Kürtler ne yapmalı?
Gazeteci arkadaşlarımız mahpushane çıkışında meslekleri olan gazeteciliğe kaldıkları yerden devam edeceklerini deklare ettiler. Geçmiş olsun ve hoş geldiniz arkadaşlar.
Geçen hafta Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi'nin (DİTAM) düzenlediği güzel bir etkinlik vardı Diyarbakır'da. Tigris Diyalogları üst başlığıyla düzenlenen etkinlik "Kürtler Ne Yapmalı?" diye soruyordu.
Soru yeni değil, dediğinizi duyar gibiyim. Ama toplantıda sahiden iyi konuşmacılar vardı ve konuyla ilgili fikirlerini, bilgilerini, izlenimlerini oldukça samimi, sarih bir şekilde dile getirdiler. Bu konuşmalar haber formatında Duvar'da yayımlandı.
Ancak daha toplantı devam ederken şöyle bir düşünce aldı beni: Bu toplantının devasa diye tabir edebileceğimiz Kürt meselesine katkısı ne olacak?
Otelin salonunda toplanan bizler, davetli konuşmacıları dinledik ve kadim "Kürtler ne yapmalı?" sorusuyla bir kez daha muhatap olduk. Konu Kürtler olunca Türkiye, Irak, İran ve Suriye devletleri üzerine de düşündük. Elbette Ortadoğu coğrafyasına yön veren emperyalist ülkeler de gündeme geldi. Günün sonunda yeni ya da tazelenmiş bilgilerle dağıldık. Burada konuşulanlar, öneriler ve eleştirilerden dar bir grup entelektüel bir doyum sağlamıştı. Hepsi bu.
Ama hepsi bu olmamalıydı yönünde bir hissiyatım var. Burada konuşulanları, Kürt meselesinin çözümü hakkında sözü olan herkes dinlemeli ve tartışmayı yeni sorularla, fikirlerle daha verimli bir yere taşımalıydı. Sonra inanıyorum ki Diyarbakır'da konuyla ilgilenen başka akademisyenler ve öğrenciler de vardı ve bu nedenle daha geniş bir katılım olmalıydı.
Şunu demeye çalışıyorum: DİTAM'dan bir siyasi hareket gibi bir davranış sergilemesini beklemek abesle iştigal olur. Ama DİTAM, sözünü ve söz verdiği akademisyenlerin seslerini kamuya ulaştırmanın bir yolunu bulmalı. Bunu, toplantının videosunu yayınlayarak ya da toplantıyı ayrıntılı bir rapor halinde ilgilisine ulaştırarak sağlayabilir. Bu şekilde bu kıymetli toplantılar amacına yaklaşmış olur.
Biz bize konuşup dağılmış olmayız.
*
Bu haftanın Diyarbakır'daki en önemli olayı, hiç kuşku yok ki, 13 aydır tutuklu bulunan gazetecilerin ilk duruşmada serbest bırakılması oldu. Hem kendileri hem de avukatları yargılamanın gazeteciliğe yönelik olduğunu 13 ay boyunca dile getirdiler. İki gün süren duruşmada da haklarındaki suçlamaları reddederek gazetecilik faaliyetlerinden dolayı yargılandıklarını söylediler ve iki günün sonunda tahliye edildiler.
Gazetecilerin tahliye edileceği mahpushanenin önünde hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Ancak bu kalabalık yetersiz geldi bana. Gazetecilerin tahliye edileceği saatte kahvede zaman geçirenlerin, evinde televizyon dizisi izleyenlerin, iktidar ve bütün muhalefet partileri temsilcilerinin mahpushanenin önünde olması gerekiyordu. Çünkü gazetecilerin sudan bahanelerle tutuklanması, 13 ay hapis yatması ve "pardon" denilerek serbest bırakılması demokrasinin yerle yeksan edilmesi anlamına geliyor.
