Kutsaldan yok oluşa: Yaban sığırının çok acıklı hikayesi

Sığır, bugün bir küfür olmuşsa, bunun kendini doğaya dışsal gören insanın takındığı aşırı kibirli tavırla mutlaka bir ilişkisi vardır.

Google Haberlere Abone ol

Sığırın bir küfür olmadığı, aksine, el üstünde tutulup uğruna özenli seremoniler düzenlendiği çağlar oldu yeryüzünde. Bu çağlarda sığırın ufuktaki çayırlarda otlaması, kafasını kaldırıp sırtını gererek etrafı kolaçan edişi, heybetli cüssesi, upuzun sivri boynuzları ve derinden gelen boğuk sesi insanda saygı ve yücelik hislerini uyandırıyordu. Hele ki bu canlının kızgınlık dönemlerindeki hareketli, saldırgan ve dizginlenemez halleri insanın uzaktan seyre daldığı özel anlardı. Büyülüyordu insanı…

Sığır (veya canlının insan eliyle hadım edilmiş ve tarım emeğine sürülmüş hali olan öküz) bugün bir küfür olmuşsa, bunun kendini doğaya dışsal gören insanın takındığı aşırı kibirli tavırla mutlaka bir ilişkisi vardır. Neolitik dönemde sığırı evcilleştiren insanlar işin bu noktaya gelebileceğini rüyalarında bile göremezdi. Dünya üzerinde bugün 1 milyardan fazla evcil sığır olması kırmızı etin beslenme kültürlerimizdeki global önemine dair pek çok şey söylüyor. Bu canlıyı kendimize tümüyle tabi kılmışız. İnsanın bir kölesi olmuş sığır. Doğumundan ölümüne kısacık yaşamının her anı vahşice insan eliyle kontrol edilmekte, doğar doğmaz annesinden koparılmakta, sütü acı içinde sağılmakta, zorla gebe bırakılmakta, antibiyotikli yemlerle hiç durmadan beslenmekte ve sonrasında kesime gönderilmekte. Neolitik dönemin insan-hayvan ilişkilerindeki nispi masumiyet günümüzde adına endüstriyel tarım denen barbarlık sistemine dönüşmüş durumda.

Çatalhöyük insanı Konya Ovası’nda Neolitik dönemde sürüler halinde yaşayan yabani sığırları için özel av etkinlikleri düzenlediler. Çatalhöyük’te sığır eti törensel olarak tüketilen önemli bir protein kaynağıdır. Ancak MÖ 6500’lere kadar evcil sığır etinin Çatalhöyük’te tüketilmemiş olması dikkat çekicidir.

BİYOLOJİK ANIT: BOS PRİMİGENİUS

Ataları iki milyon yıldır yeryüzünü kat eden bir canlı sığır. Genetik haritasında çok sayıda alt tür ve cins var. Bu yazıda benim üzerimde duracağım bunlardan bir tanesi: Bos primigenius. Yani yabani sığır.

Hemen belirtelim: Hiçbirimiz hayatımızda bu hayvanı görme şansına erişemedi, erişemez; çünkü bu canlının soyu MS 17. yüzyılda tükendi. Belirtmeme gerek var mı bilmiyorum ama elbette bu tükeniş insan eliyle oldu. Tarihte bilinen son yabani sığır Polonya’nın Jaktorów ormanında 1627 yılında doğal nedenlerle öldü. Böylece iki milyon yıl boyunca her türlü ortamına adapte olduğu dünyadan, sadece insana “adapte” olamadığı için gitti. Biz insanlar onun hatırasını “canlı” tutalım diye ona bir anıt diktik. İroni konusunda bizi hiçbir canlı geçemez, öyle değil mi? İşte bu nedenden dolayı hiçbirimiz Bos primigenius’u bir daha göremeyeceğiz. Atalarımızın onları izlediği gibi uzaktan izleyip hayranlık duyamayacağız.

Bos primigenius’un bir zamanlar kutsal bir varlık sayıldığını ancak arkeolojik kalıntılar ve duvar resimleri söyleyecek bize. Bugün bize yabani sığırdan kalanlar arkeolojik kazılardaki iskeletler, mağara ve duvar resimleri ile Orta Çağ’dan kalan az sayıdaki çizim. İnsanın soyunu tükettiği canlılar listesinde uzun zamandır öylece duruyor Bos primigenius. Bize açgözlülüğümüzü, bencilliğimizi ve kibrimizi anımsatan bir biyolojik anıt olarak.

