Adalet Ağaoğlu: Uzun süre 'Babam hafız' demeye utandım

Adalet Ağaoğlu Hülya Okur'a verdiği röportajda uzun zaman babasının hafız olduğunu söylemeye utandığını anlatmıştı: "Biz cumhuriyetin 2. kuşağı sayılırız. Anne ve babalar bu değişime kolay ayak uyduramazlar. Herkesi alışkanlıklarından kolayca vazgeçiremezsin. Biz Cumhuriyet ilkelerine göre yetiştirilen çocuklar olduğumuz için anne ve babalarımızı 'gerici' görmeye başladık. Ben uzun süre ‘Babam Hafız’ demeye utandım. Sonradan anladım ki aptalmışız, asıl dram, romanlık dram onlarınki."

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Adalet Ağaoğlu, SuperHaber'den Hülya Okur'a verdiği röportajda asıl ismi olan Fatma İyanet'ten Adalet Ağaoğlu'na nasıl döndüğünü, ilkokula nasıl başladığını ve ismini ve 'Ağaoğlu' soyadını neden sevmediğini anlatmıştı.

Adalet Ağaoğlu söyleşisinin bir bölümü şöyle:

Nallıhanlı tüccar hafız Mustafa Sümer’in kızısınız. Nallıhan’da ilkokuldan başka bir okulun olmadığı yıllarda kız çocuğunu okutmak için Ankara’ya göç eden bu ailenin özverisi olmasaydı da Adalet Ağaoğlu olur muydunuz?

Eskiden Nallıhan gibi kazalarda lise ayarındaki okullara “rüştiye” deniliyormuş. Babam hem orada hem de din okulunda okuyor. Osmanlı zamanında Rusça bile öğreniyor. Fakat aileden kalma ipek kumaş dükkanı var. Babam kumaşları Bursa ve İstanbul'a götürüyor. İstanbul'un işgali sırasında çok fazla kumaş talebi oluyor ve babam çok çalışıyor. O zaman ulaşım kolay değil benim babam at sırtında tren istasyonuna kadar gidiyor. Ve oradan trenle  Nallıhan’a gidiyor. Mustafa Kemal Atatürk 1923'te Cumhuriyetin ilanından sonra 1933'te bir yasa çıkartıyor. Bu kanunda şöyle deniyor: Bütün aileler kız çocuklarını ilk okula gönderecekler, bunu yapmayan anne babalar hapse atılacak” O zaman 5 yaşındayım, 3 erkek kardeşin içerisinde tek kızı benim, nüfus kağıdım bile yok, 7 yaşında gösteriyorlar, böylece ilkokula gidiyorum. Annem başka şehre gitmemi istemediği için 1938’de Ankara’ya taşınıyoruz, bütün eğitimim Ankara’da geçiyor.  O yasa olmasaydı ben yazar olamazdım.

Babanızın hafız olmasının sizin dünya görüşünüze, yazarlığınıza etkisi ne oldu?

Biz cumhuriyetin 2. kuşağı sayılırız. Anne ve babalar bu değişime kolay ayak uyduramazlar. Herkesi alışkanlıklarından kolayca vazgeçiremezsin. Biz Cumhuriyet ilkelerine göre yetiştirilen çocuklar olduğumuz için anne ve babalarımızı "gerici" görmeye başladık. Ben uzun süre ‘Babam Hafız’ demeye utandım. Sonradan anladım ki aptalmışız, asıl dram, romanlık dram onlarınki. Ani değişime ayak uydurmak kolay değil. Benim babam dini eğitim aldığı halde bu değişime iyi ayak uydurmuş. İyi ayak uydurmuş ki beni okutabiliyor. Bunu biraz da anneme bağlıyorum. Çünkü annemiz Saraybosna göçmenlerinin kızı, ikisi elele veriyorlar. Babam aynı zamanda ileri derece miyoptu. Babamın tıraşını hamam tasında annem yapardı. Kravatını annem bağlardı. Öyle yetiştirildik ki dinden bahsetmek bile ayıptı. İlk romanımında Aysel’in babası Salim Beyi; işinde, gücünde, namuslu bir adam olarak yazdım ama asıl dramlarını yazamadım. Babam eski Türkçe biliyor. Babam camide namaz kıldırırken, aydın bir kişi aslında fakat birden bire cahil durumuna düşürülüyor çünkü Latin alfabesini konuşması kolay olmuyor, öyle bir dramlar var, kökten değişimler iyi ama sabır istiyor. Geçen gün Atilla Dorsay bana geldi, ona dedim: ki Atilla biliyor musun, biz anne babalarımızı hiç anlamadık!. O yanlış anlamış, "sağken onlara bakamadık, yardım edemedik" diye anlamış. Ben halbuki Cumhuriyetin ilk kuşakları olarak anne babalarımızın dramını anlayamadık demek istedim.

