulduktan sonra mı yorumlanır?
Bu çekilen fotoğrafa göre değişir. Hasankeyf’te fotoğraf çekimi yapan bir fotoğraf sanatçısı, Hasankeyf’i kendi fotoğrafçı kişiliğine göre çeker. Yani kendi bakış açısına göre yorumlar durumu. Fakat Kobane gibi toplumsal bir olaylarda, durum olduğu gibi aktarılır, aktarılması daha doğru olur kanaatindeyim.
‘ASIL İLGİLENDİĞİM İNSANLAR DEĞİL, ONLARIN HİKÂYELERİ’
Sizin fotoğrafınızda insan, karenin ne kadarını işgal ediyor?
İnsan, sanatın birincil konusudur. En azından benim için fotoğraf sanatı öyle bir durumdur. İçinde insanın olmadığı bir fotoğrafımı fotoğraf olarak değerlendirmem beklenemez. Her ne kadar doğa ile yan yana koyduğumda, sevemesem de içinde insan olmayan fotoğrafı isteksiz ve heyecansız çektiğimi belirtmek isterim. Fakat şu bir gerçek ki, asıl ilgilendiğim insanlar değil, onların hikâyeleridir.
Makinenin hafızasına kaydettiğiniz bir fotoğrafınızın hikâyesini anlatır mısınız?
Cizre’deki hendek süreci sonrasında şehre ilk giren fotoğrafçılardan biri de bendim. Yıkılmış, yerle yeksan edilmiş şehrin harabeleri arasında, yıkılan evlerinin enkazında bulmuş olduğu oyuncak bebeğine sarılan çocuğun yüzündeki korku ve endişe… O gün orada hemencecik büyümüş olan kız çocuğunun bakışlarındaki ifade yıllardır gözümde canlanır. Gidecek bir yerinin ve ebeveynlerinin ona söyleyecek hiçbir şeylerinin olmaması çaresizliğini görmek, ona yerinde şahit olmak çok hırpalamıştı beni.
İlham aldığınız ve takip ettiğiniz fotoğraf sanatçıları kimlerdir?
Şüphesiz hem çocukluğumda, hem gençliğimde ve hala da hayranlıkla bazen dakikalarca gözlerimi gözlerinden alamadığım, Steve McCury’nin çekmiş olduğu ‘Afgan Kızı’ isimli fotoğraftır. Sonra Ara Güler, Coşkun Aral, Bülent Kılıç, Robert Capa ve Nick Ut. Bunlar benim aklıma gelenler ama sadece bunlar değil elbette…
Fotoğraf sanatçısı fotoğraflarını ilgilisiyle buluşturmak ister. Bunun için bir şeyler yaptınız mı?
Üç tane sergi açtım. Nusaybin, Silopi ve Mardin’de açtım. Bunlardan bir tanesi kolektif bir sergi idi. Fotoğrafın bir belge olduğunu dile getirmiştim. Dolayısıyla çekilmiş bir belgenin daha fazla insana, ziyaretçiye, meraklısına ulaşması her fotoğraf sanatçısın istediği bir durum. Yukarı Mezopotamya’daki kadın gerçekliğini konu edinmiş bir serginin Nusaybin yerine Paris’te yaratacağı etki, gerek kadın mücadelesine sunacağı katkı, gerekse sanata günümüz itibari ile ulaşılabilirlik anlamında zirve olan bir yerde olması fotoğrafçı için ciddi bir başarıdır.
‘YAŞADIĞIM COĞRAFYADA ÇEKTİĞİM TEK KARENİN BİLE TARİHE DÖNÜŞMESİ BENİ YAŞATACAK OLAN GERÇEKLİKTİR’
Çektiğiniz bu fotoğraflar ne olacak?
İnsan ölümlüdür, çektiğim fotoğraflar benim bir zaman aralığında dünyada yaşadığımı gösterecekler. Yaşadığım süre içerisinde zamandan çaldıklarım ben öldükten sonra tarihe dönüşecekler. Benim yaşadığım coğrafyada çektiğim tek bir karenin bile tarihe dönüşmesi, beni asıl yaşatacak olan gerçekliktir.
Fotoğraf da fotoğraf sanatçısı için bir tür okuma hali... Fotoğraf dışında kimleri okursunuz, neler dinler, neler izlersiniz?
Son zamanlarda Latin Amerika edebiyatı ilgimi ciddi anlamda çekmiş durumda. İlk başlarda Vasconcelos ile başlayan merakım, Jose Saramago ile sürdü. Gerek ele aldıkları konuları, gerekse o konuları işleme biçimleri ile beni kendilerine hayran bıraktırıyorlar. Latin Amerika dünyası edebiyatının tarihte ciddi bir markaya dönüşeceği su götürmez bir gerçek.
Koma Wetan, Bajar, Tara Jaff ve etnik müzik başlıca dinlediklerim. Dengbêjlerim var tabii bir de. Hiseynê Farê, Salehê Şirnexî, Cemalê Mihê, Karapêtê Xaco ve Şakiro bunların başında gelir. Son zamanlarda çok film izlediğimi söyleyemem. Dünya sinema yapımcıları film üretmek yerine, artık daha çok internet sitelerine dizi üretiyorlar. Haliyle artık ben de filmlerden çok dizi izliyorum diyebilirim.
‘YILLARDIR ŞİİR YAZIYORUM’
Başka nelerle uğraşıyorsunuz?
Kaynağının kimden gelmediği bilinmeyen şu söz kesinlikle doğrudur; “90’lı yıllar Nusaybin’in de okuma yazmayı söken her çocuk hemen şiir yazmaya başlar”. Benim yazdıklarım şiir midir değil midir bilmiyorum ama yıllardır yazıyorum. Bunun yanı sıra sinema ile uğraşırım, çoğunlukla oyunculuk düzeyinde. İznin olursa bir şiirimi okuyayım…
Lütfen buyurun…
YUTKUNMA YERLERİ
Kendimi ne zaman
Geniş pencereli bir eve yakıştırsam
Babam
Rüyasından mırıldanarak uyanır
Yüzümü
Hüznün yedi sularında yıkamışım
Kaçış yok
Yedi kez ıslanacak bu ömür
Her şafak kurusun diye
Yüzüne bekleyişlerimi astığım dünya
Nedense hep yamaçlara sürüklüyor beni
Bu yüzden ben ne zaman
Sarı sıcak
Bir düşü örmeye kalksam döşüme
Kan coğrafyası dişlerini gösteriyor
Şiir için teşekkür ederim. Dünyanın korona yüzünden yutkunma güçlüğü çektiği bu zamanların fotoğrafını çekmek mümkün olsa nasıl bir kare olsun isterdiniz?
Evet, virüsle beraber hayatımıza birçok yeni söylemler girdi. Bunlardan en çok ilgimi çeken ‘sosyal mesafe’ oldu. Gerek ilahi dinler, gerek sanat dalları ve edebiyat insanları hep birbirlerine daha çok yaklaşmalarını, birbirlerine daha çok temas etmelerini ve birbirleri ile daha çok zaman harcamalarını söyledi. Ama virüsün gelmesiyle beraber tüm dünyada ‘sosyal mesafe’nin korunması yönünde çağrılar yapıldı, yapılıyor. Neden olduğunu bilmiyorum ama bu durum beni hüzünlendiriyor. Bu yüzden bir parkta hep yan yana oturup aynı demlikten çay içen komşuları çekmek isterdim.