Kuşatmadaki Saraybosna: Yaşamak için zaman var mı?

“Miss Sarajevo”, kişisel tarihle toplumsal belleği kavuştururken bazı meselelerin tüm insanlığı ilgilendirdiğini hatırlatıyor, kayıtsızlığın kapılarını okurunun yüzüne kapatıyor. Irk, din, kültür ayrımı olmaksızın yaşayabileceğimiz bir dünyanın mümkün olabileceğini bir kez daha düşündürüyor bizlere. Thobois soruyor: Yaşamak için zaman var mı?

Google Haberlere Abone ol

“Here she comes

To take her crown”

Miss Sarajevo... Savaşın orta yerinde bir güzellik yarışması, o güzellik yarışmasının unutulmaz şarkısı. Saraybosna’da işler yolunda değilken bir şekilde gündelik hayata tutunma çabası. Şarkının sözlerini bilenler hatırlayacaktır; Miss Sarajevo kaotik bir ortamda, yaşanan onca acının arasında, birçok şey için zaman olmadığını haykırır. SaltOkur Yayınları tarafından Özge Akkaya’nın titiz çevirisiyle yayımlanan Ingrid Thobois’nın “Miss Sarajevo”su, bu şarkının, savaşın, Saraybosna’nın hikâyesi. Kişisel tarihle toplumsal belleği kavuşturan, boşlukları dolduran, ‘kaçış’ odağında hayatı sorgulayan bir anlatı.

Yazar Ingrid Thobois, dünyanın farklı yerlerinde bulunmuş, çalışmış, gözlem yapmış bir yazar. Rouen doğumlu Thobois, Afganistan’da Fransızca öğretmenliği yaptı, Endonezya’da gelişme projelerinde bulundu, Orta Asya ve Haiti’de radyo belgesellerinde çalıştı. Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Moldova, Azerbaycan, Gürcistan ve Kazakistan’da seçimleri izledi. Yazma serüveni başladıktan sonra çocuk ve gençlik kitapları türlü ödüllere layık görüldü. İlgilisi için yazar Thobois’nın İstanbul’da çocuklara ve ilk gençlik dönemine yönelik yazı atölyeleri yaptığını da ekleyelim. Öte yandan, kitapta başkişi konumundaki Joaquim’in bir fotoğrafçı olduğunu, Saraybosna’da savaşı fotoğraflamak için bulunduğunu, ayrıca kayıt altına aldıklarından oluşan bir arşive sahip olduğunu Thobois’nın serüveniyle birlikte düşündüğümüzde, “Miss Sarajevo”nun yazarının ‘belgeselci’ ve ‘gözlemci’ yönünden izler taşıdığını söylemek mümkün.

EVE DÖN(E)MEMEK

“Miss Sarajevo”, “Veya Kendinden Kaçan Bir Adam” alt başlığıyla sunuluyor. Çünkü savaşı bireyden topluma uzanan bir bakışla anlatmasının yanında, hayatını mercek altına aldığı Joaquim’in geçmişine, geçmişinden bir türlü kaçamayan o sancılı hâline odaklanıyor. 90’lı yıllardan 2017’ye, Joaquim’in babasının ölümüne uzanan bu anlatıda; Joaquim’in belleğine, yirmili yaşları ile kırklı yaşları arasında gidip gelen sayıklamalarına, anılarına, ömrünce üstünde taşıdığı yüklere teslimiz. Anlatıcının aktardıklarından, kız kardeşi Viviane’ın ölümünün üzerinden seneler geçmesine rağmen hâlâ onun hayaletiyle yaşadığını, kardeşinin ölüm şekli yüzünden ardına kadar açık pencerelere yaklaşamadığını öğreniyoruz Joaquim’in. Hiçbir zaman ideal bir aile yaşantısı olmadığını, aile bireyleri arasındaki incecik bağın en küçük müdahaleyle kopmaya hazır olduğunu, henüz kardeşinin ölümünü kabullenememişken zaten kendi dünyasında çoktan kaybolmuş olan annesini de yitirdiğini biliyoruz.

“Hiçbir zaman hiçbir şeyi unutmayız; ya görmezden geliriz ya da hasıraltı ederiz.” (s. 20)

Joaquim Sirvins, omzunda çantası ve elinde fotoğraf makinesiyle yaşıyor. Bunu “anılarına mümkün olan en uzak mesafede” sürdürüyor. Devamlı seyahat etmesi, daima yolda oluşu, ‘kaçma’ hâlini bir hayat şekli olarak benimsediğinin en büyük göstergesi. Onun Saraybosna’ya gidişinin temelinde de bahsi geçen problemler yer alıyor. Güvenilir bir insan Joaquim, her zaman içtenlikle gülümsediğimiz insanlardan. “En cimri esnafların bile şeker, bir parça peynir, sosis ikram ettiği o çocuklardan” (s. 39), enerjisiyle her türlü kötü durumdan sıyrılıveren, kendiliğinden kayırılanlardan. Fakat bu ışık bir yere kadar işe yaradığından, zamanla bu düzeni değiştirmek, durağanı hareketlendirmek, hızlanmak gerek. Bu nedenle aidiyet duygusu da zayıf olan Joaquim için savaş fotoğrafçılığının ideal meslek hâline gelmesinde şaşırılacak bir şey yok.

