'Kürt sorunu' yoktur
Ülkeye barış, adalet ve refah gelmesi isteniyorsa tek çare, ülkenin kurulmasında Kürtlerin ve diğer tüm halkların ödedikleri bedel ve fedakarlıklar kabul edilerek, haklarının teslim edilmesidir.
İçerde ve dışarıda iyice sıkışan iktidar “İsrail bize saldıracak” iddiasının yeterince ilgi görmediğini fark edince, yine “Kürt kozuna” başvurdu. Bilindiği üzere yüz yıldır ülkede ince ince yaratılan Kürt düşmanlığı nedeniyle Kürtlerle ilgili her söz, gündemlerin alt üst olmasını garantiler.
Erdoğan ve AKP, bir tamam olarak bu konuda inandırıcılığını yitirdiğinden emin olmalılar ki, gündemi değiştirecek açıklama hiç olmayacak birinden geldi.
Devlet Bahçeli, PKK lideri Abdullah Öcalan’ı kastederek “Örgüte silah bırakma talimatı verip, terörün bittiğini ilan etsin.” diyerek çağrıda bulunarak adeta şok etkisi yarattı. Memleket olarak kimse bu sözlerin etkisini üzerinden atamamışken bu sefer el yükseltip "Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM'de DEM Grup Toplantısı'nda konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın" dedi.
Gündem anında, tamamen değişti.
Artık ne ülkede yaşanan açlık, ne “asgari ücretin” kaç lira olacağı, ne de dış politikada yaşanan tecrit konuşulmaz oldu.
Hatta, Devlet Bahçeli'nin ilk sözlerinin üzerinden kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen, 28 Ekim 2024 günü eski ayarlarına dönerek “Kürt sorunu yoktur” demesi bile, ne aynı gün Erdoğan ve AKP yetkililerinin konuyu gündemde tutmaya çalışan açıklamalarına, ne de konunun gündemdeki yerini korumasına engel olamadı.
SORUN, SORUNU YARATANIN ADI İLE ANILMALIDIR
Aslında Devlet Bahçeli doğru söylüyor. Bence de “Kürt Sorunu” diye bir şey yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğundan bu yana ilk bir yılı saymazsanız, Kürtlerin sorun yaşadığı, işkencelere, soykırımlara varan katliamlara maruz kaldığı; dili kültürü ile yok sayıldığı bir gerçek. Bu yaşananlara karşı bir karşı duruş ve isyanın varlığı da inkar edilemez. Ancak tamamen Kürtlerden bağımsız ve mağduru oldukları bu sorunları, “Kürt Sorunu" olarak tanımlamak ne kadar doğrudur?
Her iş, yaratıcısı ile anılmalıdır.
Evet bir sorun var. İşkenceler, yerinden etmeler, zorunlu göçler, yıkılan köyler, el konulan araziler, el değiştiren zenginlikler, topluca katledilen, işkence gören insanlar var. Ancak bu anılanların hiçbirinin faili, yaratıcısı, Kürtler değil. Tam tersine hepsinde mağdur, onlar.
Kürtlerin yaşadıkları bu katliam ve imha politikalarının temeli ülkenin kuruluş aşamasında yaşananlarda saklıdır.
Bu gerçekler yeniden gün yüzüne çıkarılmadan; milyonlarca Kürt, Ermeni, Çerkes, Arap'ın yaşadıkları anlaşılıp hakları teslim edilmeden, ülkede bir barışın gerçekleşmesi, insanların kucaklaşması, hukukun üstün kılınması mümkün değildir.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ NASIL KURULDU?
Hamaset sahiplerinin sıkça söyledikleri üzere bu ülke kuponla alınmadı. Doğrudur.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti'nin yıkılış süreci, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile başlamıştır. Bu antlaşmanın 7. maddesi Osmanlı Devleti’ne bağlı birçok toprak parçasına en konulmasının önünü açmıştır.
Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra Osmanlı topraklarının paylaşılması süreci Birinci Dünya Savaşı'nı kazanan ülkeler arasında çekişmelere neden olmuş ve 10 Ağustos 1920 tarihindeki Sevr Antlaşması ile bu çekişmeler sonlandırılmıştır. Böylece Osmanlı Devleti resmi olarak neredeyse sona ermiştir. Bu iki antlaşma ile Osmanlı Devleti, bugünkü İç Anadolu bölgesi dışındaki tüm topraklarını kaybetmiştir.
