Pamphylia’dan Antalya’ya bir yolculuk

Antalya’ya yaptığım gezi boyunca Antalya’nın kuzeybatısındaki Korkuteli üzerinden Elmalı’ya, oradan Likya Yolu’na paralel coğrafyayı yakından görme olanağı buldum. Buraları “avucunun içi gibi bilen” rehberimiz Giray Ercenk’in gösterdiği, makilerin arasında bir anı gibi saklanarak ilerleyen eski ve artık kullanılmayan bir yola bakarken, iki bin beş yüz yıl önceki bir tacir grubunun katırlarının taşlara vuran ayak seslerini duyuyorduk. Torosların bir yanından diğer yanına, derin vadiler ve güneşli düzlükler geçerek ilerleyen bu yollardan kim bilir hangi krallar geçti, hangi savaşçılar pusu kurdu, hangi asiler kervanların yolunu kesti…

Google Haberlere Abone ol

Antalya Müzesi’nde Nemea aslanını öldürdükten sonra asasına dayanarak dinlenen Herakles’e bakıyorum: Dalıp gitmiş, biraz da kaygılı; yere doğru eğik başıyla kendime benzetiyorum. Uçakla Antalya’nın üzerine doğru alçalırken, pencereden yere doğru eğik başımla bakan kendime... Ama bir farkla; Herakles yerde yatan vahşi aslana bakıyor, ben yerde yatan Antalya’ya bakıyorum. Antalya da denizden içlere doğru yayılmış yüksek yapılarla ve yeşil doğanın yok olmasıyla bir tür Nemea aslanına benziyor.

Herakles

Fazla da haksızlık etmek istemem, yine de Türkiye’de en iyi korunmuş kentlerden birisidir Antalya. Muratpaşa Belediyesi’nin bir kültür projesi bağlamında bir hafta kaldığım Antalya’ya daha önce birkaç kez gelmiştim ama ilk kez bir yazar-şair olarak şehre kültürel açıdan daha yakın bir gözle bakmam ve izlenimlerimi yazmam isteniyordu. Bu amaçla, Kaleiçi’nde, bir konaktan otele dönüştürülmüş otantik bir mekânda, bir hafta konuk edildim. Bu süre içinde tarihi Antalya’yı ve Antalya’nın doğal dokusunu yakından gözlemleme fırsatım oldu. Ayrıca, bir Antalya uzmanı olan Giray Ercenk’in rehberliğinde, Antalya çevresinde bir “tarihsel-antropolojik” gezi yapma fırsatı buldum. Bu gezi boyunca Antalya’nın kuzeybatısındaki Korkuteli üzerinden Elmalı’ya, oradan Likya Yolu’na paralel coğrafyayı yakından görme olanağı buldum. Rehberimiz Giray Ercenk’in, yöreyi tarihsel değerleriyle anlatırken, yer yer efsanelerle süsleyen, yer yer dinsel öykülere gönderme yapan anlatımının büyüsüne kapılmamak mümkün değildi. Buraları “avucunun içi gibi bilen” Giray beyin gösterdiği, makilerin arasında bir anı gibi saklanarak ilerleyen eski ve artık kullanılmayan bir yola bakarken, iki bin beş yüz yıl önceki bir tacir grubunun katırlarının taşlara vuran ayak seslerini duyuyorduk. Torosların bir yanından diğer yanına, derin vadiler ve güneşli düzlükler geçerek ilerleyen bu yollardan kim bilir hangi krallar geçti, hangi savaşçılar pusu kurdu, hangi asiler kervanların yolunu kesti…

‘TURİSTİK OLAN’LA ‘KRİMİNAL OLAN’IN İÇ İÇE OLDUĞU BİR ATMOSFER

Modern Antalya’ya dönersem, insanı çok mutlu eden şeylerin yanında o mutluluğu hemen tersine döndürebilecek şeylerin de olduğunu söylemeliyim. Örneğin, kent merkezinin temizliği ve düzeni hemen göze çarpıyordu. Caddelerin iki yanında sıralanan dükkânların, mağazaların, yiyecek-içecek mekânlarının kendilerini daha çok turistik bir yaşam biçimine göre ayarladıkları da çok belirgindi. Bu durum, yerel esnafın davranışını, beklentisini ve dilini de yerel olmayan, “yabancı” bir yaşamın müşterisine göre biçimlendiriyordu. Böyle olunca da ortaya içtenliksiz, yapay, her türlü abartılı ölçüyü turizme dayandıran bir anlayış egemen oluyor, neredeyse “turistik olan” ile “kriminal olan”ın iç içe olduğu bir atmosfer kendini hissettiriyordu. Elbette oluşturulan bu haksız atmosfer, gerçek değeriyle iş yapan esnaf ve Antalya hakkında önyargı oluşturması açısından, derhal üstesinden gelinmesi gereken bir sorundu.

Konyaaltı Plajı’nın, çok güzel ve çok değerli olduğunu belirtmeliyim. Antalya’ya bir-iki hafta için gelen ve Kaleiçi’nde kalan bir konuk için ulaşımının çok kolay olması da turistlerin tercihini belirleyen önemli bir etken olmalı. İşte, Atatürk alanına yakın herhangi bir noktadan binebileceğiniz tramvay ile hem keyifli turistik bir gezi yapmış oluyorsunuz, hem de plaja en kısa yoldan, en kısa sürede ulaşabiliyorsunuz.