Dramına derken, biraz da inancına mı sahip çıkamamış olduk hocam?

Babam bizi hiçbir şeye zorlamadı. Babama saygı duymanın nedenleri, birincisi eski terbiye almasına rağmen değişimlere ayak uydurabilmesi. Kolay olmamıştır. Bunu çok sonradan anlayabildim. İkincisi hiç bir şekilde borçlanmadı, çok dürüst olmalı ki borç harcını görmedik, çok çalışkandı. Ben babamı sırtında kocaman yük taşırken de gördüm. Anneme de çok bağlıydı.

Bir de size ait tanımlamalara geçersek… Kimi zaman 'entelektüel vicdan' diye tanımlandınız, kimi zaman Cumhuriyetin sembol kadınları arasında sayıldınız. Can Yücel’in ‘Sen Türkiye’nin en güzel kazasısın’ dediği kadın kendini nasıl tanımlar?

Biz Ankara’ya taşınınca eski bir Ankara evinde oturduk, o tarihte çok çocuklu evlere verilecek ev yokmuş. Babam Nallıhan’daki her şeyi satıyor ve bir Yenimahalle’den İtalyan mimarı tarafından yapılan bir apartman alıyor.  Lise öğretimimiz orada geçti. Tuvaleti bile alaturka değildi. Annem beni manava gönderdiği zaman manav bana: “Buyrun matmazel” derdi.

Bir de böyle sıfatım vardı diyordunuz yani.

Görünümüm itibariyle anne tarafıma (Saraybosna) benzemişim, ağabeyim de sarışındı, açık renk gözlüydü. Ben de açık kumral saçlıydım. Sonradan anladım sefaretler dışişleri tarafından olduğu için beni yabancı zannediyorlardı. Hep 'matmazel' diyorlardı bana. Tipim öyleydi herhalde. Nallıhan’da ilkokula giderken, çarşı esnafı arkamdan: Adalet, nisavet, yaşasın millet! diye marş tutarlardı. Çok ağlardım, anne ne olursun adım değişsin, "Ne olsun kızım?" derdi, ‘Neriman olsun’ derdim. Günlüklerimde de yazmışım herhalde. Her halde dansöz falan gördüm sahnede Neriman olsun istedim. (Gülüyor)

Adalet ismi çok manalı ve çok önemli değerleri simgeliyor, öyle kalması iyi olmuş hocam.

Nüfus kağıdımda “Fatma İnayet” diye yazılıyor. Ankara’da ortaokulda bizi avluda sıraya koydular, okuyanlar okumayanlar diye ayırdılar, "Adalet" diye bir ad geçmedi, ben orada kalakaldım, meğer nüfus kağıdımda ebemin koyduğu ad olan Fatma İnayet yazıyormuş. Ondan sonra babam mahkeme kararı aldırarak adımı Adalet’e çevirtti.

'Adalet' isminin yükünü mü taşıyamadınız, ağır mı geldi size?

Kocamın soyadı "Ağaoğlu" bana ağır geldi aslında. Sümer’di biliyorsun soyadımız bizim. Sınavla Ankara Radyosu'na girdim. Radyo oyunları yazarken ‘Adalet Sümer’ diye çıkıyordu. Evlendikten sonra "Ağaoğlu" oldum. Halim'i çok seviyordum, ayıp olmasın diye buna razı oldum ama evlilik soyadını hiç sevmedim. Hele Adalet ile Ağaoğlu yan yana gelince iyice felaket oldu!