1919 yılı ile birlikte ise bugünkü Cumhuriyetin kuruluş hikayesi başlamıştır.
Uzun bir süredir okullarda öğretilen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş hikayesinin ise o günün gerçekleriyle ilgisi yoktur.
Bugün ülkede yaşanan on binlerce insanın canına; trilyonlarca dolarlık servetine mal olan çatışmalar ve bu çatışmalar gerekçe gösterilerek hukukun yok edilmesine sebep olan şey, hikâyenin gerçeklerden koparılmasıdır.
Tarihin gerçeklerinden kopuk ve tamamen hamaset ile örülmüş bu yeni hikâye, Türkiye Cumhuriyeti’nin harcında kanı olan Kürtler dahil, Çerkesler, Lazlar, Ermeniler, Araplar gibi birçok halkın yok sayılmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu halklar üzerinde baskı ve inkâr politikalarının uygulanmasına ve asimile edilmesine imkan tanımıştır.
Kurtuluş Savaşı ile anlatılan hikâyenin başlangıcı olarak Mustafa Kemal'in 19 Mayıs 1919 tarihinde eski adıyla Lazistan olan Karadeniz bölgesine geçişi veya 15 Mayıs 1919 tarihinde gazeteci Hasan Tahsin'in Yunan askerleri tarafından katledilmesi gösterilmektedir. Ancak, Mondros ve Sevr Anlaşmalarına rağmen işgal kuvvetlerinin giremediği ve çatışmaların devam ettiği tek toprak parçası Osmanlı Devleti sınırları içindeki Kürdistan Eyaletidir.
Özellikle Sevr Antlaşmasından sonra, Osmanlı Devleti Afrika, Arap Yarımadası ve bugünkü Yemen, Suriye ile Irak toprakları içinde kalan ve çoğunluğu Araplara ait toprakların tamamını kaybetmiş, buralar Birinci Dünya Savaşı'nı kazanan ülkelerin hakimiyetine girmiştir.
Keza İzmir ve Ege Bölgesinin büyük bölümü Yunanlıların, İstanbul ve Trakya bölgesi genel olarak İngilizlerin, Antalya ve Akdeniz bölgesi İtalyanların, Lazistan Eyaleti olarak bilinen Karadeniz bölgesi ise Rusların hâkimiyetine girmiştir.
Hatta Ruslar Dersim'e kadar gelmiş, ancak 1938 yılında asılan Seyid Rıza komutasındaki Kürtler tarafından Kars'a kadar çekilmeye zorlanmıştır. Seyid Rıza, bu başarısı nedeniyle Osmanlı tarafından Erzincan valisi olarak atanmıştır.
Seyid Rıza, 1917 yılında Lenin önderliğinde kurulan Sovyetler Birliği'nin gönüllü olarak işgal ettiği topraklardan çekilmesine kadar iki yıl, Erzincan valiliğini sürdürmüştür. Rusların çekilmesinden sonra ise Seyid Rıza kendi rızası ile valilikten çekilmiştir.
Hasan Tahsin'in direnişi dışında işgal edilen Antalya, İzmir ve İstanbul bölgesinde sadece küçük çeteler tarafından bazı direnişler örgütlenebilmiştir.
KURTULUŞ SAVAŞINDA KÜRDİSTAN CEPHE GERİSİ GÖREVİ GÖRMÜŞTÜR
Osmanlı'nın tüm orduları terhis edilmiş, dağıtılmıştır.
Lağvedilmeyen tek ordu, Kürdistan Eyaleti içindeki Doğu Ordularıdır. Bu ordu Sevr antlaşmasından sonra hareketsiz kalmış, ancak dağıtılmamasının tek nedeni bölgenin bırakıldığı İngilizlerin buraya ulaşamamalarıdır. Çünkü Kürdistan Bölgesindeki Kürtler, çatışmalara devam etmiş ve İngilizlerin Erbil'i geçerek kendilerine bırakılan bölgeleri işgal etmelerine izin vermemişlerdir.