Gazetecilerin serbest bırakıldığı saatlerde demokrasiye sahip çıktığını iddia eden iktidar partisinin milletvekilleri kim bilir neredeydi. Oysa gazetecilerin tamamı Diyarbakır'daki evlerinden alınmış ve tutuklanmışlardı. İşlerinden, çocuklarından, özgürlüklerinden uzak tutulmuşlardı. "Efendiler, siz bu şehrin, bu şehirde yaşayan herkesin vekillerisiniz. Muhalifiniz olsalar dahi haksızlığa uğramış herkesin haklarını savunmakla mükellefsiniz" demek geçiyor insanın aklından. Ancak, heyhat, iktidar ve temsilcilerinden böyle cesur, hakkaniyetli ve demokratik tutum beklemek sükutu hayale uğratır insanı. Bunu geçen yıllar içinde öğrendik, değil mi?
Gazeteci arkadaşlarımız mahpushane çıkışında meslekleri olan gazeteciliğe kaldıkları yerden devam edeceklerini deklare ettiler. Geçmiş olsun ve hoş geldiniz arkadaşlar.
*
Geçen hafta acayip bir sıcak vardı Diyarbakır'da ve öğle sıcağında sokakta olmak mecburiyetinde kaldım. O kadar yorgun, o kadar sinirlerim harap olmuştu ki sıcaktan, ancak ertesi gün şunu diyebildim: Nasıl oldu da kalp krizi ya da beyin kanaması geçirmedim?
O sıcak günlerde, daha konforlu olur düşüncesiyle gideceğim yerlere taksiyle gittim. Taksi tercihim, emin olun konfora düşkünlüğümden ya da çok param olduğundan değildi. Sıcağa tahammülsüz oluşum taksiye mecbur bırakmıştı beni.
Neyse, diyeceğim şu: Bindiğim taksiler tam bir hayal kırıklığıydı. Çünkü hiçbirinin kliması çalışmıyordu, hepsinin kliması bozuktu ve şoförlerin hiçbiri klimayı tamir ettirmek gibi bir niyete sahip değildi.
Takside terlerken, şoförle de paylaştığım bir karar aldım: Nasılsa takside terliyorum, bari dolmuşla seyahat edeyim, daha ucuza terlemiş olurum. Taksici o kadar çok terlemiş ki iki kilo vermiş o gün. Tartışma uzamasın diye "Külahıma anlat hemşerim" diyemedim tabi.
Esas meselenin klimaları bozuk dolmuş ve taksiler olmadığının farkındayım elbette. Şoförler ne yapsın, yakıta neredeyse her gün zam geliyor. Sanayiye gitmek büyük külfet. Gerçi dolmuş ve taksilere yeni zam yapıldı ancak şoförler de iğneden ipliğe her şeye zam yapıldığı memlekette, bütün çalışanlar gibi geçinemiyorlar.
Balık istifi dolmuşta sapır sapır terlerken, kim bilir belki sadece sıcaktandır, insan, "Acaba kayyım makam aracında seyahat ederken hiç terliyor mu?" diye düşünüyor. Şu sıcak günlerde, "Tok açın halinden anlamaz"ı, "Terlemeyen terleyenin halinden anlamaz" şeklinde kullanmak mümkün gibi geliyor bana. Kayyımın sıcaktan haberi bile yoktur.
Diyarbakır'da sıcak insan haklarına aykırı seyrediyor. Taksi ve dolmuş şoförleri ile onları denetlemekten aciz muktedirler insan haklarını ihlal ediyor. Tıpkı Mardin ve Urfa'da, kaçak elektrik kullanan çiftçileri cezalandırayım derken meskenlerin elektriklerini de saatlerce kesmek terbiyesizliğini gösteren elektrik kurumu gibi.
Bir kitap: Ali Karataş ile Yusuf Karataş'ın derleyip yayına hazırladığı "Bitmeyen Savaş, Paylaşılmayan Ortadoğu- Sykes-Picot'nun 100. Yılı" 2016'da yayımlandı. Kürt halkı Lozan'ın 100'üncü yılını tartışırken bu kitapta yer alan yazılara yeniden göz atmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Kıymetli yazarların makaleleri ile destek verdiği kitap, Evrensel Basım Yayın'dan çıkmıştı.