Kuzguncuk bahçelerinde

Markırit Atmaca'yla Kuzguncuk'u konuştuk. Atmaca, "Keşke Kuzguncuk’un adını değiştirseler. Cahilce bir cesaret ile Kuzguncuk güzellemesi yapıyorlar. Günümüzde Kuzguncuk diye bir yer yok!" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - O bahçeden geriye birkaç şey kalmıştı… Duvar dibi boyunca sürüp giden turunç ağacı, henüz olgunlaşmamış bir asma, erik ağacı, elma ağacı… Bahçede dolaşan kırmızı güneş ipliklerini açan eller Varsen Yaya’nın mıydı, yoksa onun gülüşünü yüzünde saklayan Markırit Hanım’ın mıydı? Hatırlayamıyorum…Bostan, gece boyunca yağan yağmurdan sırılsıklam olur, dükkân tentelerinden, çatılardan sızan yağmur uzun süre kalırmış İcadiye Caddesi’nde. Kar, çocukların top oynadığı arsaya gelirmiş önce; güneş, semt berberinin sandalyesinin arkasına attığı havluya… En çok öğle vakti uğrarmış bu semte. Bir nehir yatağını izler gibi, yokuşu çıkın. Semtin uzayan gölgesinin peşinden gidin. Güneyi ve geleceği yönlerden çıkarın. Tek bir anı bile almayın yanınıza. Kuzguncuk’ta yaşanan ne varsa burada kalsın.

Markırit Atmaca ve annesi Varsen Oruncakcıel 

GÖZ TANIĞI KULAK MİSAFİRİ: LÂLELİ YILLARI

Oruncakcıel ailesinin adı her ne kadar Kuzguncuk ile özdeşleşse de onların İstanbulu, 50’li yıllarda Lâleli’de başlar. Tesadüf bu ya, Lâleli’nin en kendine özgü sokağının adı âdeta bu aileyi tarif ediyordur: Azimkâr Sokak. Çalışkanlıklarından dolayı etraflarından çok takdir gören Varsen ve Mardiros (Oruncakcıel) çifti, üç çocuğu (Bedros, Knar, Markırit) ile birlikte Türkmen Apartmanı, 95 Numara’ya yerleşirler. Markırit (Atmaca), ailenin en küçük çocuğu olmasına rağmen, o yılları ayrıntılarıyla hatırlar: “Malatya, Salköprü Mahallesi’nde yaşıyorduk. 50’li yıllarda ailem İstanbul’a taşınmaya karar verdi. Akrabalarımız, tanışlarımız da Lâleli’de oturduğundan dolayı biz de yaşamak için bu semti seçmiştik. Lâleli, Ermeniliği yaşayabildiğiniz bir yerdi. Güzel komşuluklar yapılır, beyler Kapalıçarşı’daki işlerine uğurlanır, hanımlar birbirine sabah kahvesine gider, pazara gidilir… Böyle bir semtti. Lâleli’de Rumlar da otururdu. Annem, enginarı ilk defa Rum komşusundan öğrendi. O güne kadar biz Anadolu Ermenileri enginar nedir, bilmezdik… Annem ve babam evliliklerinin ilk yedi yılında Arapgir’de (Malatya) yaşamışlar. Arapgir’de sebze çeşidi azdır. Fasulye yaprağına ayva, kiraz yaprağına sarma sarılır. Arapgir’in üzümü meşhurdur, Arapgirli Ermeniler o üzümden şarap yaparlar. Annemin babasının evinde hem şarap hem peynir yapılırmış. Hatta öyle ki yemekten sonra, şarap ve peynir ikrâm etmek adettenmiş. Büyükbabam, ‘Bu kadar karlı yollardan geldiniz, hele bir şarabımızı için’ diye konuklarını ağırlarmış. Babam da bu şarap geleneğine Arapgir’de alışmış. İstanbul’a yerleştikten sonra da alışkanlığını devam ettirmiş. Lâleli’de pazar kurulur, annem oradan kasa kasa üzüm alır, şarap yapardı. O yıllarda ben Lâleli Koca Ragıp Paşa Okulu’na, ablam Knar, Anarad Hığutyun İlköğretim Okulu’na, ağabeyim Bedros da Sultanahmet Ticaret Lisesi’ne giderdi. Tesadüf bu ya, meğer Koca Ragıp Paşa da Arapgirli’ymiş! Hatta meşhur bir sözü varmış: ‘Olamazsın beş beldenin birinden. Arapgir’den, Darende’den, Eğin’den, Divriği’den ,Gürün’den’. Biz üç çocuk, okuldan gelince ilk iş çatıya çıkar, şarabın tadına bakardık. Ev sahibi bu patırtılarımızdan rahatsız olurdu. ‘Yavaş inin, gürültü yapmayın…’ diye bizi sürekli uyarırdı. Bu duruma çok sinirlenen babam da ‘Ben çocuklarıma laf söyletmem!’ diyerek, günün birinde taşınma kararı aldı. Lâleli günleri yavaş yavaş kapanıyordu”.