Bugün Suriye sınırları içinde kalan, Halep'e kadar olan Kürt bölgesi ise Fransızlar tarafından çok kanlı çatışmalar sonrasında işgal edilebilmiştir. Bu bölgede birlikte yaşayan Kürt, Arap ve Ermenilerden oluşan halklar çatışmalarda on binlerce insanını kaybetmiştir.
Kürdistan Eyaletindeki çatışmalar olmasa belki de bir kurtuluş savaşından söz etmek mümkün olmayacaktı. Çünkü bu bölge Anadolu dışında, Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı boyunca cephe gerisi olarak kullanılmıştır. Asker ve cephane için para toplanmıştır. En önemlisi ise Kazım Karabekir komutasındaki Doğu Ordularının ayakta kalmasına olanak sunmuştur.
Nihayetinde Doğu Orduları, Kurtuluş Savaşında yer alan insanların eğitilmesi ve savaşı yürütecek düzenli orduların kurulmasında büyük rol oynamıştır.
Kürdistan Eyaletinde kalan ve bugün Doğu ve Güneydoğu bölgesi olarak geçen Kürt illerinin çoğunun kurtuluş günü olmamasının nedeni de işgal edilememiş olmalarıdır.
Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine Erzurum, Sivas Kongrelerine Kürt, Ermeni ve Çerkeslerden temsilciler katılmışlar, Misak-ı Milli sınırlarının korunması ve bütün halkların ortak bir devletin çatışı altında birleşmesi konusunda anlaşmışlardır.
Misak-ı Milli sınırları incelenirse Trakya Bölgesinin bir bölümü ve Anadolu dışında, bugün dört ülke arasında paylaşılmış olan Kürdistan'ın dört parçasının tamamının yer aldığı görülecektir.
KÜRT MİLLETVEKİLLERİ CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA YER ALMIŞTIR
23 Nisan 1920'de toplanan Birinci Meclisin açılış konuşmasında Mustafa Kemal bu nedenle, “Türk ve Kürtlerin Meclisini selamlarım” diye söze başlamıştır.
Birinci Mecliste bu nedenle, Erbil'den Halep'e kadar bütün Kürt illerinden milletvekilleri mecliste yer almıştır.
Mecliste kabul edilen ilk Anayasa, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kabul edilen anlaşmalara uygun olarak bu nedenle yerel yönetimlere ağırlık verir şekilde düzenlenmiştir.
Çanakkale dahil bütün cephelerde yapılan şehitliklerde bu nedenle diğer tüm halklardan insanlar gibi, çokça Kürt askerin isimlerini görmek mümkündür.
Yine bugünlerde hiç söz edilmese bile, Kurtuluş Savaşı boyunca Lenin önderliğindeki Sovyetler Birliği, başta silah ve altın olmak üzere her türlü desteği sunmuştur. Uçak Fabrikası dahil, 1938 yılına kadar kurulan 38 büyük fabrikanın tümünde başta mühendislik bilgisi ve ekonomik destek olmak üzere her türlü imkanı sağlamıştır.
Lozan Antlaşmasından sonra ise paradigma tamamen değiştirilmeye başlanmıştır. Oysa İngilizler, Kürt temsilcinin bulunmaması nedeniyle üç hafta boyunca sözleşmeyi imzalamayı reddetmişlerdir. Ankara'daki kaynaklarından İsmet İnönü'nün, Kürtler tarafından temsilci olarak kabul edildiğini teyit ettikten sonra imzalamışlardır.
Paradigmanın değiştirilmesine karar verildikten sonra, 1924 yılında 7 kişilik heyet Faşist Mussolini liderliğindeki İtalya'ya gönderilerek hukuk ve idari yapılanma için eğitim aldırılmıştır. Heyet bizzat Mussolini tarafından hazırlanan Ceza Kanununu birebir tercüme etmiş; kanun 1926 yılında meclisten geçerek 2005 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
Tüm yardımlarına ve desteklerine rağmen, devlet şekli ile idari yapılanma Sovyetler Birliğinden değil, Kurtuluş mücadelesi için savaşılan ülkelerden kopyalanmıştır.
KÜRTLERİN İNKARI İLE KAPİTALİST TALAN BAŞLAMIŞTIR
Bilindiği üzere İtalya'da birden fazla millet bulunması nedeniyle Mussolini Faşizmini ırk temelinde değil, ilericilik/gericilik ve vatan hainliği söylemi üzerine kurmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti'nde de 1925 yılından sonra İstiklal Mahkemeleri kurularak, başta Kürtler olmak üzere haklı haksız tüm muhalifler, gericilik ve vatan hainliği suçlaması ile idam cezalarına çarptırılmıştır.