‘PAMPHYLİA VE MODERN ANTALYA’

Kaynaklarda M.Ö.130’lu yıllarda kurulduğu söylenen ve yazılan Antalya; önce Hitit, Pamphylia, Lykia, Kilikya gibi kent devletlerinin ve Pers, Büyük İskender ile onun devamı sayılan Antigonos, Ptolemais, Selevkos, Bergama Krallığı’nın yönetiminde kalmış. Antik dönemdeki adı “Pamphylia” olan Antalya, daha sonra Doğu Romalıların, diğer adıyla Bizanslıların egemenliğinde kalmış. İşte, bugünkü modern Antalya, böylesine çok katmanlı bir antik yerleşim alanının üzerine kurulmuş. Çevresinde antik kent kalıntılarının yoğun olarak bulunmasına karşın, kent merkezinde antik çağ kalıntılarına çok az rastlanmaktadır. Eski limandaki mendireğin bir bölümü ve kale surları antik çağdan kalmadır. Surların park dışındaki kısmında restorasyonu yapılmış olan Hadrian Kapısı’ndan geçerken, kendinizi bir Romalı gibi hissedebilirsiniz. Buna karşın Hadrian Kapısı’ndan geçip Kaleiçi’ne giren pek çok insanın kendini böyle hissetmediğini de görebilirsiniz. Barlardan ve içkili mekânlardan gece geç saatlere kadar yükselen müzik sesleri bunun kanıtıdır. Oysa böylesine tarihsel dokuya sahip bir bölgenin daha sessiz bir atmosfer sunması beklenir. Ama yine de bir eylül sabahında, serin taşlara basarak yürüdüğünüz dar ve içtenlikli sokaklar sizi bugünden alıyor ve nostaljik bir hayatın sokaklarına, çocukluğunuza ya da yıllar önce yolunuzun düştüğü bir kasabaya götürüyor.

Antalya, Muratpaşa Belediyesi’nin böyle anlamlı bir kültürel proje oluşturmasında, Belediye Başkan Yardımcısı şair Ferruh Tunç’un adeta bir kültürel “ceo” gibi çalışmasının önemli etkisi olduğunu belirtmeliyim. Zaten tarihe ve mitolojiye ilgisi olan Ferruh Tunç’un, bu ilgisinin şiirlerine de yansıdığı görülüyor. Tunç’un son kitabı Bir Cümle Olmaya Geldim’i okurken bu özelliği kendini bazen derinde, bazen yüzeyde hissettiriyor: “Zamanı şaşırtıp, taşı kandırdık; /Boş sadağına şiir koyduk tanrıçanın(Müzede Muziplik)” Özellikle, “Tarihte Gezinti” adlı şiirinde, bir izlek olarak “tarih” in öne çıktığını görüyoruz: “Olacak şey değil!// Tutsak babasını emziriyor tarih, /Mermerden duvağını örtüyor gelinin yüzüne…”

İşte Giray Ercenk ve Ferruh Tunç kılavuzunuz olunca, Antalya’nın derinliğini, “nereden gelip nereye gittiğini” görebiliyorsunuz. Hani, De Guelle’ün, “Bana ancak Halikarnas Balıkçısı rehberlik yaparsa Türkiye’ye gelirim” dediği öne sürülür ya, sizin de ancak Giray Ercenk rehberliğinde Antalya’yı tanımanızı öneririm. Ama bir koşulla, yanında Ferruh Tunç da olacak. (Elbette Belediye Başkanı Ümit Uysal’ın sanat ve kültüre açık olan geniş ufuklu bir insan olmasının etkisini de belirtmeliyim) İşte o zaman, bir maki çalılığının dibindeki taştan yola çıkarak, Selçuklu Sultanı Alaadin Keykubat’ın Alanya’yı başkent yapmak için ordusuyla giderken, atlarının parlayan nallarının aydınlattığı karanlıkta dinleyebilirsiniz şu gökyüzünün arkaik öyküsünü. Burnunuzda Elmalı’daki baharatçılardan kalma, taze çekilmiş tahin kokusu, damağınızda Korkuteli’de sabah kahvaltısı için mola verdiğiniz yerde sunulan böreklerin tadı…

“Antalya dendiğinde akla deniz gelir… Oysa Antalya bir dağ ülkesidir de… Kuzeydeki Göller Bölgesi’nde düğümlenip, körfezin iki yakasından pos bir yörük bıyığı gibi sarkan; Antalya’nın beti-bereketi dağlar…Ulaşılmaz zirvelerden, göz görmemiş kanyonlara doğru uzanan inanılmaz derin bir coğrafyada, yarpuzdan reyhana bin bir kokunun, aldan sarıya bin bir rengin, başı göğe eren sedirden, kuytulara sinmiş fesleğene; otundan ağacına bin bir çeşit bitkinin kurup, coşturduğu cümbüşün ortasında, görmüş geçirmiş birer bilge derviş sabrıyla nice bin yıldır sessiz, sakin durup oturan dağlar…(Giray Ercenk;Damdaki Deve Sürüsü)”

Akşama doğru o dağlardan aşağı, Antalya’ya doğru inerken, ta ötede, sisli tepelerin arasından yer yer Akdeniz kendini gösteriyor. ‘Buradayım’ diyor, tuzumla ve yakamozumla. Bize iyot kokan bir rüzgâr gönderiyor. Alıyoruz rüzgârı, saçlarımızdan geçip giden rüzgârı…