Küstakoz: Utanıyormuşuz gibi çek pampa
Karun sofralarında düşman çatlatmak, itibardan tasarruf etmemek için masalsı sofralar donatmak AKP’nin ve yetiştirdiği neslin en sevdiği şeylerden birisi. Fakat burada konu, ıstakozun hâlâ vesayet, darbe, monşer gibi eski Türkiye denilen kompartımanın kültürel kodlarından birisi olması ve hep öyle kalmasının murad edilmesi.
AKP’nin hiçbir döneminde, şatafat ve debdebenin, yoksulluğu ve yoksulları tahkir edeceği yönünde bir derdi olmadı. Eski Türkiye lafzının giderek azaldığı ama "AKP’nin fabrika ayarları, AKP’nin eski günleri, AKP asr-ı saadeti" dönemselleştirmesinin giderek arttığı şu günlerde, AKP’nin cemaz-ül evvelinin de çok da matah olmadığını, ellerine geçen her fırsatta halkın parasını debdebe için harcadıklarını, bunu yapamadıkları zamanlarda da bunu dini, etik, ahlaki, iradi bir tercih ile değil, basit bir şekilde yapamadıklarından yapmadıklarını vurgulamakta büyük fayda var. Neyse ki, AKP eliti ve onun tek kişilik dev kadrosu Tayyip Erdoğan, en azından 2016 Ağustos’undan beri kendi tercihlerini her hangi bir iradi kısıtlamaya (ordu-bürokrasi vesayeti, Fethullahçı tazyik vb.) müsaade etmeyecek şekilde yaşayabiliyor.
Dahası AKP’nin aşçısından amirine bütün kadrolarında bu yönde bir temayül var. Mesela Tayyip Erdoğan’ın manda yoğurdu, ejder yumurtası, yulaf ezmesi, Medine hurmasından müteşekkil sağlıklı yaşam reçetesi, Savcı Sayan ve AKP Ağrı Gençlik kollarının, şaşaalı sahur yemeği ile mukabele edilmişti. Bir de tabii son zamanların sosyal tiplerinden birisi haline gelmiş olan, "AKP Çocukları" var ki, bunlar AKP döneminden geleceğe kalacak olan tek atasözü “itibardan tasarruf olmaz”ın en rüküş, en görgüsüz, en arsız, en küstah bedenlenişi.
Tüm bu numunelere rağmen, AKP’nin itibar inşası meselesi ile ilgili olarak tam da Veysel’in “tabirin sığmaz kaleme” dediği bir kör nokta var (dı). Neyse ki, Cumhur İttifakı'nın love&hate objesi ve +90 uzatmalarının oyuncusu Mehmet Şimşek ‘local’ terimini tam da bu kör noktayı dolduracak Freudyen bir dil sürçmesi olarak kullandı. Artık belli ki, AKP’nin itibar meselesinde ulaştığı yabancılaşma, kolonici ile yerli arasında bir tür West and Rest(1) kıvamına gelmiş durumda.
Dolayısıyla, mesele 3-5 ağaç olmadığı gibi, 3-5 ıstakoz da değil.
Fakat olayın kahramanı Şebnem Bursalı önemli. Bir kere kaç kişinin, şıracı-bozacı denkleminde, RTE’ye karşı size kefil olabilecek Osman Gökçek gibi arkadaşı var? Tek bu kefalet bile olaya dikkat kesilmeye yeter. Biz bir başka önemli AKP’li Bülent Arınç’ın kadri kıymeti bilinmemiş kavramsallaştırmasıyla, tarassut etmeye devam edelim.
Şebnem Bursalı hanımefendiyi siyaset dünyasına kazandıran, Ege’nin ‘local’ gazetesi Yeni Asır olmuş. Yeni Asır gazetesi, Türkiye’nin en eski özel gazetesi olarak kendisini tanıtıyor. İlk özel dağıtım ağı, ilk resmi ilan, Japonya’dan önce dijital-bilgisayarlı basın teknolojisine geçmiş olmakla iftihar ediyor. Bir de, (şimdilerde çok revaçta olmasa da) dil devrimine yapmış oldukları bir katkı varmış: ‘miştir’ ekinin ‘di’ ile ikame edilmesinden mülhem bir ‘di’li geçmiş zaman reformu.
Hepsi onlara aitmiş, ne kadar iftihar etseler az.
Bir de tabii, Yeni Asır 2011 yılında Turkuvaz gurubuna yani Albayraklara geçiyor, bundan sonra Şebnem Bursalı’nın günü geliyor. Yani Yeni Asır’ın Türkiye basınına ve siyasetine kazandırdıkları arasında belki en önemli şeylerden birisi de o. Bir zamanlar Pensilvanya’dan fotoğraf veren bu hanımefendi birden bire Gavur İzmir’in Bitinya’sında, reisin uç beyi oluyor (yani politik doğruculuğa gerek yok, baciyan demeyi gönül isterdi ama, baya uç beyi).
Efendim, İstanbul 2019 seçimlerinde Binali Yıldırım’ın oylarının çalındığı yönlü tezvirata omuz vermek olsun, Kılıçdaroğlu’na dönük linç girişimini ‘halkın duygusallığı’ olarak görmek olsun her konuda Osman Gökçek’in dostluğuna ve TRT’deki Zafer Şahin(2) gibi ekürilerinin trolling beklentilerine yaraşır bir reisçilik.
Ama bazen işte insanda Cahit Özkan kısmeti oluyor. Yani buna kısmet demek de zor aslında. Hikayenin değiştiğini ya da değişmediğini idrak edecek ortalama zihinsel meleke şart. Sonra Cahit Özkan gibi, reis daha Katar’dan dönmeden, ‘nasıl koyduk şeyhe’ kıvamında konuşunca, anca bizim gibi insanların hatırladığı tarih fragmanına dönüşmek de vaki.
Hülasa, bu şaşaa debdebe meselesinde bir sıkıntı yok. Ama Şebnem Bursalı’nın kaçırdığı yer, ıstakoz, debdebesi ve AKP’nin içinde tepinmeye bayıldığı muhafazakar ideoloji ve kindar nesil kodları açısından epey murdar bir yiyecek.
Hatırlayalım;
2021 yılı Eylül ayında, Diyanet İşleri genel olarak deniz ürünleri özel olarak da kabuklu deniz ürünlerinin tüketilmesi ile ilgili bir fetva verdi. Fetvaya göre, Şafi mezhebinin bu meselelere ilişkin ayet ve hadisleri yorumlamasının, deniz kabuklularının yenmesinin helal olduğu yönünde olduğu, Hanefi mezhebinin ise deniz kabuklularının yenmesinin haram olduğu yönünde görüş belirttiğini söylüyordu.
Yakın zamanda, Diyanet İşleri yüksek kurulu bu konuda, sessiz sedasız bir fetva daha yayınladı ve ıstakoz, yengeç gibi deniz ürünlerinin yenilmesinde bir mahsur bulunmadığını duyurdu.
Dolayısıyla bu ıstakoz meselesi biraz karışık. Emine Hanım'ın Siirtli ve muhtemelen Şafi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ise Karadenizli ve muhtemelen Hanefi olduğu düşünülürse işler biraz daha karışıyor.
Fakat burada dini içtihatlardan ve aile dramlarından daha büyük bir başka mesele var: Cemiyetin ve sınıfların kurulması esnasında ortaya çıkan problemler. Yani cemiyetin ve sınıfların kesişim noktalarındaki gerilimler, sınırlar nasıl belirlenecek?
Marry Douglas, Saflık ve Tehlike isimli harika kitabında, hangi hayvanların ve bitkilerin tüketileceği ya da tüketilemeyeceğine ilişkin, bağlayıcı dini-kültürel kuralların, din, ulus, cemiyet gibi değişik bağlamları kurmada son derece önemli olduğunu söyler. Müslümanlar için domuz yasağı, Hintliler için inek yasağı ya da Yahudiler ve Müslümanlar için kuzu-koyun, inek sığır tüketmenin önemi. Kurban bayramı benzeri yeme içme ayinleri, adaklar vb. Hepsinden önemlisi, hem karada hem denizde yaşayabilen, hem böcek, hem deniz canlısı özelliği taşıyan, beyinleri olmadığı halde canlı olan, dışı kabuklu içi dokulu, ıstakoz müphem varlıklar, mükemmel istisnalar olarak toplumların kültürel aidiyetinin sınırlarını çizer.
Istakoz, yılan, domuz, pençeli leş yiyiciler, tek tırnaklı hayvanlarla toplumların ilişkisi beslenme ilişkisinin ötesinde, kültür ve kimlik bağlamında daha derin bir yere sahiptir. Ki, ıstakoz tüketiminin yaklaşık 400 yıllık tarihsel dönüşümü üzerine düşünmek oldukça esin vericidir. Avrupa’dan Amerika’ya 16. yüzyılın başlarında giden Avrupalı koloniciler ‘local’ halk ile karşılaştıklarında, sahilde yığınlar halinde bulunan ıstakozlar ile beslendiklerini gördüler. Istakoz 20. yüzyılın ortalarına kadar öylesine boldu ki, aşağı sınıfların, kölelerin, ‘local’ ahalinin, hizmetçilerin yiyeceği olarak bilindi ve koloniciler ve diğer üst sınıflar, kendi sınıflarının ve ayrıcalıklarının bir biçimi olarak, ıstakoz tüketmekten ısrarla imtina ettiler. Fakat, 20. yüzyılın başlarında hızla gelişen konserve teknolojisi ıstakozu da konserve haline getirdi ve hızlı konserve tüketimi sonrası, ıstakoz nadir bulunan yiyeceklerden birisi haline gelmeye başladı. 1950’lerden itibaren Amerika’nın kolonyal tarihine doğru yapılan tren yolu seyahatlerinin turistik bir özellik arz etmeye başlamasını takiben, elbette ‘özel’ bir ıstakoz pişirme yöntemi ile ıstakoz birden bire köleliğin sınırından, soyluluğun sınırına terfi etti.
Kolonyal tarih için yoksulların yemeği olan ıstakoz, 2. Dünya savaşından sonra tıpkı jazz, bluez gibi mutenalaştırıldı ve üst sınıfların, aristokratların kültürel işaretlerinden birisi haline geldi. Bu noktada, bir başka önemli düşünür Pierre Bourdieu’ya kulak vermekte fayda var. Bourdieu’nun Ayrım isimli kitabında uzun uzadıya anlattığı üzere, deniz ürünleri özellikle kabuklu deniz ürünleri tüketmek, yoksulların basitçe tükettiği patates ya da dana eti gibi yiyeceklerin tersine, bir kültür meselesidir. Bir kere, kabuklu bir deniz ürününü neredeyse ameliyat ediyormuşçasına bir operasyon eşliğinde, gerekli teçhizatı kullanmayı bilerek tüketmek sınıfsal bir koddur. Dahası bu kodlar, bu ürünlerin neyle tüketileceği, nasıl takdim edileceği, hangi alkollü içkinin eşliğinde tüketileceği ve tüm bunlara eşlik edecek müzik, oda ışığı, yemek takımları ve muhabbet. Krem dö la kremden ölmenin doruğu ya da AKP elitinin kanatmaya bayıldığı şekliyle, Boğaziçinde fiski yudumlayan robdöşambrlı monşer yarası.
Dolayısıyla, Karun sofralarında düşman çatlatmak, itibardan tasarruf etmemek için masalsı sofralar donatmak AKP’nin ve yetiştirdiği neslin en sevdiği şeylerden birisi. Fakat burada konu, ıstakozun hâlâ vesayet, darbe, monşer gibi eski Türkiye denilen kompartımanın kültürel kodlarından birisi olması ve hep öyle kalmasının murad edilmesi.
AKP elitini, dolayısıyla, tedirgin ya da rahatsız eden şey, şaşaa ya da görgüsüzlük değil, bu görgüsüzlük performansının, AKP dönemi girişimcilerinin çok sevdiği bir başka söylemle, AKP ilahiyatının beslendiği eko-sistemin (ki Bourdieu buna kabaca habitus diyor) sınırlarını, kutsallarını çizen çizginin, murdar bir yiyecek ile ihlal edilmiş olması. AKP’li olmanın ayrıcalığına ilişkin kutsal&murdar arasındaki sınırların ihlal edilmiş olması. Ki, Şebnem Bursalı’nın paylaştığı fotoğrafın arkasından Mücahit Bilici’nin yazmış oldukları tam da bu ilahiyatın sınırlarının ihlal edilmesine karşı, ortodoks bir feryat olarak görülebilir.
Tabii ama mesele şu, AKP ve onu yöneten elit, her düştüğü yerden hiç olmazsa bir avuç toprakla kalkmayı kendisine düstur edindiği için, Monako Yat Kulübü’nden paylaşılan bu ıstakoz fotoğrafı da gene bu pragmatizm çerçevesinde, büyük bir hızla bir AKP PR’ına dönüştürüldü. Bir kere, edeb ya hu çığlıkları, sanki utanma-arlanma kalmış gibi, dahası sanki bir zamanlar varmış gibi, göz süzmeli, yalandan boyun bükme performansları, AKP’nin yıllardır sayesinde, ekmeğini pasta yaptığı mazlum imgesine, aynı zamanda kendisini ve haddini bilen terbiyeli mazlum güncellemesi getiriyor. Tabii ve hepsinden önemlisi, bu muhayyel utanç ve AKP’nin fabrika ayarları, aracılığı ile gene muhayyel bir AKP asr-ı saadeti inşa ediliyor. Murdar da olsa, maharetli bir ıstakoz bu. Zira AKP’li vantrologların işkembe-i kübradan yapıyor gibi göründükleri özeleştirinin bir kısmı onun üzerinden yürüyor, hatta İletişim Başkanlığı bu konuya biraz daha çalışsa, seçim yenilgisi bu ıstakozda mücessem hale getirilebilir.
Bir fotoğrafınla bin umut oldun, sana beyinsiz diyen aşçılar, gün yüzü görmesin ıstakoz…
NOTLAR:
(1) Anti-Kolonyalizmin önemli düşünürlerinden Stuart Hall’un, batı merkezci (kolonyal) düşünceye karşı yazmış olduğu klasik metnin başlığı. Bu metne şuradan erişilebilir.
(2) Şu program mesela Şebnem Bursalı’nın Ankara ATV temsilcisi olduğu dönemlerden, onun yükselişine tanıklık eden ibretlik bir program.