“Bir ölümün erken olduğuna istatistiki verilere bakarak değil, ölümünden sonra hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir diyaloğu kafamızda kurmaya ne kadar zaman harcadığımıza bakarak karar verilir.” (s. 40)

Kitapta -hemen yukarıda alıntıladıklarıma benzer- okuru anında yakalayan cümleler bulunmakta. Ingrid Thobois’nın ölüm ve yas süreciyle ilgili kaydettikleri, uzun zamandır bana en çok dokunan ifadeler oldu. Anlatı boyunca Joaquim’in acısı, evrensel bir acıya dönüşüyor ve bu durum yazarın savaşa yaklaşım şeklini de (bireyden topluma uzanan) destekliyor. Joaquim, ‘yas süreci’ diye bir şey olmadığına, yalnızca “kapılardan oluşan bir sonsuzluğa açılan başka kapılardan oluşan bir sonsuzluk” (s. 36) olduğuna inanıyor. Hiçbir şeyi ayıklayamayan eleklerin varlığını, her biri bir diğerine benzeyen günlerin uyuşmuşluğunu kabul ediyor. Mahremini korumak istediği için uykusuzluğunu savaş travmasına yormalarına izin veriyor kadınların. 2017’de, babasının ölümü ve vasiyeti üzerine eve dönmek zorunda kalan Joaquim’i Rouen’a giden trende bulduğumuzda, zamanın hiçbir şeyin ilacı olmadığını bir kez daha anlıyoruz. Joaquim’in çocukluğunu geçirdiği evde attığı adımlar ise asla ‘iyileşmiş’ bir çocuğun adımları değil. Bir kaçağın kendinden uzaklaşmak için attığı ürkek adımlar yalnızca.

KUŞATMADA SARAYBOSNA

Ve Saraybosna... Tarih Saraybosna’nın 5 Nisan 1992’den 29 Şubat 1996’ya kadar  bin 425 gün boyunca kuşatma altında kaldığını yazdı. Srebrenitsa Katliamı’nı, Temmuz 1995’teki o büyük soykırımı da yazdı. Devasa U2 konseri yahut Pavarotti’nin yüreklere dokunan yumuşacık sesi acıları dindirmeye yetmedi. Peki Miss Sarajevo? “DON’T LET THEM KILL US” yazılı brandayı taşıyan güzellik tacı adayı genç kızların gücü neye yetebilirdi, sesleri nereye kadar ulaşabilirdi?

“5 Nisan 1992-29 Şubat 1996. Fırsat olmuşsa, ne şekilde mümkün olmuşsa, ne zaman mümkün olmuşsa, şafakta veya alacakaranlıkta, nadiren bir mezarlıkta, yaya yollarında, bina girişlerinin karşısında, bahçelerdeki salıncakların altına gömülmüş on bir bin beş yüz kırk bir ölü.” (s. 131)

Thobois, savaşı anlatmak için farklı bir yol seçmiş: Hareketsizlikten bahsetmiş, hareketsizliğin gücünden yararlanmış. Sessizliğin en etkili çığlığa dönüşmesine benziyor bu. Yol ortasında kurşuna dizilmekten çok saklanmayı/kalakalmayı okuyoruz kitapta. Beklemenin ve durmanın hikâyesini. Joaquim’in Saraybosna’da geçirdiği zamanlarda kentte nasıl bir atmosferin hüküm sürdüğünü anlamamızı sağlayan kişiler, gazeteci Vesna, aktif bir şekilde olayların içinde yer alan genç direnişçi Zladko, hayatı tamamen evin duvarları arasında geçerken kitaba adını veren güzellik yarışmasına -Miss Sarajevo’ya- hazırlanan Inela ve ailesini bir patlamada kaybeden küçük Zlata. Bu isimler arasında anlatıcının Zladko ve Inela hakkındaki gözlemleri dikkate değer.

Anlatıya göre, kentte hayatta kalmak için sokakların, yolların bir haritasını çıkarmak, her köşe başının kaç adım olduğunu ezberlemek, kimi zaman çok hızlı hareket etmek kimi zaman da hiç hareket etmemek zorundasınız. Zladko gibi direnişin bir temsilcisiyseniz ölmenin de hayatta kalmak kadar tesadüfi bir durum olduğunun bilincinde olmalısınız. Asla sabit durmamalısınız, vizörün görüş alanında üç saniyeden fazla vakit geçirirseniz, bu dünyadan ayrılırsınız. Inela gibi evde sıkışıp kaldıysanız, kendinizi oyalayacak uğraşlar edinmelisiniz. Çünkü 1993 baharında insanlara zor gelen yalnızca açlık, susuzluk, soğuk, korku yahut endişe değil. Yaşanamayan her şey yükken, ‘gün’ denilen zaman dilimi de bir boşluktan ibaret. Tıpkı deneyimlediğimiz pandemi koşullarında olduğu gibi, evden çıkamamanın birey üzerindeki psikolojik etkisi oldukça ağır. Joaquim ise burada geçirdiği iki ay boyunca bir gözlemci, anlatıcının Saraybosna’daki gözü niteliğinde.

