Küresel bir salgının gölgesinde: 'İstanbul Posta Treni'
İnsanların kurtuluş yolculuğuna dönüşen hikayelerini konu alan 'İstanbul Posta Treni’nde yazar, düzenin değişemediği bir hayatın içinde var olmanın imkansızlaştığı yerden okuru yakalıyor.
Gaye Keskin
Bülent Çallı’nın basılı üçüncü romanı olan 'İstanbul Posta Treni', Everest Yayınları’ndan çıktı. Roman, güçlü atmosferi, gizem örtüsü ve tekinsiz karanlığıyla bizi yakın gelecekteki distopik bir gerçekliğin ortasında karşılayarak ana karakterlerle birlikte kitabın sonuna dek sürecek bir heyecanla bu gerçeklikten kurtulmanın mücadelesine çağırıyor.
'İstanbul Posta Treni’nin ilk sahnesinde, Beşiktaş’taki bomboş evinde uyanan Burhan ve köpeği Camgöz’le tanışıyoruz. Romanın omurgasını kuran, önceden olanlara ve sonradan yaşanacaklara dair güçlü bir korelasyon oluşturan bu bölümle romandaki kavi mücadeleye katılıyoruz.
İNSANLARI KENDİ ŞEHİRLERİNE SIKIŞTIRAN SALGIN
'İstanbul Posta Treni’nde dünyayı etkisi altına alan ve milyonlarca insanı öldüren BR salgınının ortasında buluyoruz kendimizi. Bülent Çallı, internet erişiminin kısıtlı olduğu, televizyonda birkaç kanalın izlendiği -onlarda da aynı epidemiyologların aynı şeyleri anlatmaya devam ettiği- barların, sinemaların, kafelerin kapalı olduğu, yeni arabaların üretilmediği – üretilse bile şehirden şehre ulaşımın olmadığı- benzinin dahi karneyle satıldığı, cunta liderliğinde insanların şehirden hapishanelerde yaşamaya zorlandığı kurgusal bir evren yaratıyor. Çallı’nın kurduğu bu evrende, menfi sonuçlardan kurtulabilmenin tek yolu olarak ölümü gösteren cunta, hastalığın ölüler vasıtasıyla yaşayanlara bulaşmasını sağlayan bu döngüyü kırmanın yolunu da ölülerin yakılmasına çıkarıyor. Bu krematoryumlar, şehrin karanlığına daha da karanlık ekleyerek, virüslü ya da virüssüz ölen herkesin bedeninin yakıldığı ve şehri isle kurumla kaplayan, ışıkları hiç sönmeyen kuleleriyle, neredeyse bir tanrı gibi İstanbul’un tam ortasında duruyor. Bülent Çallı, ölü bedenlerin islerini solumak zorunda kalan, İstanbul dışında yaşananlara dair aldıkları haberlerde kısıtlamaya uğrayan, günden güne iskelete dönüşen şehrin sınırlarında kapana kısılan insanlara tek bir soru sorduruyor ve çelişikliği güçlendiriyor; bu şehirden çıkmanın bir yolu var mı?
ŞEHİRDEKİ SON RADYO
Bülent Çallı, romanın sayfaları arasında şehirdeki gizemli bir radyonun frekansını ayarlıyor ve yayın yasaklarını delmeyi başaran, kimsenin konuşmadıklarını konuşan, hayalet şehrin yaşayan insanlarını ablukalarından kurtulmaya çağıran bir kadın sesine yer veriyor. Unutulan şarkıları da dinleyicilere dinleten bu kadın sesi, İstanbul’dan kurtulmanın bir yolu olduğundan bahsediyor; 'İstanbul Posta Treni'. Trenin nereden, hangi saatte kalktığını bulmak ve şehirden çıkmak ise romanın ana konusu. Bu kadının kim olduğu da romanın başka bir muamması.
BURHAN, OĞUZ, ELİF VE SELİM
Bülent Çallı, kitabın ana karakterlerinden Burhan ve Oğuz'un yolunu Beyoğlu’nda yasadışı olarak çalışan bir barda kesiştiriyor. (Bu temaya 'Simsiyah’tan da alışığız.) Onları birbirlerine sürükleyecek kadersel yolculuklarından henüz haberleri olmayan bu iki ana karakter, yaşam mücadelelerini sürdürmeye, inanç dinamiklerinin içinde yol almaya devam ediyor. Diğer ana karakter Elif’in içinde olduğu, İstanbul’dan kaçmaya çalışanların gizlice üyeliklerini sürdürdüğü bir örgüt olan “Kulüp” ise kimileri tarafından kurtarıcı olarak görülürken kimileri tarafından tanınmıyor. İşte bu bireysel direnişlerin, statü farklılıklarının, fikir ayrılıklarının arasında Bülent Çallı ana karakterlerini entropiklerinden çıkaran ve onları ortak amaçlarına götüren bir yol haritası çiziyor.