ÖZÜR BORCUMUZ VAR

İzninizle sizlerin huzurunda bu canlıdan onun yaşam alanlarını çaldığımız ve soykırıma uğrattığımız için türüm adına özür dilemek isterim. Bos primigenius bunu hak etmedi. Hiçbir canlı etmedi, etmiyor.

İnsan denen varlık Paleolitik Çağ’dan bu yana ekolojik ortamı biçimlendiriyor, onu manipüle edip kendine göre düzenliyor. Gerektiğinde ormanları yakıyor, bazen hayvanlara tuzaklar hazırlıyor, tarım alanları açmak için ağaçları kesiyor, deniz kıyılarına dalyanlar kuruyor, derelere ağlar atıyor, kuşların yumurtalarını çalıyor, dağların yamaçlarını tarım teraslarıyla kesiyor, değerli bulduğu madenler için kayaları deliyor…

İnsanlık, yaşam mücadelesi içinde yaptığı zorunlu ve gerekli müdahalelerin dışında bir de lüks tüketim için aşırı avlanıyor, topluyor, tüketiyor. Bu aşırı tüketim Tunç Çağı’nda bazı hayvanların ve bitkilerin soyunun aşırı azalmasına, hatta tamamen tükenmesine yol açtı. Fildişi elde etmek için katledilen yüzlerce, binlerce Asya filinin durumunu anımsayalım. Veya Asur krallarının eğlencelerinde kullanılmak için katledilen onlarca, yüzlerce aslanı anabiliriz. Soyu tükenene kadar kesilen Lübnan sedirinin öyküsü de aklımızda veya elitlerin mor renkli pahalı kumaşlarını üretmek için milyonlarcası öldürülen dikenli salyangozlar.

Bugün hayvan kalıntıları, arkeolojik eserler, duvar resimleri ve kabartmalar olarak gördüğümüz tüm bu etkinlikler, adına medeniyet dediğimiz barbarlığın somut belgeleri olarak karşımızda duruyorlar. Bu yüzden Antroposen Çağ insanı artık geçmişe farklı gözlerle bakmak zorunda. İnsan merkezci olmayan, simetrik ontolojilerin öne çıktığı felsefeler tüm sosyal ve insani bilimler alanlarını etkilemiş durumda. Artık medeniyeti bir ilerleme hikâyesi ve insanın başarısı olarak görmek demode oldu. Canlıların gün be gün soyunun tüketildiği, atmosferin insan eliyle ısıtıldığı, ekonomik krizlerin, derin yoksulluğun, pandemilerin ve kitlesel göçlerin “yeni normal” olarak bize yutturulmaya çalışıldığı bir çağa insanın büyük başarısızlığı olarak bakmak gerekir zaten. İlerleme ise Aydınlanma Çağı’nın naif bir düşüncesi olarak tarihteki yerini aldı. Kapitalist mantığın gözü doymaz açlığı ve yedikçe fazlasını isteyen canavar hali gezegen canlılarını ve insanlığı dosdoğru olarak kendi sonuna doğru sürüklüyor.

Nükleer silahlar, fosil yakıtlar ve endüstriyel tarım insan merkezci ve kapitalist ideolojilerin yeryüzündeki utanç vesikaları. Utanç içinde olmak ise Antroposen Çağ’ın baskın duygu durumu. Bugün yaban sığırına karşı duyduğumuz utancı doğadaki hemen her varlığa doğru genişletmek mümkün. Hangi iklim kuşağında, hangi enlemde ve boylamda yaşıyor olursa olsun kentli, kibirli sözüm ona medeni modern insanın zulmünden kendini kurtarabilmiş bir canlı bulmak çok güç artık.

Neolitik dönemde kutsallık atfettiğimiz, hayranlıkla izlediğimiz, ancak özel törenlerde etini tükettiğimiz yaban sığırı, gel zaman git zaman insanın iflah olmaz hıncına maruz kalarak gittiği her coğrafyada soğukkanlılıkla katledildi. Polonya’da türünün son bireyi olarak gezinen Bos primigenius’un ağır hüznünü anlamıyor olabiliriz ama o bize hüzün dolu hikâyesini bırakırken, başta akıl ve zeka olmak üzere kibrimize ve kendimize atfettiğimiz her türlü olumlu özelliğe küfrettiğini duyar gibiyim. Antroposen bilinç sanırım artık küfürlerimizi de revize etmemizi gerektirir. Sığır değil, insan bir küfür olmalı bu dünyada…