Niye sevmediniz Ağaoğlu’nu? Büyüklenme ifadesi olduğu için mi sevmediniz?

Çünkü bizim öyle bir sıfatımız yok, babam halk insanı. Ağa oğlu falan değil. Sadece kumaş tüccarı olarak ticaret yapmış ileri gelmiş bir ailenin oğlu.  Ağalar 'sömürgeci' demektir. İşçileri, ırgatları çalıştıran adama ağa deniyor.  Babam işçi gibi çalışan bir adam, yakışmıyordu. Hele ben ömrüm boyunca çalıştım, annem beni iyi bir ev kadını olarakta yetiştirdi, annem titizdi, ben de çok titiz oldum. Memurken evde misafirlere de bakınca annem; kabahat bende, ben seni böyle yetiştirdim, dedi.

Kitaplarınızdan dolayı intihar yazarı olarak da anıldınız. İntiharı istemiş ama yapamadığını söyleyen biri olarak ilham kaynağınız yaşam ile ölüme olan eşit uzaklığınız mıydı? Bu psikolojiye sizi ne götürdü?

Yazarlığa Ulus Gazetesi'nde tiyatro oyunları yazmakla başladım. Fransız kadın dergisini alıyordum, kültür hareketlerine bakıyordum, yerli yabancı yazılar yazıyordum, fakülte bitti radyoya sınavla eleman ilanı üzerine girdim, ömrüm boyunca da çalıştım. 3 kardeşim vardı ve ben “Ben de varım” demeye getirdim galiba. Lisedeyken şiirler yazardım. Orhan Veli "Garip" kitabını ilk bana imzalı vermiştir. “Dev şair” diye yazmış. Benim iki sorunum vardı, cumhuriyet aydınlarıyla çok uğraştım. Çünkü benim yazdıklarım kabul gördükçe özellikle kadın yazarlar tarafından bir takım kıskançlıklarla karşılaştım.

İntihar hissine gelince, çaresizlik duygusu neden oldu. Çaresizlik duygusuna sık sık yakalandım. Mesela başkasına yardım edemediğim zaman çaresizlik duydum. Hapse girenlerin hapse girmeyi hak etmedikleri için çaresizlik duydum. Bu çaresizlik duygusu beni çare aramaya itti. Çağrışımlar bana çok yardım ediyor. Benim unutkanlığım yok. Çağrışımla bir şeyi yan yana getiriyorum. İntiharı sadece Türkiye için yazmadım, baktım ki Moskova dahil yurt dışında başka yazarlar intihar etmişler. "Bizde neden yok" dedim kendi kendime. Daha mı düşünüyorlar, daha mı az vicdan azabı çekiyorlar, diye düşündüm. Dışarıdan örnekler verdim. Ben fikir işlerken dışarıdan belge de gösteriyorum. İntihar düşündüğüm zamanlar oldu ama “Ya beceremezsem ortada kalırsam” dedim.

Bir de sevdiklerinizi üzmek istemediniz.

Bir de o var, o çok önemli, çok iyi söyledin. Kimseyi üzmek istemedim.

Tiyatro oyunu yazmaktan neden vazgeçtiniz?

Çünkü benim “Çatıdaki Çatlak” isimli tiyatro oyunum devlet tiyatrolarında oynanırken birden bire "sakıncalı" diye kaldırılıverdi, ondan sonra dedim ki, bizde kimse tiyatro oyunu okumuyor, ancak oynandığı zaman var oluyor. Onun için kendime, ‘Adalet, roman yaz, ona dokunsalar bile kalır’ dedim.

Selim İleri toplumun hasta ettiği adamı anlatmıştı Melun’da. Yüzyıllardır değişmeyen, kendini tekrarlayan sorunlar için edebiyat yoluyla sunduğunuz reçete ne oldu?

