Küme düştükten sonra hayat var mı?
Taraftar ebeveyn gibidir. Çocuğu başarısız oldu diye onu sevmeyi bırakamaz. “Bu beceremedi, gidip kendime başka evlat bulayım” diyemez…
Manchester United’ın emektar ismi Gary Neville, “Şanslı bir kariyerim oldu, 20 yıl boyunca hiç küme düşmedim. Ligin zirvesinde beklentilerin getirdiği baskı olsa da dipteki korku ve kaygı bundan daha kötü” diyordu. Futbolda küme düşmek bir kulübün başına gelebilecek en büyük felaket olarak görülür. O halde alt ligde oynamak neden “büyük kıyamet” sayılıyor? Gerçekten öyle mi?
CENNETTEN KOVULMAK
Önce o berbat his. Çok pis çuvalladın. Cennetteydin, tek bir işin vardı, elmayı yemeyecektin. Yedin. Şimdi ayıkla pirincin taşını. Suçluluk, utanç, üzüntü. Gerçi cennette kota yok (en azından öyle diyorlar), birilerinin illa düşmesi gerekmiyor. Ama yaşanan hüsran benzer.
Yine de herkes için farklı. Bir yanda kaçabilecekler var. Oyuncular, teknik ekip, hatta yönetim bırakıp gidebilir. İçlerinden aidiyet duygusu yüksek olanlar kalıp bu “ayıbı” tersine çevirmek için kolları sıvayabilir, ama mecburiyetleri yok.
Diğer yanda kaçacak yeri olmayanlar var. Görünmeyen isimsizler. Küme düştünüz diye normal şartlarda aşçınız, malzemeciniz gitmez. Kulübe emek veren birçok aktör hayatına devam eder. Maaşı azalmasına rağmen kalanlar vardır. Sonra elbette taraftar. Taraftar bir nevi ebeveyndir. Çocuğu başarısız oldu diye onu sevmeyi bırakamaz. “Bu beceremedi, gidip kendime başka evlat bulayım” diyemez. Tercih hakkı, vazgeçme lüksü yoktur.
MİSAFİRLER, ASANSÖRLER, HAZIRLIKSIZLAR
Tabii ki her kulübün gerçeği de farklı. Alt lige düşen takımları kabaca üçe ayırabiliriz. Birincisi, “misafirler”. Üst lige çıkacak kadroya ve yapıya sahip olmadan, tek sezonluk ekstra performans ve biraz da şansla şöyle bir uğramışlardır. Arkalarında sağlam maddi ve manevi destek olmadığını, belli bir planla gelmediklerini bildikleri için döneceklerini de bilirler. Aşağıya aittirler. O yüzden düşüşü normal karşılarlar. Hatta aşina oldukları yere dönmekle yarı-suçlu bir rahatlama duydukları bile söylenebilir. Düşmenin hüznünden çok yukarıyı görmenin sevincini hissederler. Almanya’dan Darmstadt’ı böyle düşünebiliriz.
İkincisi, “Araf’takiler”. Hep bıçak sırtındadırlar. Aşağıdayken yukarıya, yukarıdayken aşağıya ait görünürler. Ne tarafta olacaklarını detaylar belirler. Bazen cennetteki ikametleri iki üç sezonu bulur; sonra yine kaybolurlar. Burada “asansör”, İngiltere’de “yoyo” diye bilinirler. Onlar da alt lige inişi genellikle doğal ve olgunlukla karşılar. İki tarafta da dostları vardır. Camia dinamizmini biraz da bu hareketlilikten ve heyecandan devşirir. İngiltere’den Fulham’ı bu kategoriye koyabiliriz.
Üçüncü grup ise en büyük trajediyi yaşayan “hazırlıksızlar”. Üst ligde görece büyük beklentiler (orta sıralar, ilk 10, hatta Avrupa mücadelesi) varken bir anda her şey ters gitmeye başlar. Ateş hattı tecrübesi olmadığı için haftalar ilerledikçe panik kontrolü ele alır. Teknik direktör sirkülasyonu hızlanır. “Biz düşmeyiz ya” rehavetiyle başlayan süreç, “ulan yoksa?” şüpheciliğiyle devam edip acı sonla biter. Fransa’da Bordeaux’nun sezonu böyle geçti.
BARDAĞIN İKİ YARISI
Küme düşmeyi farklı şekillerde karşılasalar da hiçbirinin bundan mutlu olmayacağı kesin. Bunun nedeni de olayın şoku geçer geçmez kendini gösteren gerçekler. Bir defa para azalacaktır. İngiltere gibi ülkelerde “paraşüt” adı verilen, gelir kaybını hafifletmeye yönelik tedbirler olsa da yetmez. Azalan para itibardan da götürür. Oyuncu trafiğini etkiler: Eldeki iyiler gitmek ister, dışarıdaki iyiler gelmek istemez.
Psikolojik travma ise daha derindir. “Burada ne arıyoruz?” duygusunun altında ezilen birçok kulüp gördük. Aşağısı hiçbir zaman beklediğiniz kadar kolay değildir. Tuhaf bir şekilde her kümenin kendi dinamiği, kısa yolları, sertliği var. Dahası, yukarıdayken orada kalmayı amaçlayan, çoğu zaman defansif bir oyun planınız vardır; aşağıda ise şampiyonluğa veya ilk altıya oynamanız, dolayısıyla yeni bir oyun bulmanız gerekir. Oyuncu trafiğinin ortasında bu geçişi yapmak kolay olmaz. Dolayısıyla “burada ne arıyoruz?” sorusu “biz büyük takımız, buranın tozunu attırırız” kibrine dönüşürse daha büyük sorunlar kapıda demektir.
