YAZARLAR

Kurumlar hakkındaki kanaatim

Keyfilik, şahsilik bir kuruma kurum niteliğini sağlayan öngörülebilirlik ilkesini askıya alsa da bununla sınırlı değil. Şahsileşme ve keyfileşme, aynı zamanda kurumsal şahsiyetlerin de yitimine neden oldu. Bu yargı genel olarak her kurum bakımından geçerli olmakla birlikte, kurumsal şahsiyetleri ile var olan üniversite, televizyon, kamuya ait haber ajansı gibi kurumlar bakımından çok daha görünür.

Biliyorsunuz, OHAL kanun hükmünde kararnamelerine ekli listelerle yüz binin üzerinde kamu görevlisi, herhangi bir adli yargılama ya da idari soruşturmaya tabi tutulmadan bir daha kamu görevine sonsuza kadar alınmamak üzere mesleklerinden ihraç edildi. 2017 yılında Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu da bir OHAL KHK’si marifetiyle kurulmuştu. İki yıl süresi olan komisyonun süresi 1’er yıl aralarla uzatıldı, hâlâ incelemelerine ve kararlarına devam ediyor. OHAL Komisyonu kararları, başvuruculara ulaştıktan sonra bir ifade ile karşılaştık: Kurum kanaati. Kurum kanaati ihraca dayanak olan kriterlerden biri. OHAL Komisyonu’nun da ret kararlarında dikkate aldığı bir kriter. Kurumlar, o kurumda çalışanların terör örgütleri ile irtibatlı ya da iltisaklı olup olmadıklarına dair kanaat bildiriyorlar. Örneğin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı Barış İçin Akademisyenler Bildirisine imza atanların bilgileri komisyona gönderilmiş; kurum kanaatini oluştururken başka kurumlardan aldıkları fişler kullanmış. Fişlerde bir kısmı yalan yanlış, bir kısmı ilgisiz, bir kısmı da ahlaksızca konmuş notlar var. Kullanılan bu fişlerin altına okunduktan, yani kurumun kanaati oluştuktan sonra yok edilmelidir notu düşülmüş gönderen tarafından. Neyse ki yok edilmemişler ki kararların ne sakil düzeneklerce verildiğini görebildik. Nereden mi biliyorum, örneğin benim hakkımda düzenlenen fişte, ki benim değil başka bir meslektaşımın dosyasına konmuş, ideolojik olarak pek de yakın olmadığım bir yasal siyasal partiyle ilişkili olduğum yazıyor.

Olayın baştan ayağa hukuksuz olduğunu söylemeye gerek yok, defalarca yazıldı, anlatıldı söylendi. Artık bunu söylemek bile sıkıyor insanı. Öyle ki OHAL Komisyonu’nun 5 yıl sonra verdiği ret kararlarının ardından mahkemeye erişim sağladıktan sonra bir heves yine yapılanların hukuki niteliği üzerine çalışmıştım ama kuruluşu itibarıyla olağanüstü bir mahkemeye bunları anlatmak dahi çok can sıkıcı.

HUKUK TANIMAZLIKTAN ÖTESİ

Söylemek istediğim başka bir şey, bu hukuksuzluğun varlığı kadar feci bir şey. Kurum kanaati dediğimiz saçmalığı; varlığını dahi bilmediğimiz kişilerin beyanları, işini kötü yapan istihbaratçıların fişleri belirliyor. İşini kötü yapan diyorum çünkü bunlar devletten maaş alıyorlar, örneğin bir yerde göreve başladığınızda gittiğiniz şehre peşinizden gelip bilgi topluyorlar, orada kalıp, yiyip içip kamu varlığını tüketiyorlar. Devletin yurttaştan aldığı parayla yurttaşın yasal haklarını kullanarak üye olduğu partileri, katıldığı toplantıları, barışçıl protestoları kaydediyorlar, kaydetmekle kalmayıp onu da yanlış yapıyorlar. Uzatmayayım, sanırım muradım anlaşıldı. Kurum olarak adlandırmanın doğru olmayacağı şekilde örgütlenmiş grup, oluşum ve yapılar hukuka aykırı davrandıkları gibi hukuka aykırı davranışlarını dahi kendi düzelmelerinde doğru yapmıyorlar. “Derdin bu mu?”, diyeceksiniz. Evet izin verin, bu olsun; bu grup, yapı ve oluşumların şu anda pek umurlarında olmayacaksa da ben de kurumlar hakkındaki kanaatimi yazmak istiyorum. Şimdilik genel yazacağım, ama ileride sosyal çevre ilişkilerini, bu ilişkilere dayanan kadro oluşumlarını ve hiyerarşik yapılanmaya dair kimi gözlemlerimi de dile getirmek niyetindeyim. Mesela, fakültede silahla poz veren bir öğrencinin üniversitede yürütülen idari soruşturmada aklanması, sonrasında Fakülte’ye asistan yapılması hangi sosyal çevre ilişkileriyle oldu. Bu kişinin Fethullahçılıktan gözaltına alınmadan hemen önce istifasını kim sağladı? Bunlar benim kişisel merakım değil; çünkü kamu kurumları ve kamu idareleri olarak adlandırdığımız tüzel kişilikler kişi, grup ve oluşumlar adına değil; kamu yararı adına hareket etmek zorundadır. Bunun sadece hoş bir sözden ibaret olmadığını hatırlamamız gerek; şimdilerde dalga geçilir hale gelen bu anlayışı hâkim kılmak istiyorsak.

