Kutuplaştırma dili dolaşınca
İktidarın kapasitesinde ortaya çıkan sorunların, tabanı tarafından da görünür olduğu giderek daha iyi anlaşılıyor. En belirleyici kırılma, bütün sorunlarını çözmek yerine, “yok öyle şey” diyerek inkâr yolunu seçmesi. İkinci önemli kırılma, -muhalefet çevrelerindeki yaygın inancın aksine- işlediği demokrasi ve adalet kusurlarına destekçilerini ortak olmaya zorlaması. Üçüncü kırılma ise kutuplaştırma dilinin yukarıda özetlemeye çalıştığım kabalık ve saldırganlığıyla bağlantılı.
“Her şeyin ötesinde, bir kadından, bir bilim insanından söz ediyorsun. Terbiyeli olacaksın. Efendi olacaksın”. Meral Akşener, partisinin grup toplantısında Meclis kürsüsünden Cumhurbaşkanı’na diyor bunları. Ağzı hayli bozuk devrik ABD başkanı Trump da, “akıllı ol” demiş ve fazla bir ses çıkartılamamıştı ama muhtemelen bu sözler iktidar sözcüleri tarafından yakışıksız bulunacak, belki de hakaret sayılacak. Tıpkı Erdoğan’ın “yüreğiniz yetse” restleşmesine mektupla cevap veren öğrencilerin söylediklerinin hakaret sayılarak gözaltına alınması, tutuklanmasında olduğu gibi. Oysa herhangi bir kamu görevlisine “istifa et” demenin yürek işi olduğunu iddia etmek, içinde yaşanan rejimin adını koymak için fazla zahmete yer bırakmadığı gibi, bunu söyleyenin kendi pozisyonu hakkında “saygı ve ölçülülüğü” pek önemsemiyor olmasının işareti. Dokunulmazlık kalkanı ve sorumsuzluk zırhıyla, ister temel atma töreni ister Cuma namazı olsun, her mikrofon imkanında ortaya dökülen, hakaret ve mesnetsiz suçlamalar giderek daha da fütursuz bir seviyeye tırmanıyor. “İtibardan” tasarruf edilmesinin eksiklik görülmesi gibi, ölçülü veya saygılı olmak da zaaf kabul ediliyor.
Popülist kutuplaştırıcı dil, ezilen kalabalıklara iktidarı onlar için ve onlar adına istediğini iddia ediyor. Hak ettiklerini alamayanlara, kendilerinden esirgenenleri “ötekilerden” (elitlerden) alarak getirmeyi vaat ediyor. Ancak ne asıl derdi ne tercihleri ne de imkanları bunu sağlamaya uygun. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan düzene, sorun olarak bakmak yerine imkân olarak yaklaşınca başka türlü olması mümkün değil. Zaten hiç niyet edilmemiş iddialar ve vaatler ortada kalmaya mahkûm. Fakat “Allah affetsin, yapamadık, özür dileriz” diyecek değiller elbette. Vaat edilen eşitleşme üretilemeyince, geriye “ötekiler” üzerinde kurulacak üstünlük görüntüsü kalıyor. Üzerinde yükseldiği haset, hınç, kıskançlık ve öfkenin tatmini için yıkıcılık, baskı ve aşağılamayı somutlaştıracak gösterilere ihtiyaç duyuluyor. Bu yüzden, “kan emici elitler” dediklerini geçecek bir şatafatla, “itibarı” abartmak zorunda kalıyorlar. Bu yüzden, daha önceki bütün mağduriyet şikayetlerini fersah fersah geçecek bir baskı atmosferi yaratıyorlar. Bu yüzden, asgari saygı sınırlarını aşan bir kabalıkla “ötekileri” aşağılamaya mecbur gibi davranıyorlar. Şatafat, baskı ve kabalık, desteği alınan kalabalığa hediye gibi sunuluyor.