Kürtlerin hakları inkar edilmeye ve Kürt İsyanlarının bastırılmasından sonra, İngilizlerle yapılan “1925 Ankara Antlaşması” ile başta Kerkük ve Musul olmak üzere, Kürt bölgesindeki petrolden 15 yıllığına pay alınması karşılığında, Misak-ı Milli içindeki Kürt topraklarının bir kısmı Irak'a bırakılmış, ancak sonradan 500 İngiliz Sterlini peşin alınarak petrol üzerindeki haktan da vazgeçilmiştir.
29 Ocak 1932 tarihinde İran Şahı ile antlaşma yapılarak, Misak-ı Milli sınırları içindeki Kürdistan topraklarının bir kısmı İran'a bırakılmıştır.
20 Ekim 1921 yılındaki Ankara Antlaşmasıyla Fransızlarla sulh yapılmış olmasına ve Fransızların geri çekilmesine rağmen, 1932 yılındaki anlaşma ile Hatay karşılığında Suriye ile bugünkü sınırlar çizilmiştir. Bu anlaşmayla, aynı aileden Kürt evlerinin bir kısmı Suriye, bir kısmı Türkiye sınırları içinde kalmış, böylece Misak-ı Milli sınırları içindeki Kürt topraklarının bir kısmı da Suriye'ye bırakılmıştır.
Latin alfabesine geçilmesi her ne kadar doğru bir karar olsa da, Arap alfabesi yeni nesillere öğretilmediği için eski kayıtlara ulaşmak ve ulaşılsa bile anlaşılamamasından yararlanılarak Erzurum, Sivas Kongreleri kararları, kongreye katılanların isimleri hafızalardan silinmeye başlanmıştır.
NUTUK'A SANSÜR
1958 yılından sonra sadeleştirme adı altında Mustafa Kemal'in yazdığı “Nutuk” dahi sansürlenerek, yeni baskılardan Kürt ismi çıkarılmıştır.
Birinci Mecliste, Misak-ı Milli sınırları içindeki tüm bölgelerden milletvekilleri olmasına rağmen, bugün birkaçı dışında Kürt Milletvekillerinin isimlerini bulmak mümkün değildir.
Yine 1925 yılından bu yana, vatanın kurulmasındaki fedakarlıkları ve Sakarya Savaşında verdikleri canlara rağmen Çerkeslerin, Ermenilerin, Kürtlerin tüm hak talepleri ve devletin Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararlara uygun olarak yapılandırılma talepleri, “Vatan, Millet, Sakarya” nakaratları ile örtülmeye başlanmıştır.
Türkiye halkları, vatan hainliği suçlamalarıyla birbirine kırdırılarak; büyük bedeller ve fedakarlıkla yürüttükleri Kurtuluş Savaşıyla ulaşmak istedikleri eşit, özgür bir ülke özlemleri, devlet eliyle palazlandırılan kapitalist bir azınlığın çıkarına kurban edilmiştir. Aynı politikalarla, hedefe konulan azınlıkların tüm zenginlikleri, malları mülkleri kurulan idam sehpalarının ardından bu kapitalist azınlık tarafından talan edilmiş, bölüşülmüştür.
Yüz yıldır süren bu talan ve yağma düzeninin devamı için bugün de devletin tüm imkanları bu azınlığın hizmetine sunulmaya devam edilmektedir.
Bugünkü açlığın, yoksulluğun, hukuksuzluğun, ülkenin tüm kaynaklarının yağma ve talan edilerek küçük bir azınlığın arasında paylaşılabilmesine imkan veren, ülkenin kuruluşundaki fedakarlıkların unutulması, birlik ruhunun yitirilmiş olmasıdır.
Ülkeye barış, adalet ve refah gelmesi isteniyorsa tek çare, Kurtuluş Savaşının gerçek hikayesinin ortaya çıkarılması ve ülkenin kurulmasında Kürtlerle birlikte diğer tüm halkların ödedikleri bedel ve fedakarlıklarının kabul edilerek, haklarının onlara teslim edilmesidir.