Kürt sorunu nedir, var mıdır, kimle, nasıl çözülür?
“Mış gibi” yapmayalım. Neredeyse yüz yıl geçti. Karnımızdan yahut geviş getirir gibi “gev gev” konuşmayalım. “Muasır medeniyet seviyesine” erişmekle, “cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak” birdir. Demokrasi, laiklik olmadan, “canım laiklik sert yorumlanmasın, azıcık da aşınıversin, ha başı örtülü subay, ha DİB dualı Yargıtay açılışı” demekle olmayacağı gibi, “Kürt sorunu da hemen yarın çözülmeyiversin, onlar da fazla şey etmesin, sıralarını beklesin” demekle de olmaz.
İktidarda tek adam var. Tek adam makul çoğunluğun cisimleşmiş hali değil. Çıkış yolunda uzlaşı belirdi: Yüzüncü yılında cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmak. Demokrasi denilenin doğası gereği mükemmel olamayacağı açık. Sürekli mükemmelleştirilmesi gerekli.
İşte, örnekse, bizde “Ulusa Sesleniş” denilenin ABD’de “Birliğin Durumu” yahut “birliğimizin içinde bulunduğu aşama” diye adlandırılması bundan. Adeta bir check-up raporu gibi. Diyet mi yapacağız, ilaç mı alacağız, vitamin mi kullanacağız, spora mı başlayacağız, ameliyat mı olacağız, uç hallerde yoksa hepsi bir arada mı?
Bu bağlamda demokrasinin laiklik olmadan olamayacağı, yerkürede (yazılı anayasal kural olsun olmasın hatta Britanya, Norveç gibi yazılı kural aksi yönde de olsa görenek başka türlü yerleştiği için) laik olmayan demokrasi yok. Laiklik bir lüks, azgın azınlığın geleneğe, toplumsal gerçeklere, tarihin akışına aykırı bir dayatması, bir şımarıklığı, bir meydan okuması, bir lüks değil. Bu konuları Murat Sevinç defalarca işledi, son olarak yine yazdı.
Aynı yaklaşım “Kürt Sorunu” denilen için de geçerli. Bu ülkede, bizim ülkemizde ve dünyanın her yerinde, tek bir yurttaş “ben mutsuzum, ben ayrımcılığa uğruyorum, kendimi eşit ve güvende hissetmiyorum” demeyinceye dek o sorun, o her neyse sürecektir ve vardır. Toplumun en kırılgan kesimleri bu “birliğin durumuna” tanı koymak için doğru göstergedir. Kürtler, Aleviler, kadınlar, LGBTI-Q bireyler vb. bu bağlamda akla ilk gelecek örneklerdir.
Bunun için özetle, aciz bendeniz her yıl zaten ancak Tünel’den Galatasaray’a yapılabilen ve ona da artık izin verilmeyen LGBTI-Q yürüyüşüne her destek açıklamamda, ilk gelen tepki hep “ibne misin?” olur. Yanıtım da o denli basit ve basmakalıptır: “Velev ki ibneyim”. Yüreğim olsa daha çarpıcı yanıt “evet, hem de sancak tutanıyım” demek olurdu ama yerimiz dar, üçüncü dünyanın kavruk aydınımsısıyız, bu kadar oynayabiliyoruz.
Çünkü LGBTI-Q bireyler kendilerini rahat hissettiklerinde, eşit anayasal yurttaş muamelesi gördüklerinde, hepimizin mutlu olabilme olanağı kendiliğinden hatta katlanarak artar. Üstelik LGBTI-Q yurttaşlar demokratik laik cumhuriyet idealine bir tehdit de oluşturmazlar. Oysa “makul çoğunluk” kısvesi altına bürünmüş islâmcılar oluştururlar. LGBTI-Q yurttaşların bir “ibneler cumhuriyeti” kurmak ideali yoktur. İslâmcılarınsa, “islâm devleti” kurmak ülküsü hep oradadır.
İslâmcıların, dünyevi yasayla uhrevi kitap çeliştiğinde ikincisini uygulama eğilimi hatta inançları gereği zorunluluğu vardır. Dolayısıyla, eğer en hunharı IŞİD veya Taliban, en şirini Müslüman Kardeşler veya Ennahda ise, varılacak yer bakımından aralarında bir fark yoktur. Cilt kanseriyle, beyin kanseri farklı olabilir ama kanser kanserdir. Örnekse, devlette yozlaşma, kleptokrasi ve nepotizm de böyledir. Bir başka deyişle, islâmcılık bizatihi demokrasinin kendi içinden yozlaştırılması projesidir.
