Kürt müziğinde kara veba: Harûn Elkî
Harûn Elkî'nin 'Rev' isimli yeni solo albümünü Red müzik etiketiyle dijital platformlarda yayınladı. Elkî'nin albümdeki şarkıları seslendirirken etnik ve otantik gırtlağı, sesi ve enstrümantalı soyutlaması, Kürt müziğinin geleceği için çok önemli bir çıkış noktasıdır.
Fatih Tan
“Koma Rewşen” grubundan tanıdığımız Harûn Elkî geçtiğimiz haftalarda “Rev” isimli yeni solo albümünü Red müzik etiketiyle dijital platformlarda yayınladı. Albüm biri Türkçe olmak üzere toplamda 10 şarkıdan oluşuyor. Ayrıca Elkî bu albümde herkesin kült olarak kabul ettiği “Koma Wetan”ın “Bayê Payîzê” isimli ikonik şarkısına cover yapmış. Şarkıların çoğunun sözü ve müziği kendisine ait olup, albümün müzikal alt yapısı da ağırlıklı olarak melodika, klavye, bas, elektro ve akustik gitardan oluşuyor. Albümde daha çok soft-rock, folk-rock, Synth-pop müzik türlerinin sakin esintilerinin hâkim olduğunu görüyoruz.
Aslında ilk dinlediğimde Jay-Jay Johanson melodramını hissettiğimi içtenlikle söyleyebilirim. Elkî'nin bu albümdeki alametifarikası bana göre tam da burada yatmaktadır. Özellikle albümdeki şarkıları seslendirirken etnik ve otantik gırtlağı, sesi ve enstrümantalı soyutlaması, Kürt müziğinin geleceği için çok önemli bir çıkış noktasıdır. Koma Wetan 1970’li yıllarda o soyutlamayı yapmayı bir şekilde başarmıştı. Elkî bana göre abartısız dünya standartlarında dinlenebilecek ve kesinlikle teritoryal olarak tanımlanmayacak bir albüme imza atmıştır. Bir kere albümü dinlerken hiçbir aşinalık yaşanılmıyor. 'Ses ve sound’aki bu aşina olmama hali günümüz müziği için çok önemlidir. Çünkü aynı kontekstin ritminden ve söz döngüsünden çıkılması gerekir artık.
Belirli bir toprak parçasını çağrıştıran müziğin çekiciliğini ilk romantik akım fark etti. O da 19.yy da bitti. Çağın duygusal iklimi artık çok değişti. Ancak sanat bağlamında ve genel anlamda kendine acıyan, sonu gelmez aşırı anlatımcılık içinde hala görünüyoruz. Mesela herhangi bir şarkı içinde bin yıldır süregelen kelimeler duyuyoruz. Bu bir açıdan olumlu bir şeydir. Tarihsel açıdan bir milletin dilini ve varlığını belirleyen önemli bir unsurdur. Ama bir açıdan da aynı dilin günümüzde bütün o nitelik ve nicelik zenginliğinin üstünü örten bir durumuna dönüşür. Birçok resmi ve bağımsız kaynaktan Kürtçenin çok zengin bir dil olduğunu –bilmemize rağmen- zaman zaman yine de okuyoruz. Yakın zamanda dünyanın en büyük dijital sözlüklerinden birisi olan Wikipedia'nın verilerine göre Kürtçe 721 bin 599 kelime ile dünyanın en fazla kelimeye sahip 9. dili olmuştur. Keza wîkîferheng editörleri de yakın bir rakam veriyorlar. Ama biz yıllardır yirmi kelimeden oluşan şarkı sözleri dinliyoruz. Söz gelimi “Gulê” sözcüğüne yıllardır birçok şarkının sözleri içinde karşılaşıyoruz. Bu sözcük artık fonetik olarak bir mite, aşkın bir cisme, anonim bir kütleye dönüşmüş halde. Gulê sözcüğü, üretilen sanat bağlamındaki bir şarkıyı ve sesi kaçınılmaz olarak “yerli” bir noktada konumlandırır. Bu noktadaki yerlilik ise sadece kolonyalist argümanlar mübadelesi içinde sınırlı kalır. Bu sınır aynı zamanda sanatçıyı sürekli siyaset sahnesi içinde kriminalize de eder. Dolayısıyla müziği klişelerinden kurtarma adına, ara sıra müzikal malzemeyi -ritim, ezgi ya da armoni-yerel renkleri öne çıkarmak için kullanmanın tek başına yeterli olmadığını artık daha net görebiliyoruz. Bunun nedeni hiçbir dış etkiyi yansıtmamasından ziyade duygusal içeriğin otantikliğidir.