Knar'ın doğum günü, Kuzguncuk. Sağdan üçüncü Knar, soldan üçüncü Markırit kardeşler. Fiyonklu olan Verjin Sirunyan.

KUZGUNCUK, YAKINDAN

1962 yılında Mardiros Bey ve Kapalıçarşı’dan arkadaşı Hüseyin Bey, iş ortaklıklarını komşuluğa da taşımaya karar verirler. Kuzguncuk Bozacı Sokak’ta yan yana iki arsa satın alırlar. Ne var ki, işler istedikleri gibi ilerlemez, bu kez Çarşı’daki hesap eve uymaz! Hüseyin Bey’in eşi Kuzguncuk’u beğenmez, “köy gibi” bulur. Bunun üzerine Mardiros Bey, ortağının arsasını da satın alır. Kendi arsalarına bir ev yaptıracaklar, kalan arsayı da “çiftlik” yapacaklardır. Çiftlik… Yani geniş bir bahçe…Tıpkı Arapgir’de olduğu gibi! Öyle de olur. Altı ay içinde evlerini yaptırıp, taşınırlar. Kuzguncuk’la birlikte ailenin hayatında yeni bir sayfa açılır. Yahudilerle tanışırlar: “Biz o zamana kadar Yahudi kimdir, nedir bilmiyorduk. Anadolulu bir Ermeni aile olarak hayatımızı devam ettiriyorduk. Kuzguncuk, bizim için bir dönüm noktasıydı. Ev yaptırılırken annem de, babam da inşaatın başında durdular. Her gün yeni bir Yahudi komşuyla tanışırlardı: Öjeni, Sol, Yako… Öjeni, babamla ahbap olmuş. Babama demiş ki, ‘Mösyö Mardiros, ufak, tatsız, kötü bir evde oturuyorum. Bu ev bitince giriş katını kiralamak istiyorum’. Öyle de oldu! Öjeni ve Jack Razon çifti, kızları Ester, Sarika, Tunika ile birlikte bizim eve taşındı. Sonrasında bir de oğulları oldu: Mando! Jack işten eve, evden işe bir adamdı. Kimsesi yoktu. Tatil gününü de gazete okuyarak geçirirdi. Öjeni tutkuluydu, çalışkandı, aynı ölçüde de para harcamayı severdi. Maddi anlamda en çok zorlandığı zamanlarda bile saçlarını yapılmamış görmedim”.