Kamucu anlayış, kamu malını şahsileştirmemek, onu korumak başta olmak üzere, kamu hizmeti verirken başta eşitlik olmak üzere Anayasa’daki ilke ve kurallara uygun davranmayı gerektirir. Örneğin, akademisyen bakımından kamu hizmeti olarak yürütülmek zorunda olan dersin yerini özel programlarda açılan dersler ya da para kazanılan başka projeler alamaz. Kamu idareleri ve kamu kurumlarının her kademesine sinmiş olan yolsuzlukları düşününce çok naif mi geliyor söylediğim? İçinde bulunduğumuz geçiş sürecinde olabilecek en naif düşüncelere ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Gerçekliği görmemek anlamına gelmez bu, aksine gerçekliğin karşısına çıkacak naifliği gösterebilmek anlamına gelir. Böyle dönemlerde “ne olmalı”, “nasıl olmalı” gibi normatif sorulara verilecek yanıtlara ihtiyacımız var. Bu sorulara vereceğimiz yanıtları uygulayabileceğimiz zaman geldiğinde bocalamamak için.

KURUMSAL ŞAHSİYET

Kurumlar hakkındaki gözlemlerime, deneyimlerime ve kendi çapımdaki araştırmalarıma dayanan kanaatim şöyle: Türkiye’de olağanüstü hal marifetiyle inşa edilen yeni rejime çok hızlı biçimde uyum sağladılar. Kurumları temsil eden yönetici kadrolar, bu rejimin izin verdiği grup, yapı ve oluşumlara kolaylık sağlamak için çaba gösterdi. Dolayısıyla, kamu idaresinin en tepesindeki keyfileşme ve şahsileşme, en aşağısında da benzerini yarattı. Keyfilik, şahsilik bir kuruma kurum niteliğini sağlayan öngörülebilirlik ilkesini askıya alsa da bununla sınırlı değil. Şahsileşme ve keyfileşme, aynı zamanda kurumsal şahsiyetlerin de yitimine neden oldu. Bu yargı genel olarak her kurum bakımından geçerli olmakla birlikte, kurumsal şahsiyetleri ile var olan üniversite, televizyon, kamuya ait haber ajansı gibi kurumlar bakımından çok daha görünür. En iyi bildiğim örnek üniversite olduğu için, üniversiteden iki örnekle bitireyim. Türkiye’de kurumsal şahsiyeti en belirgin kamu kurumlarından biri olan Boğaziçi Üniversitesi, bu şahsiyeti yok etmek için atanmış kayyum rektörce yönetiliyor. Kurum şahsiyeti aylardır direnen öğretim üyelerinin arkasındaki güç. Mücadele sürüyor. Aksi bir örnek ise bu hafta 163. yılını kutlamış olan Mülkiye. Kitlesel tasfiyenin de etkisiyle Fakülte’nin kurumsal şahsiyeti büyük oranda tahrip edildi. Sorumluları yine kayyumlar. Fakat kurumsal geleneğin yarattığı şahsiyet varlığını koruyor, Mülkiyeliler Birliği bu bağlamda hem genel olarak kamu çıkarını şahsi çıkarlara karşı koruma naifliğinin hem de Fakültede yaratılan devrimci geleneğin taşıyıcılığını yapıyor. Her iki örnekte de kurumsal şahsiyet adına “naif” ilkeler var: Bilimsel özgürlük, akademik özerklik, şahsiliğe dayanan grup, yapı ve oluşumların çıkarlarını değil, kamu yararını savunmak.

Mülkiye’nin kuruluşunun 163.; Mülkiyeliler Birliği’nin kuruluşunun 76. yılı kutlu olsun. Boğaziçi Direnişi’ne selam olsun!


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.