YAZARLAR

Kuyuya taş atanlar: Yargıtay

Bir anayasa değişikliği yerine yepyeni bir anayasa yazılsa elimizde yeni bir anayasa -2024 Anayasası- olacaktır ve bu 'yeni' anayasaya göre Erdoğan en az iki kere daha 'anayasal' olarak cumhurbaşkanlığı seçimlerine girme hakkına sahip olacaktır. Velhasıl-ı kelam 'yeni anayasa' Reistokrasinin devamı için 'gerekli' değil 'mecburi'dir.

TAŞI KUYUYA ATANLAR

Gezi Direnişi sonrası İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan iddianame 4 Mart 2019'da İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilmiş; 24 Haziran’da Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü'nde görülmeye başlanan davada Osman Kavala’nın da (ki aynı günlerde başka bir suç isnadı ile yeniden tutuklanacaktır) aralarında olduğu 9 sanığın beraatına, firari sanıkların dosyalarının da ayrılmasına hükmedilmişti.

İstanbul 30. Ağır Ceza’da görülen Gezi Davası daha sonra Çarşı Davası vb. gibi davalarla da birleştirilerek İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülmeye başlanır. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, 25 Nisan 2022 tarihindeki karar duruşmasında Osman Kavala hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis, Can Atalay’ın da aralarında bulunduğu diğer sanıklara ise 18'er yıl hapis cezası verir. Zaten tutuklu olan Kavala dışındakiler de bu kararın akabinde tutuklanırlar.

14 Mayıs 2023 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde, henüz hakkındaki yargı kararı onanmayan (yani bir “hükümlü” olmayan) “tutuklu” sanık” Can Atalay, Türkiye İşçi Partisi’nden Hatay milletvekili seçilir; avukatları, Atalay’ın mazbatasını Hatay Adliyesi’nden aldıktan sonra tahliyesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvururlar. 13 Temmuz’da Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Atalay'ın tahliyesi ve hakkındaki yargılamanın durması istemini reddeder.

Can Atalay’ın avukatları bir hafta sonra (20 Temmuz) Bireysel Başvuru Hakkı’ndan yararlanarak “seçilme ve siyasî faaliyette bulunma" hakkının, tahliye talebinin reddedilmesi nedeniyle de "kişi hürriyeti ve güvenliği" hakkının ihlâl edildiğini öne sürerek Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) Atalay adına başvuruda bulunurlar.

28 Eylül 2023 tarihinde Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Can Atalay’ın da aralarında bulunduğu sanıkların mahkumiyetlerini onar. 25 Ekim’de ise AYM, Atalay’ın seçilme hakkı" ve "kişi hürriyeti ve güvenliği" haklarının ihlâl edildiğine karar vererek, tahliye kararını uygulamaya koyması için kararını İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderir; İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ise 30 Ekim’de dosyada karar verme yetkisinin Yargıtay'da olduğunu belirterek dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesi'ne gönderir.

İşte olayın bir “hukuk” olayı olmaktan çıkıp da kuyuya atılan taşa dönmesi de bu süreçten sonra olacak; Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi, AYM’nin TİP Hatay Milletvekili Can Atalay hakkındaki ihlâl kararına uyulmamasına, Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesine ve nihayet ihlâl yönünde oy kullanan AYM üyelerine karşı suç duyurusunda bulunulmasına hükmedecektir.

TAŞI KUYUDAN ÇIKARMAYA ÇALIŞAN KIRK AKILLI

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin aldığı kararın, değil evrensel hukuk mantığıyla, Türkiye’nin hukuk kodeksiyle bile uzaktan yakından alakası olmaması elbette ki hukukçuların ağızlarını açıkta bıraktı. Yargıtay Onursal Başkanı -eski başkanı- Sami Selçuk, Yargıtay’ın bu kararına “Yargıtay'da böyle bir karar verilebileceğine ben inanmıyorum. Bu olamaz.” şeklinde tepki gösterdi.