Varsen Yaya, Öjeni ve bebek Mando

Öjeni, Kuzguncuklu kadınların terzisidir. Markizetler, muareler, emprimeler önce Öjeni’nin elinden geçer. En iyi müşterileri, mahallenin “üç güzeller”idir: Nilüfer, Feryal ve Hülya. Hülya, kardeşlerin içinde en göze çarpanıdır. Mahallelinin “dal gibi inceydi, çok zarifti” diye hatırladığı Hülya, yıllar sonra Hülya Koçyiğit olarak Yeşilçam’da ünlenir: “Nilüfer, samimi arkadaşımızdı, bizim evden çıkmazdı. Bence içlerinde en güzeli Nilüfer’di. Sık sık evde yalnız kalır, korkar, bize gelirdi. Feryal, daha kendi hâlinde bir çocuktu. Hülya ise, bambaşkaydı. Ankara’da konservatuvarda okurdu, bale yapardı. Zarif, kibar, görgülü… Ankara’dan Kuzguncuk’a gelmesi gitmesi ayrı bir olay olurdu. Yavaş yavaş ünleniyordu. 60’lı yılların başındaydık… Metin Erksan, ‘Susuz Yaz’ filmini çekiyordu. Hülya Koçyiğit de başroldeydi. O filmin bütün kostümlerini Öjeni dikmiştir. Günlerden bir gün Hülya, elbise provasına geldi. Bütün mahalleli bizim evin önüne toplandı. Bozacı Sokak’ta adım atacak yer yoktu. Hülya, yoğun ilgiden, kalabalıktan çok bunaldı. ‘Lütfen içerde prova yapalım Bayan Öjeni’ dediğini hatırlıyorum. Öjeni, geceler boyu çalıştı, kostümleri zamanında teslim etti. Film de büyük başarı yakaladı. Bostanın karşısında, şimdi otopark olan yer şahane bir açık hava sinemasıydı. Kışın da Üsküdar Sunar Sineması’na giderdik. Susuz Yaz gösterime girdiğinde mahallecek toplandık, Sunar Sineması’nda filmi seyretmeye gittik. Kostümleri gördükçe seviniyoruz: ‘Aaaa bunu gördüydük, aaa bunun düğmeleri dikilirken ben akşam oturmasına Öjeni’ye gittiydim’. Biz Kuzguncukluların sesi, filmin sesini bastırıyordu.”

SABUN, KOLONYA, İĞNE, İPLİK, KARTİKAS...

Maharetli Öjeni, evi terzilikle geçindirirken, kocası Jack da Sultanhamam’da bir parfümeride çalışır. Aileye yeni katılan bebekleri ile birlikte geçim sıkıntıları da artar. Öjeni, ailesini ayakta tutmak için ek işler yapmaya başlar. İcadiye Caddesi’nde yıllardır boş duran bir dükkânı kiralar. Terzi Öjeni, Kuzguncuk’un tuhafiyecisi olur: “Öjeni, tuttuğunu koparan bir kadındı. Dükkân açmayı kafasını koymuş. Bizimkilere geldi, ‘Mösyö Mardiros, Madam Varsen…Bana yardım edeceksiniz. Ben bir tuhafiye açıyorum’. Hemen o dükkân tutuldu, el birliği ile içi donatıldı: Sabun, kolonya, iğne, iplik, firkete farbela… Ne gerekiyorsa! Geriye tek bir sorun kaldı: Bebek Mando’ya kim bakacak? Annem bu işi de üstlendi. Mando, annemin elinde büyüdü. Veresiye defterindeki borçları tahsil etmek benim işimdi. Okul çıkışı Öjeni’nin dükkânına uğrardım. Diyelim ki kıştayız, diz boyu kar… Yine de bu görevimi aksatmazdım. O günlerden kalma bir tat var hafızamda. Karakış… Öjeni dükkânın içinde bir mangal yakmış, onunla ısınıyor. Ben de karlara bata çıka, harçlığımdan artan parayla bakkaldan çikolata almışım. Öjeni’ye gidiyorum… Onda da bir ekmek mutlaka olurdu, ikiye bölüp, mangalın üstünde kızartırdık. Arasına da benim çikolatayı koyardık. O çikolata erir, şölen sofrasına o tat değişilmez. Öyle güzel şenlik olurdu ki bizim için. Tadı damağımda hâlâ! Dükkânın yerini de hatırlıyorum. Günümüzde artık bir zeytinyağcı!”

Oruncakcıel ve Razon ailesinin ilişkisi günümüz ev sahibi-kiracı ilişkisinin çok ötesindedir. Pazar günleri Razon’lara Nişantaşı’ndan akrabalar gelir, “kartikas” oynanır. Öjeni, ne yapar eder, kısıtlı bütçesine rağmen dört başı mamur bir sofra kurmayı başarır. Bu buluşmalarda başköşe her zaman Mösyö Mardiros’undur. Bu komşuluk uzun yıllar, tek bir gün bile kırgınlık yaşanmadan sürer. Öjeni, günün birinde çocuklarının geleceği için daha iyi olacağı düşünerek Şişli’ye taşınmaya karar verir. Ne tesadüf ki, yine Oruncakcıel ailesinin kiracısı olur. Yıllar geçer… Adresler değişir, dostlar dağılır, hayatlar savrulur… İki aile birbirinden bir daha haber alamaz. Öjenilerin Kuzguncuk’taki evine ise, kız kardeşi ile birlikte Hadi Çaman taşınır. Mahalleli onları da çabuk benimser: “Hadi Çaman’ın demir somyası vardı, onun üstünde yatardı. Pirelenmiş… Somyasını bahçeye çıkarmış, süpürüyor…Babam da üst kattan onu izliyor. Sonunda babam dayanamadı, ‘Oğlum senin bir şeyden haberin yok. Pire süpürülmez. Yakacaksın!’ dedi. Patırtıyı duyan komşular bizim bahçeye geldi… Başladı bir şenlik! El birliği ile o somya yakıldı… Böyle bir tantana, şamata görülmemiştir!”

