Kutsal 'manevi ve millî' değerlerimiz

Kutsallık atfettiğimiz her şey, dinsel bir model gibi işlevselliğini sürdürdüğünden, şiddeti ve feda etmeyi- içeren kurbanlık mekanizmalarını harekete geçirir, yani bir yok etme eyleminden geçer.

Google Haberlere Abone ol

Saime Tuğrul*

Ne çok kutsalımız var değil mi? Kutsal “millî ve manevi” değerlerimiz, kutsal ailemiz, kutsal bölünmez vatanımız, kutsal bayrağımız, kutsal inançlarımız, kutsal devletimiz... Kutsallarımızı sıralayacak olsak sayfaları doldurabiliriz. Ve en önemlisi, bu kutsallıklar adına neler yapılmaz ki.

Hele ülkemizde, özellikle egemen erkek güçlerinin dilinde sıklıkla gündeme gelir. Kutsal vatanımızı “tehdit ettiği” gerekçesiyle meşru bir siyasal parti egemenin kararı ile kapatılmaya çalışılır, milletvekilleri, gazeteciler, demokrasi savunucuları darp edilir, hapislere atılırlar. Geçtiğimiz günlerde gördüğümüz gibi, kutsal “millî ve manevi” değerlerimizi zedelediği, “kutsal ailemizin” kökenlerini yıktığı söylemleriyle, kadınlara şiddeti belki bir parça önleyebilecek bir anlaşma, bir erkek erkin imzasıyla bir gecede feshedilir. Maalesef, bu listeyi istemediğimiz kadar uzatabiliriz ama ortak payda hiç değişmez, en korkunç eylemler bile “kutsal”ı korumak adına yapılır.

Kutsallık özellikle egemenin alanında, sınırları korumak, içerisini dışardan ayırmaya ve geçişlerin kurallarını oluşturmaya yarar ve eril iktidarın “öldürme” gücünün temsilidir.

KUTSALLIĞIN¹ SINIRLARI

Birçok dilde, kutsal, mutlak iyiliği, mükemmelliği ve mutlak bir bütünlüğü içerir. Arapça’da “Kuds”; mübareklik, noksanlardan uzak olmak, anlamına gelir. Latin dillerinde, “sacer”, dokunulmazlığı, yasaklar ile korunmuş bir ilahi bir alanı ifade eder. Kutsallık, bir sınır, “eşikte” yer alan bir kavramdır.

Aynı zamanda, aziz ve murdar gibi ikili bir anlamı da içerdiğinden, kutsal ve kutsal dışı dünyaların ayırımına da işaret eder. İki dünyanın birbirine karıştığı, bulanıklaştığı yerde sorun çıkar. Geçiş ritüelleri ve kurallar, bu karışıklıkları önlemenin, geçişi açmanın yollarıdırlar. Bu iki dünyayı ayırmak, egemenliğin temel koşullarındandır ve eşikten geçişin ritüel, yöntem ve yasalarını da egemen belirler. Bu ayırımın sağlanması ise kurban edinimi ile gerçekleşir. Kurban edilenler, bu iki dünya arasındaki “eşiği” mümkün kılanlardır ve kutsallığa ulaşmanın yoludur.

Kutsallık atfettiğimiz her şey, dinsel bir model gibi işlevselliğini sürdürdüğünden, şiddeti ve feda etmeyi- içeren kurbanlık mekanizmalarını harekete geçirir, yani bir yok etme eyleminden, -öldürmeden- geçer.

Kurban sözcüğü ise, yakınlık, yakın olma anlamına gelen “kurb”dan gelir. Her kurbanlık eylemi aslında kutsal, ilahi bir eylem olarak tanımlanır. Nitekim Batı kültüründe ve dillerinde kutsal ve kurban aynı kökenin türevleridirler. “Sacred-sacrifice”; kutsallaştırma eylemi, uygulaması, demektir. Yani, her kutsal kabul edilen durum, -bu din dışı, siyasetin belirlediği seküler alanları da kapsar-, kurbanlık eylemini de (sacré facere) üretir.

Kutsalın oluşması ve ayrı bir alan olarak varlığını sürdürebilmesi için şiddet, şiddetin kendi haklılığını kurabilmesi için kutsallık gereklidir. Şiddeti meşru kılmanın yolu ise, kutsallığın atfedildiği değer ve yapılanmaları yaratmaktır.

Toplumun eşiğini belirleyen kutsallık sayesinde, siyasî egemen kimlerin içerde, kimlerin dışarda kalacağını belirler. İçerdekilerin, belirli bir harmoni ve denge içinde yaşayabilmesi için, dış düşmanlara ve kurbanlara ihtiyaçları vardır. Sloterdijk’in deyimiyle “endojen bir oto stresi”(2) belirli bir düzeyde tutmak için, dışarda tutulan düşmanlar etrafında dönen sürekli bir yalan silsilesi gerekir. Buradaki ilişkiler, aynının aynıya olan ilişkileridir ve bu sayede belirli bir sosyal konfor sağlanır. Ne zaman ki bu konforu bozucu bir dış eleman (yeni fikirler, yeni oluşumlar, yeni değer yargıları, yeni normlar, vb.) araya girer, o zaman bu ‘kötülüğü’ cemaat dışına atmak gerekliliği doğar. Bu aşamada kötülüklerin sorumlusu olarak tanımlanan bir “günah keçisi”, kurban edilerek kötülüğün dışarıya atılmasını sağlar.(3) Bu çaba, dışlanan kurban ile topluluk arasında sembolik bir mesafe yaratarak, “millî ve manevi değerler” ile korunan, bir güvenlik alanı oluşturur.