Bunlarla birlikte Joaquim’in bir dönem ilişkide bulunduğu Bosnalı Ludmilla ve eşi Kosma’nın ayrılış hikâyesi, anlatıda yine savaşın birey üzerindeki etkilerini gösteren unsurlardan. Fakat onların önüne geçen ‘meşhur’ bir hikâye de var kitapta: Admira ve Bosko’nun, yani “Saraybosna’nın Romeo ve Julieti”nin hikâyesi. Hikâyeye göre ‘Sırp’ Bosko, sevgilisi ‘Müslüman’ Admira için kuşatma altındaki şehri terk etmeyi reddediyor, birlikte tarafsız bölgeyi aşacaklarına inanıyorlar. Fakat -elbette!- vuruluyorlar ve Vrbanja Köprüsü’nün kemerlerine yirmi metre mesafede altı gün altı gece birbirlerine sarılmış halde öylece kalıyorlar. Savaşın simgesi olan bu çift, “Miss Sarajevo”yu zenginleştirmiş, anlatının gerçeklikle olan bağını kuvvetlendirmiş. Öte yandan, kitapta Admira ve Bosko’nun hikâyesi dışında da etnik köken yahut din üzerinden yapılan ayrımcılığı gözler önüne seren ifadeler mevcut. Sözgelimi, Saraybosna’daki savaş atmosferini betimleyen anlatıcı şöyle diyor: “Daha bir yıl öncesine dek ne Zladko ne de arkadaşları herhangi bir şeyin onları ayırabileceğini hayal ederdi. Hele ki hiçbir zaman kimliklerinin bir parçası olmamış olan etnik köken veya dinin.” (s. 108)

Kitaptan savaş gerçeğini ortaya koyan farklı paragraflar alıntılanabilir, her okur farklı cümlelerin altını çizebilir. Fakat kanaatimce şimdi alıntılayacağım cümleler, bu yazı için de savaşı -mümkün olduğu kadar- idrak etmek için de en uygun olanları. Çünkü ‘direnmek’ üzerine kurulular, savaşmanın ‘alternatif’ yolları üzerine: 

“Bu şehirde direniş, sadece Zladko’nun katıldığı şekilde olmuyor. Bir arada yaşama hakkını kazanmak için savaşmanın türlü türlü yolu var. Tüm şehir yaşamaya çalışarak direniyor. Tanrı’nın var olması ve iyi tarafta olması için dua ederek, kollarında taslarla yiyecek ve su almak için dışarı çıkarak. Yer altındaki tiyatrolara, sanat galerilerine ve mağaralarda yankılanan konserlere giderek. Evlenmeye devam ederek. Sevişmeye devam ederek. Eğlenmeye. Çocuk yapmaya... Güzellik yarışması düzenleyerek.” (s. 86)

Kitabın dikkat çeken özelliklerinden biri de, fotoğrafa verdiği değer. “Giriş” başlıklı bölümde Fransız mucit Nicéphore Niépce’den bahsediliyor. Malumdur ki tarihteki ilk fotoğrafçı olarak tanıyoruz onu. İlerleyen sayfalarda, başkişi Joaquim’in dairesinin betimlendiği kısımda, duvarda asılı duran fotoğraflardan birinin, Nicéphore Niépce’nin mağrur bir portresi olduğunu öğreniyoruz. Yine kitabın hemen başındaki epigraf, Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” eserinden alınmış. Tüm bunlar kitap boyunca ‘fotoğraf’a yapılan vurgulara verilebilecek örnekler. Öte yandan, fotoğrafın savaş dönemlerinde ne derece mühim olduğunun da altını çizmiş Thobois:

“Savaş olan ülkelerde fotoğraflar uğur taşı gibi değerlidir. Yüzler, manzaralar, evler... Bir zamanlar neyin var olduğunu ve bundan sonra neyi kaybedebileceğinizi gösterir.” (s. 85)

“Miss Sarajevo”, kişisel tarihle toplumsal belleği kavuştururken bazı meselelerin tüm insanlığı ilgilendirdiğini hatırlatıyor, kayıtsızlığın kapılarını okurunun yüzüne kapatıyor. Irk, din, kültür ayrımı olmaksızın yaşayabileceğimiz bir dünyanın mümkün olabileceğini bir kez daha düşündürüyor bizlere. Thobois soruyor: Yaşamak için zaman var mı?