'Kurmaca' uydurmaca değildir
Kurmaca, uydurmaca değildir. Yazılı edebiyat sanatlarıyla ilgili tartışmalarda kavramların yanlış kullanımı, toplumun yazılı kültür sürecini tamamlamadan görsel kültüre geçmiş olmasının bir sonucudur.
Ülkemizde, her tartışmada olduğu gibi, sanat edebiyat tartışmaları da çoğu zaman yanlış zeminlerde ve yanlış kavramlarla yapılıyor. Örneğin son günlerde Orhan Pamuk’un yeni romanı ile ilgili tartışmalarda ve değerlendirmelerde kullanılan “kurmaca” kavramı, “hayal ürünü”, “uydurmaca”, “düş” gibi ifadelerle aynı anlamda ele alınıyor. Böyle olunca, bu ifadeleri kullananların, daha baştan yanlış değerlendirme yapmaları kaçınılmaz oluyor ve harcanan düşünsel emek de boşa gitmiş oluyor.
Bilginin kavramlaştırılması, bilginin nesnelleşmesi için önemlidir. Yani bilginin üretilebilir, tartışılabilir ve paylaşılabilir biçime gelebilmesi, onun kavram niteliği kazanmasına bağlıdır. Elbette yalnızca kavram niteliği kazanması da yetmez, bu kavramın doğru anlaşılması da gerekir. Özellikle sanat-edebiyat konulu tartışmalarda karşımıza çıkan “kurmaca” kavramı, bu kavramı kullanan herkese göre farklılık gösterebiliyor. “Kurmaca” kavramının gerçekte ne olduğunu açıklamaya çalışmadan önce, bu kavramın özellikle tiyatro, opera, sinema gibi insanın, eyleme dönüşmüş ifadelerle kendini veya bir olayı, bir olguyu gerçek yaşama benzer biçimde anlattığı sanatlar için kullanıldığını belirtmek isterim. Roman, öykü gibi edebiyat sanatları da fiziksel eylemlere dayanmamasına karşın, aynı ifade biçimini dil düzeyinde yerine getirdikleri için kurmaca sayılır. Demek tiyatro, sinema, roman gibi kurmaca yapıtlarda insanlar bir hayat tasarımı içinde davranırlar. Bu hayat tasarımına “kurmaca evren” diyebiliriz. Kurmaca yapıtların ürettiği anlamlara da “kurmaca hakikat” diyebiliriz. Ama şunu unutmamak gerekir: “Kurmaca hakikat”, hakikatin kendisi değil, hakikat duygusudur. Kurmaca yapıtlar hakikatin kendisini değil, hakikatin duygusunu (-mış gibisini) üretirler. Bu üretim yoğunluğu ne denli yüksekse, o kurmaca yapıta alımlayıcının (izleyicinin, okurun…) inanma düzeyi artar. Ama bu durum, bir kurmaca sanat yapıtının estetik değerini tek başına belirlemez. Bir sanat yapıtı her şeyden önce kendi diline uygun olmalıdır. Hani, örneğin romanı tanımlarken, “olmuş ya da olması muhtemel olayları anlatan…” deriz ya, işte ona hakikat duygusu veren bu beklentidir.
O zaman kurmaca ile ilgili şöyle bir tanım geliştirebiliriz: Kurmaca, nesnel gerçeklik ile sanatçının imgesel gerçekliğinin (imgeleminin) kesişmesiyle ortaya çıkan yeni gerçekliktir. İşte bu “yeni gerçeklik”, sanat yapıtıdır. Evet, kurmaca, uydurmaca değildir. Şimdi hemen, “gerçeklik” ile “hakikat” arasında da fark olduğunu belirtmeliyim. Gerçeklik, varlıkla ilgili (ontolojik) bir kategoridir; hakikat, dil ve bilgi ile ilgili mantıksal bir kategoridir. Bu bağlamda, şeyler gerçek ya da değildir; onun hakkında söylediklerimiz doğru ya da yanlıştır. Gerçek ile hakikat arasındaki ilişki, bir kişinin gerçeklik hakkında söylediklerinin, var olana ve olmayana bağlı olarak doğru veya yanlış olmasıdır. Başka bir deyişle, gerçeklik bir hakikat ölçütüdür. O halde, hakikat duygusu üreten bir kurmaca gerçeklik olan romanın ürettiği değerlerin doğruluğu ve yanlışlığı görecedir. Bir sanat yapıtının estetik ve etik ilişkisinde “doğruluk-yanlışlık” ölçüt alınamaz. Bu son derece görecelidir. Önemli olan, bir gerçeklik olarak ortada bir sanat yapıtının olmasıdır. Sanatın (romanın, tiyatronun, sinemanın vb.) nesnesi evrensel düzeye yükseltilerek estetiğin diline taşınır. Her şey sanatın dili içerisinde, sanatın nesnesi olabilir. Sanat yapıtı, alımlayıcının (okurun, dinleyicinin, izleyicinin vb) onu yeniden üretebileceği bir imgelem (anlamın görsel tasarımı) sunmalıdır. Eğer sanat yapıtı doğrudan doğruya anlamın (kavramın) kendisini sunuyorsa, yeniden üretmeye (imgesel tasarıma) izin vermiyorsa, buna “sanat yapıtı” diyemeyiz . Çünkü bu biçimiyle ya “belge”dir ya da “olmakta olan”dır. Ama hakikat ile gerçeğin çakıştığı bazı sanat yapıtlarının, bazı kurmaca yapıtların, kendi dönemlerinde toplumsal tepkilere yol açtıkları halde tarihsel süreç içinde gerçek yerlerini bulduklarını görüyoruz. Bu bağlamda örneğin, “ Madam Bovary” gibi romanlar saygınlıklarına kavuşmuşlardır.