YAZ BAHÇELERİNDE...

Oruncakcıel ailesinin bahçesi, renkleri, kokuları, bütün güzelliği ile semt içinde âdeta yeni bir iklim yaratır: “Babam sabahın 5’inde bahçeye inerdi. Dereboyunda oturan Şaban Usta, bahçe işlerinde babama yardım ederdi. Birlikte çalışırlardı. Okuldan geldiğimizde bahçede dağ gibi bir domates yığını bizi karşılardı. Saatlerce uğraşmışlar, tek tek dalından toplamışlar, yine de bitirememişler. Bu yarı çiftlik yarı bostan bahçemiz bütün Yahudi komşuların dilindeydi. Çünkü annem orada tam bir Arapgir hayatı kurmuştu: Ağaçlar, çiçekler, kuzular, köpekler, kuşlar… Komşular bu kadar çok domatesi ne yapacağımızı merak ederlerdi. Annem ise, komşularımızı da bu hayata dahil etmeye çalışırdı. Haber gönderirdi: ‘Gelin, domates toplayın!’ Onlar da anlamazlardı, ‘Madam Varsen, bu kadar çok domatesle ne yapılır ki?’ derlerdi. Tabiİ ki salça!

Annem hepsine domates salçasını öğretti. Bahçeye iki kazan kurulurdu… Annemin ahbabı çoktu, el birliği ile her işin üstesinden gelirlerdi. Salça nasıl yapılır, size öğreteceğim derdi. Anadolu Ermeni yaşantısını, Kuzguncuk Yahudisine tanıtmayı, öğretmeyi kendine misyon edinmişti. Onlar ise önce burun kıvırdılar, zor iş dediler… Sonra alıştılar. Hepsi salça yapmaya başladı. Annem de onlardan çok şey öğrendi. Kırmızı ruj sürmeyi Öjeni’den öğrenmiştir! Gelincik balığını Yahudi komşulardan öğrendik. Bir balıkçı cumaları Kuzguncuk’a hususi olarak gelincik balığı getirirdi. Bu işi daha sonra, Haham Moiz yapmaya başladı. Moiz Bey, Hahamlığı bıraktıktan sonra, bakkallığa başlamıştı. Bir gün biz de bu balıktan yemek istedik. Satın aldık ama elimizde tutamıyorduk, çok kaygandı. Düşürüyoruz, korkuyoruz… Öjeni hâlimizi görünce bize çok kızdı. Becerikli elleri ile gelincik balığını kavradı, nasıl tutulduğunu gösterdi. Biz bir daha da bu işe kalkışmadık. Yıllar sonra geriye dönüp bakıyorum. Düşünüyorum… Bozacı Sokak, Kuzguncuk’un en kendine özgü, Yahudiliği hissedebildiğin, yaşayabildiğin sokağıydı. İnsanlar birbirine emek verirdi, komşuluğa, dostluğa emek verirdi. Dolayısıyla birbirini sahiplenirdi. Hiç kimsenin kötü bir niyeti olmadı birbirine. Karşılıklı bir iyi niyet vardı. Biz Kuzguncuk Yahudiliğinin sonuna yetişmiştik. Bizim yerimizde başka bir Ermeni aile olsa bu kadar dostane ilişki kurulur muydu? Kanımca hayır… Bu bizim Anadolu Ermeniliğimizin sıcaklığının yansımasıydı”.

