La historia me absolvera: 'Tarihe not düşmek için geldim'
Kılıçdaroğlu'nun savunması siyasi belleğimize, birkaç örneğini verdiğim savunma/manifestolardan biri olarak kaydedildi bile: Tüm hataları, eksikleri, yanlışları, başarısızlıkları, yenilgileri, hırsları… her şey, her şey bir yana bir 30-40 yıl sonra “Kılıçdaroğlu” dendiğinde aklımızda bir Adalet Yürüyüşü bir de geçtiğimiz haftaki Savunması kalacak.
Komutan Fidel ve yoldaşları diktatör Batista'yı devirmek için 26 Temmuz 1953 günü Moncada Kışlası'na 165 arkadaşıyla bir baskın düzenlerler; başaramaz, tutuklanırlar. 16 Ekim’de mahkemeye çıkan Fidel, savunmasını ‘Sayın yargıç siz beni mahkûm edin! Tarih beni beraat ettirecektir!’ cümlesiyle bitirir.
Fidel bu davada 15 yıl hapse mahkûm oldu. Üç yıl hapis yattıktan sonra hapis cezası sürgüne dönüştürüldü; 5 Mayıs 1955'te tahliye oldu. Moncado Kışlası Davası Ocak 1959’daki Küba Devrimi’nin mihenk taşlarından biri olarak tarihe geçti..
Bazı savunmalar vardır ki tarihe not düşerler; savunma değil birer manifesto gibidirler. Comandate Fidel’in 1953 Ekim’indeki Moncada Kışlası Savunması gibi, Türkiye devrimci mücadelesinin “en hızlı yüz metresini koşan” Deniz’in “Tarih evvelce bunu yapanları nasıl temize çıkarmışsa bizi de temize çıkaracaktır, buna da inanıyoruz!” dediği THKO-1Davası Savunması (16 Temmuz-9 Ekim 1971) gibi. Ama, ama, ama -hiç tartışmaya gerek yok ki- manifeto/savunma denince akla, 500'ler Meclisi’nin kararıyla MÖ 399'da infaz edilecek olan 70 yaşındaki Sokrates’in Savunma’sındaki son sözleri gelir: “Artık ayrılma vakti geldi çattı, ben ölmeye, sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyorsunuz. Hangisinin daha iyi olduğunu sadece tanrı bilebilir.” Sahneye çıkınca “ete kemiğe bürünüp Soktates diye görünen” Özgür (Başkaya) çok güzel anlatır/oynar bu Savunma’yı tiyatro oyununda.
DİXİ ET SALVAVİ ANİMAM MEAM
Marx, Mayıs 1895’te yazdığı Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi’ni bu sözlerle bitirir: Dixi et salvavi animam meam (söyledim ve ruhumu kurtardım.) Kılıçdaroğlu’nun geçtiğimiz hafta Ankara Adliyesi’ndeki “Ben buraya işlediğim bir suçtan ötürü kendimi savunmak için değil, işlenen suçları kayıtlara geçirmek, hesabını sormak ve tarihe not düşmek için geldim” diyerek başladığı savunması Dixi Et Salvavi Animam Meam’ın, ya da Fidel’in Moncada Kışlası Savunması’ndeki La Historia Me Absolvera’sının Türkçe çevirisi gibiydi. Ve unutmamak gerekiyor ki bu savunma siyasi belleğimize yukarıda birkaç örneğini verdiğim savunma/manifestolardan biri olarak kaydedildi bile: Tüm hataları, eksikleri, yanlışları, başarısızlıkları, yenilgileri, hırsları… her şey, her şey bir yana bir 30-40 yıl sonra “Kılıçdaroğlu” dendiğinde aklımızda bir Adalet Yürüyüşü bir de geçtiğimiz haftaki Savunması kalacak.
***
17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu sonrasında Bahçeli’nin, “Kim çalıp çırpıyorsa oraya el altından sevkiyat” yapmakla ve “Ayakkabı Üretim Genel Müdürü” olmakla eleştirdiği Erdoğan’a “Başçalan” diyen Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın şikâyeti üzerine hâkim karşısına çıktı ve savunmasını yaptı.
Savunmasına "hesap vermeye değil hesap sormaya geldim" diyerek başlayan Kılıçdaroğlu “rüşvet suçundan… yetim hakkı [yemekten], zimmet suçlusu bir hırsız ol[maktan]…[ya da] Vatana ihanetten” mahkeme huzurunda olmadığını belirtti. “Tarih, bana gerçekleri söyleme görevi verdiği gibi size de bu gerçekleri kayıt altına alma fırsatı sunmuştur.” dedi. “[Yargıçların karşısına]… ‘Hırsıza hırsız’ dediği için çıktığının”, “…Büyük Ortadoğu Projesi’nin 2. fazına geçildi[ğinin]”, “…siyaset kurumu[nun] devleti soymanın bir aracı” olmadığının, “Millete ait 128 milyar dolar para[nın], yandaşa ve beşli çetelere arka kapıdan satılarak yok edildi[ğinin]” altını çizdi.