Çallı, bu devasa hapishanenin içinde bir de gerçek bir hapishaneye yer veriyor ve ana karakterlerden biri olan Selim’le bizi, hastane diye tanımladığı ama alt metinde hapishane olduğunu düşündürdüğü bir mekanda tanıştırıyor. Yazar diğer bölümlerde kullandığı tanrısal anlatımı Selim için tercih etmiyor ve Selim’in hikayesini bize birinci tekil anlatımla aktarıyor. Dünyadaki salgını ve dışarıda olanları hatırlamayan Selim’in penceresinden yazar bizi şunu düşünmeye teşvik ediyor; gerçek hapishane neresi? İçinden hiçbir zaman çıkamayacağımızın düşündürüldüğü yer mi yoksa bir gün çıkabilmeyi umduğumuz yer mi? Peki gerçek özgürlük hangisi? Unutmak mı yoksa hatırlamak mı?
'İSTANBUL POSTA TRENİ'NİN GİZLİ RAYLARI
Bülent Çallı, İstanbul’u karakterlerinin arka planına yerleştirip kimi zaman Beyoğlu’nu kimi zaman Beşiktaş’ı kimi zaman Samatya’yı veyahut Nişantaşı’nı distopik, karanlık ve tehlikeli yüzleriyle fotoğraflıyor ve açıyı usulca genişleterek bizi de bu evrenin içine dahil ediyor.
Başka bir yelpazede yazar, ana karakterlerden birinin aldığı bir kararda Kant’ın insan ideasına gönderme niteliği taşıyacak bir varsayıma yer veriyor. Kant’a göre insanın özgürce seçim yapabilmesini sağlayan otonom yanı, Bülent Çallı’nın romanında insanî seslerin susmasını da sağlıyor. Vicdan birkaç sayfa ileride, bir rüyada, renkli şemsiyelerin altındaki ölü çocukların yüzlerinde geri gelse de yapılmak zorunda olanın yapıldığına dair hiçbir kuşkuya mahal vermiyor.
Yazarın fotoğrafçılığını ve felsefeci yanını başarıyla taşıyan bu unsurlar, aslında 'İstanbul Posta Treni’ne giden tali yolun da raylarını döşüyor.
BAĞLAM NOKTALARINDA ORTAYA ÇIKAN KAVRAMLAR
'İstanbul Posta Treni', köpek dövüşçülerinden mafya babalarına, mafya analarından üçkâğıtçılara, genelev çalışanlarından polislere, sırtında İstanbul haritasına benzeyen bir yanık taşıyan ve krematoryumda yakılmamaktan başka bir dileği olmayan itfaiye erinden, yazarın “iri bir yelkenli savaş gemisi gibi ağır ağır yaklaşan ve kocaman bir gölgeye benzeyen bir adam” diye tanımladığı “yine” gizemli bir karaktere kadar birçok farklı insana ev sahipliği yapıyor.
Birbirine karışan insan ilişkilerinin ve menfaat çatışmalarının arasında Bülent Çallı’nın romanda bahsettiği her nesne, her biçimsel veri ve her insan mefhumuna kavuşuyor. Çantada unutulduğunu düşündüğünüz ya da yazarın aklından çıktığından endişe ettiğiniz her şey önünde sonunda yolunu buluyor.
DÜNYANIN SONUNDAN VEYA BAŞINDAN
BR salgınıyla başlayan ve hastalıkla verilen sonu gelmez mücadeleden kaçmanın yolunu arayan insanların zaman, aile, bellek kavramları ışığında kurtuluş yolculuğuna dönüşen hikayelerini konu alan 'İstanbul Posta Treni’nde yazar, düzenin değişemediği ve gerçekliğin sorgulanamadığı, engellerle örülü bir hayatın içinde var olmanın imkansızlaştığı yerden bizi yakalıyor ve BR salgınını neredeyse hiç konuşulmayan bir monolite dönüştürüyor. Burada yazar, sınırları bilinen bir hapishaneden bilinmezliğe giden ama özgürlük hissini damarlarımıza nüfuz ettiren 'İstanbul Posta Treni’nin kompartımanının kapısına tutunmamızı ve saçlarımıza vuran kurtuluş rüzgarıyla rayların üzerinden geçmemizi sağlıyor.
Gizemli radyoda konuşan o kadın sesi yazarın cümleleriyle, tam da şu an şöyle diyor; “…sevgili dinleyici... Her yer küçük bir İstanbul artık. Her kurum, her sokak, her hane kendi tiranını içeren bir cunta…” ve işte yazarın önceki romanları 'Simsiyah' ve 'Duman Otel’e de küçük göndermelerde bulunduğu 'İstanbul Posta Treni' kalkıyor, iyi yolculuklar!