Kurbanın, yani günah keçisinin dışarıya atılması, kurbanın dökülen kanı bu ritüel katliama ortak olanları temizler; bu ortak suç sayesinde, kültürlerini, haz içinde, taşıdıkları kutsallıklarını korurlar. Toplum üyeleri, böylece kendi dünyalarını moral duvarlarla kapatır.

GÜNAH KEÇİSİ KURBAN SEÇİMİ

Özellikle, topluluğun iç sorunlarının arttığı kriz dönemlerinde, dinî ve politik aktörler, kolektif duyguları yönlendirirler. Hayalî öğeleri harekete geçirerek kolektif iç daralmasını “bizi yıkmaya çalışan, manevi değerlerimize aykırı, vb.” söylem ve eylemleriyle, günah keçileri olarak seçilenler üzerine transfer ederler. Sembolikten yoksun kitleler, bu söylemin içinde ilksel-cemaatsal bir bedenleşme ile kolektif şiddeti günah keçilerine yöneltirler.

Günah keçisi kurbanlar rastgele seçilmez. Her toplumda, dışlanan, içerdekilerin normları ve yasalarına uymayan, “beyaz ayrıcalıklarının” sınırında tutulan gruplar bulunur: Kadınlar, (ki her zaman kutsalın dışında olmuşlardır; “kutsal anne” olduklarında bile, topluma eril güç kazandırdığı ölçüde doğurganlıkları kutsanır), siyahlar, azınlıklar, heteroseksüel normların dışındakiler, vb.(4)

Egemen iktidar, egemenliğin alanında yer alan “yaşatma ve öldürme” hakkı sayesinde, kimlerin kurban edileceğine karar verir. Geleneksel toplumlarda, öldürme hakkı “baba yasasıdır”. Modern toplumlarda, “baba yasası” seküler formu ile devleti temsil eden egemenin eline geçer ama erkek yasası olma özelliğini korur.

Bu nedenle, her toplumda kadınlar, baba yasaları yüzünden kurban edilip, yok edilebilirler. Yani, “baba yasası”nın yaptırımcıları ve uygulayıcıları erkekler, kadınlar ise, öldürülebilir, yok edilebilir “çıplak hayatlar”dır ve birer “homo-sacer”(5) olarak, egemen yasalarının devamlılığını, korunması için feda edilirler.

Bir Anadolu geleneği olan “kına yakma” ritüeli; dinî değerler adına kurban edilecek hayvana, vatanı korumak için askere gönderilen kurban adayı erkeğe ve evlilik kurumu adına kurban edilecek (bakire) kadına uygulanır. Üç eylemde de kutsallığa ulaşmanın sembolik ifadesi, kurbanlardan akıtılan kandır.

Kadınların bacak arasına sıkıştırılan kutsal ahlak değerleri adına, sokakta “ölüme açık hayatların” dökülen kanları, hepimizin üzerine ne zamana dek yapışmaya devam edecek? sorusu, anlaşılan uzun süre cevapsız kalacaktır...

1- Aşağıdaki bölüm, “Saime Tuğrul, Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban, 2010, İletişim,” kitabından referans alınmıştır.
2- P. Sloderdijk, “Finitude et ouverture – vers une ethıque de l’espace” Konferans metni, 25 Kasım 2000
3- R. Girard, La violence et le sacre, Grasset, 1972, s. 42-48 (Şiddet ve Kutsal, çev. Necmiye Alpay, Kanat Kitap 2003)
4- Paradoksal bir biçimde, erkekler de kurban edilebilirler. Kutsallığı içselleştirmenin en iyi yolu, arkaik toplumlardan bu yana, en kutsal olanı kurban verebilmektir. Bu bağlamda, en değerli kutsalı korumak için, örneğin Devleti, ulusu korumak adına, en değerliler, erkekler -potansiyel kurbanlar olarak-, askerliğe gönderilirler. Toplum, en değerli varlıkları olan erkek çocuklarını kurban vererek (şehitler), kendi kutsallığını yeniden üretir. “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı/ Düşün altında yatan binlerce vatan evladını” dizelerinin hatırlattığı gibi toprak altında yatanlar sayesinde vatan kutsallaşır.
5- Homo-sacer; “ölüme açık çıplak hayat”, arkaik Roma yasası içinde bir figürdür. «Homo-sacer» olarak tanımlanan kişi, ağır bir suç yüzünden yargılanan kişidir. ; bu kişi ne kurban edilebilir (ilahi hukuk alanı) ne de öldürme cezasına çarptırılır (beşerî hukuk). Ancak bu kişiyi öldüren herhangi birisi de ceza görmez, yani ölüme açık bir hayattır. G. Agamben, Homo Sacer I, le pouvoir souverain et la vie nue, Seuil, 1997

*Doç. Dr., Işık Üniversitesi öğretim görevlisi