Savunma’sında, Altılı Masa’nın “vefasız komşusu” Meral Apla’yı ve 14 Mayıs seçimleri öncesi yayınlattığı sahte videoları “ama montaj ama şu ama bu” diyerek pişkin pişkin sahiplenen the Reis’i de sitayişle (!) anan Kılıçdaroğlu, şu hususları not etti: “Ben Kemal Kılıçdaroğlu, hatalarım, pişmanlıklarım ve üzüntülerim yok mu? Tabii ki var. Sayın Yargıç, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, vasiyet olarak ‘Kılıçdaroğlu'nu aileme emanet ediyorum’ diyen milliyetçi ve vatansever diye bildiklerimiz işbirlikçi çıktı, onlara inandım hata ettim. Evet hatalıyım. Bu kadar kötü olabileceklerini tahmin edemedim. Pişmanım. Kurulan müesses nizamı ve ülkenin içine girdiği bu tehlikeyi daha iyi anlatamadım. Milletimizi ikna edemedim. Sahte videolar ile sahtekarlık yapanlarla daha çok mücadele edemedim.”
HAREKET ORDUSU, 31 MART, ABDÜLHAMİT, MAHMUT ŞEVKET PAŞA, ERDOĞAN VE KILIÇDAROĞLU
Kılıçdaroğlu’nun üzerinde çok iyi hazırlandığı besbelli olan konuşması “Sayın Yargıç, şunu herkes bilsin ki, 100 yıl sonra bir kere daha söylüyoruz. Ne bu devleti ne de bu milleti ‘Köhne Bizans’ın Yıldız Burcunda oturan baykuş’ özentilerine bırakmayacağız.” sözleriyle biter.
Siyasî tarihimizin önemli nutuklarından birinde geçer “Köhne Bizans’ın Yıldız Burcunda oturan baykuş” sözü. Kılıçdaroğlu bu sözle Erdoğan’ı bir nevi çakma Abdülhamit olmakla eleştirir. 31 Mart ayaklanması (13 Nisan 1909) sonrası Hareket Ordusu İstanbul’a girer (22-23 Nisan 1909) ve hareketin önderlerinden Mahmut Şevket Paşa Yeşilköy’de dinleyicilerine şöyle hitap eder:
"Kardaşlar! Yüzbinlerce şühedanın [şehitin] kanı bahsına kazanılan Meşrutiyetimizi mahvedip yerine yine istibdadı ikame etmek üzere İstanbul’da o köhne Bizans'ın Yıldız burcunda ikamet eden baykuş, insan kanı emmekten, öksüz yetimlere gözyaşı döktürmekten mütelezziz olan haris, 600 senelik muhteşem, muzaffer bir milletin tarihini, ecdadının namusunu lekeleyen o insan kıyafetindeki canavar, İstanbul’da avcı taburlarını iğfal ettirmiş, para mukabilinde namuslarını satan o alçaklar da sair muti [emirlere uyan birçok] askerleri çeşitli cebren [zorla]… isyanlara iştirak ettirmişler. Orada ne kadar hamiyyetli [vatansever] kardaşlar, ne kadar genç mektepli zabitler varsa cümlesi birer suret-i feciyyede [kötü şekilde] şehid ediliyorlar. İşte bu şühedanın içinde Asar- Tevfik zırhlısı kapudanı [kaptanı] Ali Kabuli Bey de var. İstanbul’un erbab-ı namusu [namuslu insanları] pencerelerden bile bakmaya cesaret edemiyorlar. Makarr-ı Hilafet [Hilafet makamı] kan ağlıyor. Payitaht bizden, ordudan, imdad bekliyor. Vatan gidiyor, millet mahvoluyor. Ne duruyoruz? Bizde cesaret, bizde hamiyyet yok mu? İşte ben, tekmil [bütün] servetimi ordunun masarif-i iftihariyesine [övüncüne] harcıyorum, hayatımı da vatana feda ediyorum. Hürriyetin istihsali [elde edilmesi] için benimle beraber İstanbul’a gidecek içimizde çok kahraman var. Paşa, kumandan hepimiz gideceğiz. Cümlemiz sana hîre [hayran] olacağız. Kanımızın son damlasını vatanın, Meşrutiyet’in istihsali için dökmekten, bu uğurda güle güle can vermekten içtinap [kaçınan] eden içimizde bir kişi yoktur. Hepimiz hazırız, emrinize muntazırız [emirlerinizi bekliyoruz]. Öyle ise, ordu marşı çalarak eyyy!”
Unutmadan not edeyim, kanının son damlasını vatan için Meşrutiyet için dökmekten, bu uğurda güle güle can vermekten çekinmeyeceğini söyleyen Mahmut Şevket Paşa 23 Ocak 1913’te başbakan (sadrazam) olur. 5 ay sonra 11 Haziran’da Beyazıt Meydanı'nda makam otomobilinin içindeyken uğradığı silahlı saldırı sonucu can verir ve bugün Abide-i Hürriyet Mezarlığı’nda Mithat Paşa, Enver Paşa, Talat Paşa, Eyüp Sabri Akgöl, Mithat Şükrü Bleda ve 7 Temmuz 1908’de Abdülhamid’in has adamı Şemsi Paşa’yı Manastır’da Arnavut korumalarının gözü önünde çekip vuran Fedâi Zâbitan üyesi Atif Kamçıl ile birlikte uyumaktadır.
Keyifli günler…