Kutuplaştırma siyasetinin sınıfsalmış gibi yaparak çizdiği sınırlar, yaşam tarzı ve moral semboller alanında ve kimlik eksenli biçimleniyor. Çok sık şikâyet edildiği gibi kurulamayan kültürel hegemonya, aslında bir türlü geçilemeyen kültürel fay hattındaki blokları oluşturuyor. Bu fay hattı, sadece eksik ve ezikliklerden kurulu bir mağduriyetin değil, zorla yaratılacak bir üstünlük iddiasının da sınırı. Bir türlü kazanılamayan “nihai zaferi” gösterecek bu sınır, aynı zamanda “öteki” istismarının devamını sağlayan motivasyonun da asıl kaynağı. Ayşe Çavdar’ın yazdığı gibi, kurulamayan kültürel hegemonyanın yerine inşa edilen “zihniyet hegemonyası” buradan besliyor: “Bir zihniyet, kabaca “kalıplaşmış bir düşünme, akıl yürütme yöntemidir. Kültür ne kadar dinamikse, zihniyet o kadar durağandır. Kültür ne kadar mücadeleci, mücadeleli ve dönüşüme, değişime neredeyse ‘mahkûm’sa, zihniyet o kadar otoriter ve kalıpçıdır. Şöyle diyebiliriz mesela: Kültür hayat bilgisi ise, zihniyet hayat ezberidir." Zihniyet, ilişki kurmuyor, temas imkanlarını aramıyor, sadece mesafeyi gösteriyor. Eşitlenmeye çalışmıyor, üstünlük sağlamak istiyor. Bu nedenle, abartılı, katı ve kaba olmak zorunda.
“Öğrencilerle görüşmeyi düşünür müsünüz” sorusuna “ne görüşeceğim teröristlerle” diye cevap verilmesiyle, “şahsın karısı” nitelemesi aynı kapıya çıkıyor. En yakınları tarafından bile yakışıksız bulanacak sözleri söyleyerek kimsenin aşağılanamayacağını görememek bir optik sorun değil. İktidar gücünü göstermenin ve popülist vaatleri karşılamanın yolu olarak bir zihniyet anahtarı kullanılıyor. İktidardakiler, destekçilerinin bile söylemekten utanacakları fütursuzluktaki baskı, tehdit ve kabalıkları icra ederek, bir tatmin üretebileceklerine inanıyorlar. “Elitlerden alıp size getirdiğimiz bir şey olmayabilir ama onlara hayatı dar ediyoruz” demenin yeteceğini hesaplıyorlar. Bu gösterilerde kullandıkları aktörlerin ve yöntemlerin meşruluğu kalmadıkça, dozu artırmak, ölçüyü kaçırmak zorunda kalıyorlar. Başarıyla sağlanmayan üstünlüğü, kaba bir aşağılamayla ve “efendilikten” mümkün olan en uzak yere çekilerek yaratmaya çalışıyorlar. Belki de “zihniyet hegemonyası”nı besleyen “azgın çelik çekirdeğin” sürükleyiciliğine fazla güveniyorlar. Elbette –“sen de eviriyor çeviriyor, lafı aynı yere getiriyorsun” denecek olsa da- muhalefetin, bunun makul gerekçeleri olabileceği fikrinden de cesaret alıyorlar.
İktidarın kapasitesinde ortaya çıkan sorunların, tabanı tarafından da görünür olduğu giderek daha iyi anlaşılıyor. En belirleyici kırılma, bütün sorunlarını çözmek yerine, “yok öyle şey” diyerek inkar yolunu seçmesi. Daha ileri giderek bunu iddia edenler önce yorgunluk, sonra nankörlük veya ihanetle etiketleniyor. Şikayetçi olanlara, vaatlerin aksine “elitlerin” elindeki telefonlar bile fazla görülüyor. İkinci önemli kırılma, -muhalefet çevrelerindeki yaygın inancın aksine- işlediği demokrasi ve adalet kusurlarına destekçilerini ortak olmaya zorlaması. Bunun sözcüsü olarak siyaset sahnesine çıkan partilerin henüz büyük oy parçaları kopartamamış olması, onların eksiğini gösterir ama bu dinamiğin olmadığı anlamına gelmez. Üçüncü kırılma ise kutuplaştırma dilinin yukarıda özetlemeye çalıştığım kabalık ve saldırganlığıyla bağlantılı. Popülistler tabanlarına vaat ettikleri iktidarı, “ötekilere” yaptıklarıyla ve “ötekilere” karşı ölçüsüz kabalıkla göstermeye çalışıyorlar. Bunu yaparken destekçilerini ortak yapmakla kalmayıp sebep olarak gösteriyorlar. İstanbul yerel seçimlerinde “Pontus” saldırısının veya çaldılar iddiasının gördüğü tepkiyi burada arayabiliriz. Rektör yardımcılığını kabul eden hocanın “utanmıyor musunuz” sorusuna verdiği “bir düşüneyim” cevabı tercih edilebilecek bir pozisyon değil sonuçta.