"Aydın" diye kime diyoruz, bence aydın demek, düşüncesini açıkça söyleyebilmesine cesaret edebilmek demek. Her şeyden önce kendisi ile hesaplaşması gerekmektedir. Benim ilk romanım "Ölmeye Yatmak", kendimle ilk hesaplaşmamdır. Anne babalarımız doğu-batı ikileminde büyümüş. Bir de bugünden daha iyi bir gelecek düşünüyorsak ona doğru gitmek... Onun için dünü bilmek gerekiyor dünü bilmeden geleceği yapamayız. Dün ile bugünü yan yana getireceksin ki, geleceğe doğru kapı açalım. Mesela Tarih Vakfı'nı bu düşünce ile kurduk.

Edebiyatta aydın kimliği üzerinde çok kafa yordunuz, bu sizin derdiniz oldu. Özellikle aydınlar neden? Çünkü baktığınızda herkes ayrı bir dünya, herkes ayrı bir alem aslında.

Aydın kişi kendi içinden geçen düşünceyi korkmadan dışarı vurabilmeli. Nitekim benim ilk romanıma “çok cesur” dendi. Benim bir çocuğum olsaydı belki bu kadar cesur davranamazdım çünkü çocuğuma hayat vermem lazımdı, hapse girseydim çocuğuma ne olacaktı? Çocuğum olmaması beni cesaretli yaptı. İyi şeyler yaptıkça ödüller almaya başladım. Aydın sorunu başıma şöyle geldi:  "Bir Düğün Gecesi" romanını yazdığım zaman çok beğenildi ve yılın bütün roman ödülleri ona verildi. 12 Eylül askeri darbesi oldu. O darbe içinde bir iftiraya uğradım. Adı "yazar" diye geçen bir adam asker çıktı. Ben başka bir yazardan kopya etmişim diye iftira attı. Benim kurduğum YAZKO Edebiyat Derneği'nin, YAZKO dergisi vardı, orada bana sormadan, benim fikrimi almadan, bana iftira edenin yazısını yayınladılar. “Bunlar ne biçim yazarlar” dedim, “Bunlara aydın deniyor” dedim, bana iftira edene nasıl kucak açtılar, insanların kıskançlık duyguları öne geçebiliyor. İlk romanım değil ki, ben neden kendime kıyayım? İşte o zaman aydın sorununa kafayı taktım.

Değdi mi buna, bu yorgunluğa, mücadeleye değdi mi, bugün Türkiye’de gelinen noktada nasıl bir aydın profili görüyorsunuz?

Bana bu iftirayı atan var ya, o yılın edebiyat ödülleri veren her yere benim hırsız olduğumu bildirmiş, mahkemeye vermemi söylediler, mahkemeye vermedim çünkü darbe oldu, bürosu basıldı, evraklar alındı, “Eğer YAZKO’yu dava edersem bu sefer hain derler” dedim. Bana bu kötülükler oldukça aksi gibi övülmeye başladım. Çünkü ben burnumun dikine gittim. Öyle düşündüm öyle yazdım. Çocuğum olsaydı bu kadar cesur olamazdım tekrar altını çiziyorum. Yasaklamalar nedeniyle yazarların çoğu otosansüre başlıyor. Mesela AHİM’de barış davası suçsuz olarak çıkıyor. O zaman niye Avrupa Birliği'nin kapısına gidiyoruz, "bizi de alın" diye. Düşünce özgürlüğü insani bir haktır. Yurt dışında Helsinki Yurttaşlar Derneği kuruldu, savaş yasak, kimse savaşmayacak sadece barış için çağrı yapıyor, Avrupa’nın yanında Türkiye de imza attı ama  içeride öyle olmuyor. Senin gibi röportaja gelenler bana edebiyat ödüllerini nasıl aldığımı soruyorlar, ben başvurmadım, kimsenin sırtını da okşamadım, diyorum. Beni çöpe atmaya çalışan adam “Adalet Hanımın nerelerini okşadınız” diye yazdı. Bu bir hakaret. O zaman o adamın hapse atılması lazım. Hakaret neye denir onu bilmek lazım. İftira hapisliktir. Bunların yeri iyi seçilmeli. Şiddete başvurmadıkça herkes istediğini söyleyebilir. Yeter ki şiddete başvurulmasın. Benim başıma asker dipçiği ile gelmesin. Çünkü sivil halkın elinde oyundan başka silahı yok. Onun için toplumun üstüne silahla gidilmez.

SÖYLEŞİNİN TAMAMI