Kurmacalarda (roman, öykü, oyun, sahne sanatları, sinema) genel öykü, akıp gitmesini alt öykülere borçludur. Alt öyküler olmazsa, kurmacanın katmanları oluşmaz ve şematik olur. Böylece gerçek yaşama benzerliğini kaybederek hakikat duygusu yaratamaz. İşte sinemada da alt öykülerin genel öykü ile ilişkilendirilmesi çok önemlidir. Bir öykü içindeki olaylar zaman süreci içinde ne kadar çok geçmişten şimdiye ve oradan geleceğe, sonra dönüp şimdiye, sonra tekrar geçmişten geleceğe doğru spiral biçimde ilerliyorsa, kurmaca o kadar başarılıdır. Yani olaylar gerçek yaşamdaki gibi birbirlerine neden sonuç ilişkisiyle bağlı gelişmektedir.
Bir kurmacanın hakikat duygusu uyandırması, karakterlerin evrimleşmesine de çok bağlıdır. Bir öyküde, herhangi bir karakter taşıdığı özellikleri ya da bakış açısını filmin sonuna kadar hiç değiştirmiyorsa ve geliştirmiyorsa, şematik, yapay bir karakter olur. Oysa gerçek yaşamda karakterler her an değişim ve gelişim içindedirler.
Ülkemizde yazma etkinliğinin hızla geliştiğini sevinerek belirtmeliyim ama yalnızca şiirin değil, öykünün ve romanın da zaman zaman sözlü kültür etkinliği olarak yaşandığına tanıklık ettiğimi de öne sürebilirim. Şiirin bir nitelik (gerçekliği kavrama, varlığı sorgulama, dünyayı ve hayatı algılama biçimi) olarak değil de, hâlâ nicelik (ölçü, uyak, retorik vb.) olarak algılanması bunun kanıtıdır. Öykünün de hikâye olarak algılanması, bunun kanıtıdır. Hikâye, yaşanmışlığa gönderme yapar. Yaşanmış olayların anlatıldığı oral bir etkinliktir ve “anlattığınız şey” önemlidir. Öykü, bireysel bir yazılı kültür etkinliğidir ve “nasıl anlattığınız” önemlidir. Hikâyede anonim bir dil egemendir ve olaylar mümkün olduğu kadar herkese mal edilerek zihindeki bellek yüküne eklenebilecek biçimde anlatılır; öyküde bireysel bir dilsel estetik, anlatıcının dile müdahalesi önemlidir ve olaylar yalnızca o “yazar”a mal edilmesine karşın, okurun yeniden üretmesine olanak tanınır. Ülkemizde roman yazarları da (öykü yazarlarında da rastlanan bir olgu), hâlâ önemli oranda bir toplumsal ya da bireysel soruna “parmak basma”, bir soruna çözüm üretme kaygılarını ön planda tutuyorlar. Bu duruma, "kendini sosyolog yerine koyma durumu" diyebiliriz. Oysa "kurmaca yazarı" ile "sosyolog yazar" farklıdır ve bir yazılı kültür etkinliği olan roman, iyiden iyiye bir şeyi “yazılı bir dil ile anlatmak”tır. Yani “yazı dili” amaçtır. Bu amaç, kurmaca bir evren bağlamında gerçekleşir. Burada Antonio Gramsci’nin, 1940’lar İtalya’sındaki sol kesimin, “sanatın öncelikle halkı eğitme işlevi olmalıdır” tartışmaları sırasında söylediği sözü aklıma geliyor: “Sanat, sanat olduğu için eğiticidir; eğitici sanat olarak sanat hiçbir şeydir.”
Evet, kurmaca, uydurmaca değildir. Özellikle roman, öykü gibi yazılı edebiyat sanatlarıyla ilgili tartışmalarda kavramların yanlış kullanılması, içinde yaşadığımız toplumun yazılı kültür sürecini gözeneklerine yayarak içselleştirme sürecini tamamlamadan görsel kültüre geçmiş olmasının da bir sonucudur. Üstelik kendi iç dinamikleriyle değil de dış dinamiklerin zorlamasıyla görsel kültürü yaşamaya başlaması (TV, Sinema, İnternet, akıllı telefon vb.), yazılı kültürün de yarım yamalak ve sorunlu yaşanmasına neden olmaktadır. İşte, romanlardan yola çıkarak nesnel bilgiye ulaşma yanılsaması da romanların hayâl ürünü olarak algılanması da biraz bu kültürel paradoksların sonucudur, denebilir. Ne diyordu Walter J. Ong: " …yazılı kültürün bugün hâlâ sözlü geleneğe ne derece bağımlı olduğunu zihindeki bellek yükünden, başka bir deyişle eğitiminin gerektirdiği ezber oranından belirleyebiliriz."