Eski AYM Başkanı Haşim Kılıç da Yargıtay’ın kararını abesle iştigal ve akıl tutulması olarak tanımladı.  Türkiye Barolar Birliği yayınladığı açıklamada Yargıtay’ın bu kararının bir “anayasal düzeni değiştirme teşebbüsü” olduğunun altını çizdi. Anayasa hukukçusu İbrahim Kaboğlu Hoca İstanbul Barosu önünde meslektaşları ile birlikte yaptığı açıklamada “Bu bizim için, hukukçular için utanç vericidir ama bu utanç verici karardan bizden daha çok utanç duyup rahatsız olan mahkeme, AYM’dir. AYM, hukuku ortaya koyup Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu bu büyük siyasal skandala son noktayı koyacaktır.” dedi.

Serap Yazıcı Özbudun Hoca TBMM’deki konuşmasında böyle bir kararın alınmasının neden mümkün olamayacağını anlattı. Sadece Serap Hoca değil, CHP milletvekili ve hukukçu Sibel Suiçmez de TBMM’de “Bilal’e anlatır” gibi böyle bir kararın alınmasının imkansızlığını anlattı. AKP sıraları Sibel Hanım’ın anlattıklarına değil, anlatılanların Bilal Erdoğan’ın bile anlayacağı şekilde söylenmesine tepki gösterdiler.

AKP’nin eski bakanlarından Hüseyin Çelik bile karara sosyal medyadan tepki gösterdi: “Yıllar yılı Vural Savaş, Sabih Kanadoğlu, Yekta Güngör Özden, Nuh Mete Yüksel ve benzerlerinin başını çektiği, vesayetçi güçlerin güdümündeki Kemalist militan yargıdan çektik. Tam vesayetler kalktı derken, bu sefer biz kendi militan yargımızı oluşturduk. Helal olsun bize!”

Listeyi uzatmak mümkün. Ne karara tepki gösteren tüm hukukçuları anasım var ne de bu hukuk insanlarının Anayasa’nın 153. Maddesi’ni hatırlatarak söylediklerinden, ne Yargıtay’ın AYM üyelerinin yargılanması ile ilgili kararının fiilen ve hukuken uygulanmasının imkansız olduğunu anlatmalarından, ne AYM’nin anayasal yargı ve hukuk devletindeki öneminden bahsetmelerinden ne de AYM’ye bireysel başvuru hakkının AKP döneminde getirilmiş bir hak olduğunun altını çizmelerinden vb. bahsedesim var. Çünkü gerek yok. Çünkü bu değerli hukuk insanları Yargıtay’ın kuyuya attığı taşı çıkarmaya çalışıyorlar. Oysa konu hukukî değil, siyasî.

BİR HUKUK KRİZİ YOK, 'KAMU OYU' YOKLAMASI VAR

Ben Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin aldığı kararın hukuk dili ile yorumlanmasının mümkün olduğunu düşünmüyorum; hatta bunun gerekli olduğunu da düşünmüyorum. Hukuk insanlarının açıklamaları önemsiz mi? Asla, demek istediğim o değil. Ben Yargıtay’daki karara imza atan ve İstanbul Barosu avukatlarının haklarında “Hatay Milletvekili ve Baro… Üyesi Av. Şerafettin Can Atalay’ın bireysel başvurusuyla ilgili AYM tarafından verilen hak ihlâli kararını yerine getirmemek suretiyle, yargıya duyulan güveni zedeledikleri, ‘görevi kötüye kullanmak’ ve ‘kişiyi hürriyetinden yoksun kılmak’ suçunu işledikleri gerekçesiyle Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu’na suç duyurusunda bulundu[kları]” Başkan Muhsin Şentürk ve üyeler Hakan Yüksel, Mustafa Doğru, Şerafettin Saka ve Mustafa Karayıldız’ın* “hukuken yanlış” bir karar verdiklerini düşünmüyorum. Farklı bir ifade ile bu hukuk insanları oturmuşlar da sehven veya hukuku bilmedikleri, yanlış yorumladıkları vb. için bu kararı almış değildirler.

Bu beş üyenin bir hukuk fakültesi ya da bir iktisadi idari bilimler fakültesi siyaset bilimi 1. Sınıf öğrencisinin bile bildiği, bilmek zorunda olduğu basit, sıradan, bir temel hukuk bilgisine sahip olmadıklarını düşünmemiz ya da bu üyelerin yazdıkları bu kararı bir kere bile okumadan yanlışlıkla imzaladıklarını düşünmemiz mümkün mü? Buna inanmıyorum; o nedenle de ortada bir hukukî krizin değil, bir siyasî projenin olduğunu ve bunun yürürlüğe sokulduğunu düşünüyorum.