Gelelim Kürt meselesine. Kürt Sorunu, cumhuriyet tarihindeki Kürt ayaklanmalarının bastırılması ve günümüzde PKK’nin yok edilmesi değildir. Bunlar sorunun ancak dışavurumları, semptomlarıdır. PKK’nin veya benzeri herhangi bir silâhlı örgütün var olamayacağı da açıktır. Kaldı ki terörle mücadele, terörizmle mücadele ve isyan bastırma teknik açıdan birbirlerinden çok farklı etkinliklerdir. PKK’nin üzerinden silindir gibi geçilse dahi, dökeceğiniz asfaltı çatlatacak ayrıkotları mutlaka belirecektir. Devlet asfalt dökme şirketi konumunda değildir. Devlet çevreyi, ortamı, düzlemi yurttaşı için en yaşanılır kılmakla yükümlüdür.
Anadilde eğitim, yerinden yönetim gibi taleplerin dile getirilmesi teröre destek değildir. Bu ve benzeri talepler kabul edilir, edilmez ayrı konu. Ancak bunların toplumda tartışılması, TBMM’de görüşülmesi “önce PKK silâh bıraksın” yahut “önce terör bitsin” gibi ön koşullara bağlanamaz. Bana göre uygundur ve yararlıdır, size göre değildir. Olabilir. Cumhuriyet, yönetim dönüşecekse, böyle dönüşür.
Muhatap kim? HDP, İmralı, Kandil? Şöyle soralım: Nüfusun kabaca yarısını oluşturan kadınların bu ülkede sorunları ve talepleri var mı? Var. Öyleyse “Kadın Sorunu’nda” muhatap kim? Muhatap biziz, hepimiziz. İşe de herhalde kadınlar ne diyor, ne istiyor, onu sormakla başlanır. Kürtler de Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları. Hatta küresel Kürt nüfusunun yarısı cumhuriyetimizin yurttaşı. HDP, Halkların Demokratik Partisi; Kürtlerin demokratik partisi değil. HDP, PKK’nin Sinn Fein’i hiç değil.
“İmralı” diye imlenen olası “muhatap”, Abdullah Öcalan. Hukuksal anlamda, İmralı Türkiye’nin Guantanamo’su mu? Yani o adada kurallar yok mu, ya da farklı mı? Demek ki tüm mahkûmlar için geçerli kurallar neyse Öcalan için de geçerli. “Bebek katili” de deseniz, yine geçerli. Eğer Öcalan’ın siyasal kişiliğinden yararlanmak isteniyorsa, buyurun Öcalan ile de bir görüşme kanalı açın. Bu bir siyasal karar.
Pekiyi ya “Kandil”? Orası da yasadışı terör örgütü PKK’nin Irak sınırları içinde, o komşu ülkenin federe Kürdistan Bölgesi içinde bulunan merkezi. Kandil’le konuşacaksa, MİT kurar bağlantıyı, tek telefona bakar. Bu da bir başka siyasal karar. MİT yaptığı görüşmelerden silsile içinde seçilmiş yöneticileri bilgilendirir. Öyle uzlaşılırsa TBMM de bilgilendirilir. Güncel yapıda “başkan”, o “süreci” tek başına yürütecekse, öyle de yürütebilir. Bunun bedeli siyasal olur, hukuksal değil. O da kendi takdiridir.
Buna karşılık, (burası kişisel değerlendirmemdir) HDP’ye yine arabuluculuk, (küçümseyerek, dalga geçerek söylemiyorum) “posta güvercinliği” işi verilirse, önceki “süreç” deneyimlerinden yola çıkarak bunu bu defa kesinlikle reddetmelidir. Elini taşın altına koymak, sorumluluktan kaçmamaksa önceliği HDP’nin, toplumu bilgilendirmeli, TBMM’nin tamamını işin içine çekmeli, devlet aygıtını kendi işini layıkıyla yapmaya yönlendirmeli, davet etmelidir.
Bence HDP’nin siyaseti, tek boyutlu, tek hatlı biçimde, Kürt Sorunu’nun çözümüne odaklı değil, gelecek seçimin başat gündem maddesi olan cumhuriyetin dönüşümü hedefli olmalıdır. “Kürt Sorunu çözülürse mi cumhuriyet demokratikleşir”, yoksa “cumhuriyet dönüşecekse zaten Kürt Sorunu kendiliğinden çözülmez mi” soruları, tavuk-yumurta, yumurta-tavuk meselesidir. Tıpkı laiklik gibi, Kürt bireylerin mutlu yurttaşlar olması, olmazsa olmazdır.
Bugüne dek bize “çözüm süreci” diye anlatılansa, (yine küçümsemeden, dalga geçmeden söylüyorum) kendi kuyruğunu ısıran kedinin olduğu yerde dönenmesini andırmaktadır. Ne PKK, ne HDP, ne Öcalan Kürtlerin ve ama bizim için özellikle Türkiye’nin Kürt yurttaşlarının tamamının sözcüsü olduğunu iddia edemez. Millet iradesinin yegâne tecelligâhı TBMM’dir. Medya, sivil toplum, akademi, TBMM oturup her Allah’ın günü “Kürt Sorunu” konuşsak yine az gelir. Oturup insan gibi, karşılıklı konuşamayacaksak, biri daha ağzını açtığında diğeri gözlerini belertip onu boğacak kadar kendinden geçecekse, dükkânı kapatıp gidelim.