Ama her olumsuzluk gibi bundan da olumlu bir şeyler çıkarmak mümkün. Yine psikolojiyle başlayalım: Birkaç yıl önce Oxford Üniversitesi Bilişsel ve Evrimsel Antropoloji Enstitüsü’nün yaptığı bir araştırma, yenilgilerin taraftar sadakatini artırdığını gösteriyor. Birlikte büyük bir travma yaşayan insanların hem kendi aralarındaki hem de kulüple kurdukları bağ güçleniyor. Küme düşen köklü kulüplerin özellikle ilk aylarda dolu tribünlere oynamasına aşinayız.
Taraftarın daha önce aklına getirmediği bir kendini sınama süreci de beliriyor. Takımı ne kadar sevdiğini – veya sevmediğini – daha iyi anlıyor. Koşulsuz sevgiyi fark ederse takımla kurduğu ilişkide bir eşiği aşmış ve yeni bir boyutu keşfetmiş oluyor. Bazıları buna yeni şehirler ve stadyumlar görecek olmanın heyecanını da ekliyor. Ama tüm bunların umut ilkesine dayandığını unutmamak gerek. Küme düşmek nihai bir şey olmadığından, taraftar bir gün döneceğine inanıyor. Bunun içinse farklı gereklilikler var.
YEŞİL BURSA MAVİ GLASGOW
Tribündeki coşkuya puan vermiyorlar. Yönetimin, teknik ekibin ve oyuncuların yapacaklarına ihtiyaç var. Hepsinden önce ise bilinç ve öz-farkındalık, sakinlik ve kabullenme şart. Aşağıda da hayat devam ediyor. Orada da futbol oynanıyor. Sorun sportif (kadro, taktik, teknik direktör) veya idari (bütçe, denetim) olabilir; hangisi olursa olsun, neden düştüğünüzü bilmezseniz nasıl çıkacağınızı bilmeniz imkânsız. Kendinizi kader mahkûmu olarak konumlandırmayıp olayı makul sebeplere bağlamak ilk adımlardan biri olabilir.
Söylemesi kolay. 2010-11 sezonunda Şampiyonlar Ligi C Grubu’nda Manchester United ve Valencia ile birlikte mücadele eden iki takım vardı: Glasgow Rangers ve Bursaspor. Grubu sırasıyla üçüncü ve dördüncü tamamlayan iki ekip hiç alışkın olmadıkları bir döneme girdiklerinden habersizdi. Maddi sorunlarla boğuşan Rangers 2012-13 sezonunda iflasını açıkladı ve İskoçya dördüncü ligine düşürüldü. 2009-10 sezonunda Süper Lig’deki ilk ve tek şampiyonluğunu ilan eden Bursaspor ise aynı dönemde zirvede geçen günlerin getirdiği paraları etrafa saçmakla meşguldü. Devamında Rangers dört yılda en üst lige tırmanırken Bursa’nın performansı geriledi, maddi durumu ise çöküş aşamasına geldi. 2016-17’de Maviler İskoçya Premier Ligi’ne geri dönmüştü. Timsahlar ise 2018-19’da ikinci ligin yolunu tuttu.
Ama hikâye orada bitmedi. Geçen hafta Rangers, Eintracht Frankfurt karşısında Avrupa Ligi finaline çıkarken, Bursaspor 1. Lig’den de düştü. 12 yıl öncesinin şampiyonu, Türkiye’nin dördüncü büyük şehrinin mümbit altyapısıyla ünlü takımı şimdi üçüncü kümede. Yeşil-Beyazlılar sorun biriktirmenin, çözüme başlayamamanın en somut ve acı örneğine dönüşmüş durumda. Dört büyükler başta olmak üzere birçok kulübün maddi açıdan aşağı yukarı aynı durumda olduğu, birçoğunun forsları daha sağlam olduğu için batık ekonomilerine rağmen yukarıda kaldıkları ise herkesin bildiği bir sır.
Aslında en kötüsü alt liglerde dolaşmak değil. Kümeler arası geçişlilik futbolun doğasında var ve oyunun tadı tuzu. Zaten bu acıyı yaşamayanların sayısı hiçbir ülkede bir elin parmaklarını geçmez. Futbolda kulüpler arası hiyerarşi giderek bir kast sistemine dönüştüğü için geri dönmek eskisinden daha zor olsa da her daim mümkün. Kimliği olan bir kulüpseniz sırf kendi geçmişinize bakmak bile dönüş haritasına dair ipuçları verebilir.
En kötüsü, eskiyi kendi meşrebince yeniye çevirmeye pek meraklı siyasi iktidarın esir aldığı bir ülkede, köklü bir kulübü mevcut başarısızlıktan faydalanmak isteyenlere teslim etmek. Kötü günleriniz bugüne kadar size istediği kadar sokulamayanların gözünde fırsata dönüşebilir. Sonra bir bakarsınız iki yıl sonra, kentin Osmanlı geçmişinden mülhem bir logoyla yeşili her zamankinden daha yeşil bir “Yeni Bursaspor” ortalıkta gezinmeye başlamış, elli yıllık şampiyon kulübün yerinde yeller esiyor. Olmaz mı diyorsunuz. Umarım haklısınızdır…