YENİ ANAYASA’NIN, YENİ ANAYASA MAHKEMESİ: BİR KAMUOYU YOKLAMASI

2023 seçimlerini kazanarak üçüncü defa ama ikinci kere Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın siyasî hayatına devam edebilmesinin tek yolu var: Yeni bir anayasa. “Yeni Anayasa” kapsamlı bir “Anayasa değişikliği”nden çok farklı bir şey. Farz-ı mahal, mevcut 1982 Anayasası’nın toplam 100 madde olduğunu düşünelim ve bunun 99 maddesinin bir Anayasa değişikliği ile bir defa da değiştirildiğini farz edelim. Böyle bir durumda neredeyse tamamı değiştirilmiş bile olsa elimizde “yeni bir anayasa” olmayacak; 100 maddesinden 99’u değiştirilmiş bir “1982 Anayasası” olacaktır. Devam edelim. Bir anayasa değişikliği yerine yepyeni bir “2024 Anayasası” yazılsa ama bu 100 maddelik “yeni” anayasasının yine farz-ı mahal 99 maddesi 1982’ninkiyle birebir aynı olsa da artık elimizde yepyeni bir anayasa -2024 Anayasası- olacaktır ve bu “yeni” anayasaya göre Erdoğan en az iki kere daha “anayasal” olarak cumhurbaşkanlığı seçimlerine girme hakkına sahip olacaktır. Velhasıl-ı kelam “yeni anayasa” Reistokrasinin devamı için “gerekli” değil “mecburi”dir.

Bu anayasa sürecinin “kazasız belasız” (!) atlatılabilmesi için iki şey gerekiyor kanısındayım. İlki, AYM’nin bloke edilmesi ya da şöyle ifade edeyim; bu (yepyeni) anayasanın tam da Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın keyiflerine göre dizayn edilebilmesi için AYM’nin görev ve yetkilerinin bloke edilmesi, böyle bir riskin minimize edilmesi, AYM kararlarına “uyulmayabileceğinin” de kamuoyuna gösterilmesi, bir nev’i, “Mağrur olma Anayasa Mahkemesi, senden büyük Yargıtay var!” düsturunun zihinlere kazınabilmesi, bu yolun açılması, bu yolun normalleştirilmesi gerekiyor. İkincisi ise 31 Mart seçimlerinde büyük şehirlerin CHP’den alınması. Cumhur İttifakı’nın böyle bir “başarısı”(!) 14-28 Mayıs seçimleri ile iyice cılızlaşsa da CHP’deki görev değişimiyle az biraz palazlanan toplumsal muhalefeti iyiden iyiye suskunlaştıracak. AYM kararlarına uyulmamasının normalleştirilmesi de hem Reistokrasi’yi, tek adam iktidarını, iyiden iyiye kurumsallaştıracak bir yeni anayasanın yazılmasını hem de bu süreçte ortaya çıkabilecek tek tük itirazların AYM engeli de aşılarak bastırılabilmesi sürecini kolaylaştıracaktır.

Elbette bu bir niyet okuması; elbette elimde yukarıda iddia ettiklerimi “ispat” edebileceğim bir kanıtım yok. Yok ama bu kararın bir hukukî karar değil, siyasî bir karar olduğunu düşünmemiz için az da verimiz yok: Bir “hukukçu”nun hukuk kariyerini mahvedebilecek kadar tuhaf ve vahim bir kararı hiç çekinmeden, endişe duymadan yazabilen hukukçularımız ve ikinci olarak da bu kararın “dahi” hukukî olduğuna inanmamızı, AYM’nin kararlarının da “uygulanmayabileceğine” inanmamızı, AYM’nin “yargısal aktivizm yaptığına” inanmamızı, AYM kararlarının uygulanması konusunda ısrar edenlerin Türkiye’nin “Milli Yargısının Batıcı ve neo liberal yargı anlayışlarına” kaymasını isteyenler olduğuna inanmamızı isteyen bir siyasî iktidar var.

Sanırım bu sürece direnmenin ilk adımı inanmamız istenenlere inanmamakla başlayacak.

Keyifli günler…

* İsimleri Sera Kadigil’in açıklamasından aldım.


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.