Terörizmle TSK, EGM, MİT mücadele eder, etmelidir. O bürokratların yasal görevleri budur. Verilen görevi yeri geldiğinde canlarını pahasına cumhuriyeti korumak için yerine getirirler. Mücadele ederken yasalara uyacaklardır, yakınsalar da uymak zorundadırlar. Burada da bir siyasal hedef olmalı, terörizmle mücadele, devlete değil, siyasete hizmet etmelidir. Örnekse, “ne olursa, hangi ortam, koşullar oluştuğunda, sınırötesi askeri harekâtlar sona erecektir” diye kendimi yırtmam ve muhalefeti bu konuda kıpırdanmaya, düşünmeye davet etmem de bundandır.
Öyleyse, istirham ederim birbirimizi artık kandırmayalım. “Mış gibi” yapmayalım. Neredeyse yüz yıl geçti. Karnımızdan yahut geviş getirir gibi “gev gev” konuşmayalım. “Muasır medeniyet seviyesine” erişmekle, “cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak” birdir. Demokrasi, laiklik olmadan, “canım laiklik sert yorumlanmasın, azıcık da aşınıversin, ha başı örtülü subay, ha DİB dualı Yargıtay açılışı” demekle olmayacağı gibi, “Kürt sorunu da hemen yarın çözülmeyiversin, onlar da fazla şey etmesin, sıralarını beklesin” demekle de olmaz.
Kimse kimsenin kardeşi değil. Hiç birimiz yekdiğerinin hoşgörüsüne de muhtaç değiliz. Birbirimizi sevmek zorunda hiç değiliz. Birlik denilince onun yorumu en tepedeki BİR’de (o bir kere seçilince) hepimizin iradesinin cisimleşmesi değil. Ben her gün, her an o BİR’den hakaret, aşağılama işitiyorsam, dışlanıyorsam, o BİR de biraz eleştiriye, biraz değil en sertinden hatta hakarete varan eleştiriye de tahammül edecek. Kurallar, ayağımızı bastığımız zemin O’nun ve benim için aynı olacak.
Senin inancın, geleneğin, göreneğin beni ilgilendirmez. Benim etnik kimliğim, kendimi tanımlama biçimim, cinsel yönelimim, yaşama tarzım da seni. Ben sana tepeden bakamam, sen de bana tepeden bakmayacaksın. Bu ülke benim babamın malı değil, senin de çiftliğin değil. Benim senden alacak yurtseverlik dersim yok, senin de benden. Ayrıca yurdunu sevmek diye bir zorunluluk da yok, ama anayasa ve yasalara uymak zorunlu.
Havanda su dövmekle, akarsu kenarına kurulu değirmenin dönmesi aynı edim değildir. Birincisinde boşvermişlik ve adamsendecilik, ikincisinde tasarım ve uygulama vardır. Cumhuriyetimizi yüzüncü yılında demokrasiyle taçlandırmak demek, kökten dönüşüm, katılım, eşit anayasal yurttaşlık, laiklik, yerinden yönetim, hukuk devleti, çoğulculuk demektir. Bir başka deyişle, yurttaş ile devlet ilişkisinin yeniden tanımlanmasıdır. Nasıldı o özlü söz: “Politikacılar gelecek seçimi, devlet adamları/kadınları gelecek nesli düşünür”.
Pakistan orada, Fransa bu yanda. Ha, seyrin sonunda varılacak liman Fransa değil Britanya, ABD, Hollanda vs. ise o da ayrı tartışma. Daha palamar çözmedik. Yürümeden koşamayız. “Haydi koşalım” derken yüzükoyun kapaklanabiliriz de. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Buna karşılık atalet önermiyorum tabiatıyla. Aksine akılcı, ılımlı ve uzlaşmacı siyaset, korkarım çehremize daimi bir tebessüm kondurup, her soru soranı “bütün bunlar hep olur, biz burdayızzz” diyerek yatıştırmakla olmuyor.
Biraz Aziz Yıldırım’ın şu ünlü “her gecenin bir sabahı olmaz bunu böyle bilin, beni daha fazla kızdırmayın” çıkışlarını andıran bir yazı oldu galiba, kusuruma bakmayınız. Biraz gına gelmiş olabilir. Madem öyle, ölümsüz Müzeyyen’e bağlanalım da, konu da öylece tatlıya bağlanmış olsun: “Gezdiğim dikenli aşk yollarında / Elimden bir kırık saz geldi geçti / Kara talihimden yine bu yıl da / Baharı görmeden yaz geldi geçti”. Bilmem zikredebildim mi, yoksa oyuna mı geldim?
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI