Kusurlu bedenler, hasarlı ruhlar
Salyamız, kanımız, idrarımız, kıllarımız var. Bunlar dışarı çıktıkları anda bir tiksinti yaratıyor olsa da bizi oluşturan gerçeklik bu. Biz onlarla bir bütünüz, elbette zaaflarımızla, zorluklarımızla, saçmalıklarımızla da… Kendimizdeki bunlara tahammülümüz arttıkça ötekinde de artacaktır muhakkak.
Birbirimizle olan fiziksel temasımızın azalması, pandeminin yarattığı en büyük sıkıntıların başında geliyor bana sorarsanız. Daha önce spontane bir şekilde gerçekleşen eşe dosta sarılma, dokunma artık üzerinde düşünülmesi ve mümkünse engellenmesi gereken bir davranış… Sosyal mesafe birçoğumuzun içini üşütüyor. Virüsü kapmayalım diye ruhsal bir soğuk algınlığının eşiğindeyiz. Bedenlerimizi uzun süredir korumaya aldık. Birilerine sarılıyorsak bile bu eski rahatlığında olmuyor. Kalıcı olmadığını bildiğimiz pandemiyi mecburen sosyal mesafe içerisinde geçiriyoruz ama bütün bir ömrü pandemideymişçesine yaşayanlara ne demeli? Ötekiyle fiziksel temas kurmada ciddi zorluklar yaşayan, ötekinden kendisine sürekli bir şeyler bulaşacakmış korkusuyla yaşayan, dokun(a)mayan, sarıl(a)mayan, duvarlı insanların varlığı azımsanmayacak ölçüde…
“Bana göre bu duvar beni koruyan, dışarıdan bir şeylerin içeri girmesini engelleyen bir duvardı. (…) Aslında tersi söz konusu. Bu duvar beni korumuyor. Ben içimden çıkabilecek bazı şeyleri engellemeye çalışıyorum. Ve duygularıma karşı kullandığım bu filtre özgürlüğümü kısıtlıyor.”
Bu cümle 2018 yapımı Touch Me Not (Dokunma Bana) filminden… Yönetmenliğini Adina Pintilie’nin yaptığı yarı belgesel yarı kurmaca niteliğinde olan film, 68. Uluslararası Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı Ödülü’ne layık görülmüş. Konusundan çok kısaca bahsedecek olursam yakınlık kurmak konusunda çeşitli zorluklar yaşayan insanların iç dünyalarında neler olup bittiği izliyoruz. Filmin ana karakterlerinden biri olan Laura, kimseyle ilişki kuramayan, kendisine dokunulmasından hoşlanmayan biri. Ona acı veren korkularını aşmak için birtakım seanslara, çalışmalara katılıyor. Filmde gündelik hayatta pek aşina olmadığımız bedenleri görüyoruz. Beden farkındalığına dair bir grup terapisi seansında rastladığımız Tudor’un 11-12 yaşlarından itibaren saç, kaş ve sakal başta olmak üzere tüm kılları dökülmüş. İkili gruplara ayrıldıkları bir çalışmada Tudor, spinal kas atrofisinden mustarip, yüzü ve cinsel organı hariç vücudunu kullanamayan, salyalarını kontrol edemeyen Christian’la eşleşiyor. Tudor, konuşurken sürekli salyası akan Christian’a onun salyasını silerek yardım etmek zorunda, çünkü Tudor bunu tek başına yapamıyor.
Toplumsal normların beden algımız üzerindeki etkisi, önyargılarımız, birbirimize ayna tutan hallerimiz üzerinde şekilleniyor film. Bedensel temasın, duygusal temasın neresinde konumlandığını, kendi bedensel kabulümüzün ötekine olan kabulümüz üzerindeki etkisini sorgulamaya başlıyoruz filmle birlikte. Kendimizi kaybetmeden başkasını nasıl seveceğimizi ve sahici yakınlığın “başka türlü bir şey” olduğunu izliyoruz.
Filmin merkezinde toplumdan izole edilmeye çalışılan bedenleri, ötekinde tiksinti yaratan insan/beden hallerini görüyoruz, bu açıdan önyargılarımız hortluyor ve kimi zaman rahatsız oluyoruz. Kristeva’nın “abject” kavramı ve Lacan’ın ayna evresi filmin felsefi zeminini oluşturuyor diyebilirim.
Abject, 1919 yılında Sigmund Freud tarafından tanımlanan “uncanny” (tekinsiz) kavramı ile de belli noktalarda benzerlik gösteriyor. Uncanny’yi (tekinsiz) kabaca bize tanıdık gelen bir şeyin içindeki yabancılık, rahatsız edicilik olarak tanımlayabiliriz. Sözlükte “rezil, sefil, aşağılık” olarak dilimize çevrilen abject'in, İngilizcedeki anlamı ise, “dışlanmış, sürülmüş, aşağılanmış” olarak ifade buluyor. Kristeva’nın “abject” kelimesini seçerken odaklandığı ise, dilden ve zihinlerimizden dışlanan; rezil ve sefil kabul edilen, bir nevi düşünce yapımızdan dışarıya sürülen varlıklar… Bu anlamda kişinin kendisiyle özdeşleşmesini istemeyerek reddettiği şey olarak abject (iğrenme) kişinin içinden gelen ama kabul etmek istemediği, yok etmek, kurtulmak istenen şeyler anlamındadır.
Kristeva iğrençliği; ruhun sınırlarını tehdit eden her şeyi dışlayarak gerçekleştirilen bir işleyiş olarak betimler. Abject olan bazen bir yara ya da eksik bir uzuvdur. Bazen bir hastalıktır. Bazen suçtur, bazense ölü bir beden, kimi zaman ötekinde kusur olarak adlandırdığımız şey…
“Nasıl sevdiğini söylemek için bana nasıl sevildiğini anlat, anlat ki ben de nasıl sevdiğimi anlayayım” diye bir ifade geçiyor filmde.
Beden söz konusuysa içinden çıkılan bir gövde olarak anne bedenini es geçemeyiz. Annenin bedeniyle nasıl ilişki kurulduğu, anne bedeninin bizimle nasıl ilişki kurduğu, onu hem anne hem kadın bedeni olarak nasıl algıladığımız kendi bedenimizle olan ilişkiyi büyük ölçüde belirliyor. Kendi bedenimizle kurduğumuz ilişki ise elbette ötekinin bedeniyle kurulan ilişkiyi etkiliyor. Nasıl aynalandıysak en çok öyle aynalıyoruz ötekini de… Eğer buralarda bir aksama söz konusuysa kendi bedeniyle sağlıklı bir ilişki kuramadığı için ötekinin bedeninden kendisine ancak bir ayna yapan insanın, kuşkusuz gerçek yakınlığa da asla ulaşamayacağını biliyoruz. Bütünlüğüne ulaşamayan beden, ötekinin bedenini de parçalamaya eğimli oluyor.
Didier Anzieu, benliğin çocukluktan itibaren deri aracılığıyla geliştiğini öne sürer. Deri, dünyayla aramızdaki sınırı, yüzeyi, teması oluşturur. Çocuğun ruhsal bir içeriğe sahip olabilmesi için kişiliğin derinliğinde bulunan “deri-benliğe” ihtiyacı vardır. Deri-benlik, benliğin deri üzerine yayılmasıyla oluşmaktadır. Doğduğu andan itibaren bir bebeğin anne tarafından sevilme ve dokunulma ihtiyacı vardır. Bebeklik dönemindeki temaslar narsistik özellikleri, libidinal yatırımları ve kişilik gelişimini önemli ölçüde etkiler. Bebeğe yeterince temas ve sevgi gösterilmediğinde yahut kötü temaslarda bulunulduğunda ileri dönemlerde kişide çatışma, kopma ve patolojiler ortaya çıkabilir. Dolayısıyla ötekini sevme ve kabullenme biçimimiz, sevilme ve kabullenilme biçimimizden temel alıyor.
Erich Fromm’a göre sevebilmek sanattır, bilgi ve çabaya gereksinim duyar. Sevmek doğru kişi ile karşılaşmanın ötesinde bir yetenek meselesidir. Sevmeyi bilmeyen kimse doğru kişiyle karşılaşsa bile bunu beceremez. Ona göre sevmek, bir şeyin içinde olmaktır, ona kapılmak değil. Bir şeyin içinde olmak ise vermekle tanımlanan, sevginin emeğe dönük tarafıdır. Seven kişi, sevdiğine ilgi gösterir, ona saygı duyar, onu bilmek ister. Onu bildikçe olayın gizemi kaçmaz, büyüsü bozulmaz aksine onunla bir olur. Ve ötekinin kusurlarına, yarasını yalayarak iyileştiren bir kedi gibi yaklaşır.
Her insanı ve ilişkiyi biricik yapan aynı zamanda o insanın ve ilişkinin kusurları da... Biz ancak tam anlamıyla kendimiz olarak ötekiyle ilişki kurabiliriz. Kendimiz olmanın ön koşulu ise kusurlu yanlarımızı, içimizdeki ötekileri görmekten geçiyor. Bu kusurlu yanlar ise hiçbir zaman sabit değildir, tıpkı içimizdeki ötekiler gibi… Her hayat evresinde, ilişki kurduğumuz her kişiyle birlikte değişir, başkalaşır.
Salyamız, kanımız, idrarımız, kıllarımız var. Bunlar dışarı çıktıkları anda bir tiksinti yaratıyor olsa da bizi oluşturan gerçeklik bu. Biz onlarla bir bütünüz, elbette zaaflarımızla, zorluklarımızla, saçmalıklarımızla da… Kendimizdeki bunlara tahammülümüz arttıkça ötekinde de artacaktır muhakkak.
Dokunma Bana, kim olduğumuzla ötekindeki imajımız arasındaki çelişkilere dair de düşündürüyor bizi. Ötekini kaybetme korkusuyla ötekinde oluşturduğumuz imajı muhafaza etmenin kendi içimizdeki uçurumu nasıl derinleştirdiğini de gösteriyor.
Filmde Laura şöyle bir cümle kuruyor: “Her gün bedenimle yaşıyorum ama onu fark ettiğimi sanmıyorum, tabii varislerim hariç.”
Her gün kendimizde yaşıyoruz ama onu ne kadar fark ediyoruz? Ötekinde oluşturmaya çalıştığımız kusursuz imajı beslemeye ara verip, kendi hasarlı ruhumuzu, kusurlu bedenimizi ne zaman kabul edeceğiz? Kendimizden ötekine giden o çetrefilli yolda şefkat denilen şey ne zaman belirecek?