Kuzguncuk’ta her sokağın kendine özgü kokuları ve sesleri vardır. Bozacı Sokak’ta sadece Yahudiler yaşamaz. Pandelli, Marika ve Eleni kardeşlerin evlerinden taşan sesler sokağı doldurur. Hem de ne ses!: “Pandelli gitar çalardı. Babam sofrasını hazırlamış, kerahat vakti gelmiş…Dalından bir kayısı koparır, rakısından bir yudum alır, karşımızdaki eve doğru seslenir: ‘Pandelli, tıngırdat bakalım şu gitarını da neşelenelim!’ Pandelli başlar, derken bir başkası katılır. Bu tantananın içinde rakının nasıl bittiği anlaşılmaz. Babam beni bi koşu Bakkal Melkon’a gönderir… Günümüzde Kastamonu Pazarı’nın olduğu yerdeydi bakkal, gece yarısı bile olsa açıktı, güvenlikliydi. Gider, geliverirdim... Eleni de Kuzguncuk’taki ilk çocuk yuvasının sahibiydi. Evlerinde profesyonel anlamda çocuk bakardı. İçlerinde en erken Eleni vefat etti. ‘Koliva’nın ne olduğunu bu vesîle ile öğrendik. Türk komşularımız da vardı. Zakire (Büyükfırat) en sevdiğimiz arkadaşlarımızdandı. Annesiyle birlikte hemen her gün bize gelirlerdi. Zakire çok güzel Rumca öğrenmişti. Bize Rumca şarkılar söylerdi. Her sene 1 Mayıs’ta mahallenin bütün kadınları toplanır, Fethi Paşa Korusu’na pikniğe giderdik. Biz genellikle Sirun ailesinin fertleri ile yan yana olurduk: Madam Anahid, Sirun, Pareğam, Verjin… Bu aile Kuzguncuk’ta piyano sesi ile özdeşleşmişti. Hepsi çok iyi piyano çalardı. Bağlarbaşı Surp Haç Kilisesi’nin korosundalardı. Bazı akşamlar yemekten sonra Sirunyan ailesine konuk olur, piyano dinlerdik. Cumhuriyet Bayramı’nda tak kurulurdu, fener alayı yapılırdı. Komşumuz Hayko, böyle günlerde bize göz kulak olurdu. Onlardan geriye özlenişleri kaldı!

Kuzguncuklular Yakacık'ta piknikte. Beyaz gömlekli Mösyö Mardiros. Hemen yanında Ojeni'nin dayısı, Levent Gaz Fabrikası Sahibi Levent Bey, Öjeni'nin babası Hayim Rodik ve Bozacı Sokak sakinleri .

60’lı yıllarda Kuzguncuk’ta hayat böyle geçerdi. Bahçeler, avlular, kapı önleri, ev içleri buluşma noktasıydı. Şimdiki gibi kafe-bar-lokanta yoktu. Bence bunun nedeni Yahudilerin ‘kaşer’ kurallarıydı. Mekân sahibi kaşer satmıyorsa, kime, ne satacak? Tek bir meyhane hatırlıyorum: İsmet Baba. Babamın yakın ahbabıydı, Nakkaştepe yokuşunda otururdu. Babam, İsmet Baba’nın Meyhanesi’nde zamanı unutmuşsa, annem devreye girerdi. Biz çocukları yollar, babamı eve çağırırdı. İsmet ile babam meyhaneyi beraber kapatırlar, yokuşu beraber çıkarlardı. Hayat çok renkli, çok büyülüydü.... Şimdi diyorum ki, keşke Kuzguncuk’un adını da değiştirseler. Cahilce bir cesaret ile Kuzguncuk güzellemesi yapıyorlar. ‘Ezan, çan ve hazan yan yana’ diyorlar. Bu sadece geçmişte yan yana bir zaman geçirildiğini anlatır. Günümüzde bunun karşılığı yok! Günümüzde Kuzguncuk diye bir yer yok!”

Marika, Öjeni, Pandelli, Sol, Yako, Mardiros, Varsen…. Giderek çok yakından tanıdığım birilerine benzediler. Dalını değiştiren birer kuş oldular, uzakta kalan bahçeden birer birer geçtiler. Turunç reçelinin ölçüsünü unutmadım, sığırcıkların şafağa katılmasını, gelincik balığının yönünü hatırlıyorum. Sessizce bekleyen, uzak yıldızların ısıttığı birkaç sap otun peşinden gidiyorum… Gölge yüklü su birikintisinde yüzümü arıyorum.