Sanat kuşkusuz günümüzde kendi siyasasını oluşturmak zorundadır. Heidegger’e göre: “sanat özünde, içinde “hakikat”in (aletheia) doğabileceği bir açıklık yaratma biçimidir. “Sanat hakikati işe koymaktır... Sanat hakikate kaynaklık eder.”(1) Bu noktada Heidegger’e ek olarak, kurumsal siyaset değil, ontolojik siyasa da sanata kaynaklık eder. Kurumsal siyaset yapmak ile sanatçının kendi siyasasını oluşturması aynı şey değildir. Siyasa kişiye (sanatçıya) özgü içkin ve içsel bir durumdur. Bu bakımdan sanat siyasi bir iktidarın karşıtı olmak zorunda da değildir. Sürekli bir izah ve müdafaa içinde olması da gerekmez. Aksine siyaset üstü bir söylemin içinde olması gerekir. Ve siyasetin metodolojisinin dışında sürekli bir dil geliştirmesi ve bunun yanında sürekli bir sınır aşma, ihlal etme telaşı içinde olması beklenir. Rancière’in altını çizdiği gibi: “siyaset her koşulda sanatın arkasından gelmek ve onu takip etmek zorundadır.” Peki, bugün için, bunu diyebilir miyiz? Ya da Althusser’in işaret ettiği gibi: “ Sanatsal bir uygulama, kendi ideolojik statüsü hakkında bilgi üretmişse, teorik bir uygulama olabilir.” Althusser’in kastettiği bilgi üretme ya da teori esasında kendi siyasasını oluşturmadır bir anlamda. Bir sanat eseri kendi dönemi içinde evrensel bir bilgi üretebiliyor mu? Yoksa sırtını bin yıllık etnik bir geleneğe mi bağlıyor? İktidar pratikleri karşısında sürekli konumlandırma arayışı içinde olan sanat, kendi paradigmasını ve ütopyasını oluşturabilmesi noktasında şüphesiz aşırı muğlak kalır.
Albümdeki “Reş Weba” (Kara Veba) şarkısında müzisyen müzikal bir siyasayı temellendiriyor. Işid’in Şengal’i barbarca istilası üzerinden bu durumu anlatmaya çalışıyor. Işid’i renk ve form olarak ortaçağdaki kara vebaya metaforik benzetilmesi, Şengal’de yaşanılanlar için çok önemli bir ölçüdür. Bu ölçü, mevcut siyaset pratiklerin dışında bir siyasa oluşturmadır. Bu bağlamda bu ölçüyü bir de Schopenhauer’dan dinleyelim: "Müziğin olaylar dünyasıyla bir ilgisi yoktur"; müzik "iradenin bir kopyasıdır"; müziğin etkisinin öbür sanatların etkisinden daha güçlü ve yoğun olmasının nedeni de budur. Çünkü öbür sanatlar bir şeyin gölgesini dile getirirken müzik özünü dile getirir.”(2) Dolayısıyla Şengal’deki olaylarla ilgilenen siyaset kurumlarıdır. Müzisyenin kendi siyaset üstü ontolojik iradesi ise Şengal’de bir nevi yıkıma uğramış ve yok olmuştur. Müzisyen Şengal’de yıkıma uğrayan özünü “Reş Weba” eserinin siyasası üzerinden bir şekilde dile getirmiştir. Bunu dile getirirken, onu kurumsal siyaset pratiklerinden ayıran da sanatın –müzikal anlamda- evrensel normlarına sarılmasıdır. Aksi takdirde siyasi bir enstrümana dönüşmemesi kaçınılmazdır. Çünkü siyaset temelde oligarşinin ayak oyunları olduğu için, mutlak suretle lokaldir. O yüzden müzik sadece vuku bulan olay yapısının biçimiyle ilgili değildir. Müzik ile belli bir özü içeren ve belli duyguların uyanmasıyla dile gelen iç yaşantı arasında da yalın bir bağ vardır. Öyle ki, müziğin anlatımı özün değişik niceliklerine göre ister istemez de değişir. Dolayısıyla modern zamanların temposuysa daha gerçekçi, daha az ve öz, özellikle kendini daha az dışa vuran duygusal bir müziği gerektirir. Ve biçim kadar, duygunun da deforme olmasını gerektirir. Çünkü iş sadece biçimle bitmiyor.
Harûn’un “Rev” albümü ile ilgili son olarak şunu diyebilirim ki bu albümü dinleyenlerin, daha önce Kürt müziğinde hiç dinlemedim ya da çok nadiren dinledim duygu durumunu müzikal anlamda hissedeceklerini düşünüyorum.
Dipnotlar:
- Yeni Bir Bakışla Heidegger, Barbara Bolt, Çev. Murat Özbank, s.47, Kolektif Yayınları
- Sanatın Gerekliliği, Ernst Fischer, Çev. Cevat Çapan, s.170, V Yayınları