Lacan’ın 'ben' analizi
Jacques Lacan'ın 1954-1955 tarihli seminerleri 'Freud'un Teorisinde ve Psikanalizin Tekniğinde Ben' adıyla Metis Yayıncılık tarafından yayımlandı.
Ata Devrim
'Freud’un Teorisinde ve Psikanalizin Tekniğinde Ben' başlıklı kitabı oluşturan Lacan, 1954-1955 yıllarında verilen seminerlerde – Jean Hyppolite gibi ünlü isimlerle de diyaloğa girerek – dinleyicilerine “ben” mefhumunun merkezi niteliğine kuşku ile bakmaya davet eder. Analitik ortamın Lacan ve diğer psikanalistlere sunmuş olduğu şey kesinlikle bütünleşmiş bir yapı değildir. Her zaman bir kaçış, direnç ve örtüleme ile sürüp giden döngüsel bir devinim söz konusudur. Yıllar içerisinde Lacan’ın söylevlerine üslup olarak yerleşen de benzer bir devinimdir. Başlıca amaç, dinleyici ile psikanalist arasında empatik bir bağ oluşturmaktır. Analize konu olan özneler hiçbir biçimde net bir aynalama ortaya koymamaktadır. Genellikle analiste teslim edilen parçalanmış bir aynadır. Lacan da çok önemli ayrıntıları dinleyicilerine kimi zaman karmaşık uslamlamalar yoluyla sunar. Kuşkusuz, ince ve parlak çıkarımlara ulaşmanın başka bir yolu yoktur.
Söylevi yönlendiren plan ise döngüsel üsluptan farklı olarak tarihsel niteliklidir; Lacan, Freud’un katettiği ve birbirleriyle bilimsel gereksinimler bağlamında buluşan entelektüel adımları diyalektiksel bir öykü olarak sunar. Freud’un adımlarını önceleyen bilimin genel öyküsü de “ben” mefhumunun tarihçesini içerir. Makinenin üretim tarzlarına ve düşünce kalıplarına olan etkisi üzerinde duran Veblen gibi Lacan da makinenin felsefi ve bilimsel yaklaşımları nasıl biçimlendirdiğinden söz eder. Freud’a dönersek, o, haz ilkesinin yanında bir de gerçeklik ilkesinin olduğunu söylemişti ama bunlar gerçekte birbirlerinden temelde farklı şeyler değildi. Lacan’ın deyişiyle gerçeklik ilkesi “gecikmeli” bir haz ilkesidir. Haz ilkesi gerçekte bir gerilim olarak hazzı sonlandırma amacını güderken gerçeklik ilkesi hazzın sürekliliğini güvence altına almakla yükümlüdür. Ne var ki, Freud, her iki ilkenin de ötesinde ölüm içgüdüsüyle ilişkilendirdiği bir “yineleme zorlantısı” ile karşılaştığında devreye psişik aygıtları sokma gereğini duymuştur.
Lacan, seminerlerinde metodolojik kuşkularını da dile getirir. Analitik ortamda elde edilen bulguların üzerine belirli ön kabuller ile hücum edilmesini yadırgayarak bu davranış biçimini “analistin direnci” olarak yorumlar. Oysaki hiçbir şey kesin değildir. Oidipus miti, Freud’un merkezde konumlandırdığı cinsel arzu yanında ölümü de içerir. Söz konusu mitte kehanet doğrulandıktan sonra Oidipus ölür. Yazgının gerçekleşmesi ile anlam yitimi dediğimiz şey deneyimlenir. Sırada ölüm vardır. Ne ilginç ki yıllar önce aynı paralelde gezinmiş olan Heidegger, diğer varlıklardan farklı olarak, insan için anlam yitimi ile ölümün aynı anda gerçekleşmediği sonucuna ulaşmıştı.
1954-1955 tarihli seminerlerin önemi, bunların Lacan’ın “Öteki” ile ilgili analitik teorisini içermesidir. Bir küçük bir de büyük öteki vardır. Büyük öteki, diğer özne ve bu özneyle iletişimi sağlayan simgesel düzendir. Küçük öteki ise gerçek anlamda bir özne değil, ben’in bir yansımasıdır. Lacan’a göre analitik ortamda analistin bu ayrımı dikkate alması ve analiz edilenin kendisine yönelik “küçük öteki olma” taleplerini karşılamaması gerekir. Günümüzde de – sözgelimi Bruce Fink gibi – Lacancı teorisyenler, yansıtmalı özdeşimin terapötik değerini sorgulamaktadırlar.
Seminerler, sözü edilenler de dahil olmak üzere zengin bir içerik sunar. Lacan, ünlü İngiliz psikanalist W.R.D. Fairbairn’in “ben” yaklaşımına yönelik eleştirilerini dinleyicileriyle paylaşır. Oidipus karmaşasında babanın gerçekte kimi temsil ettiği yönünde kuşkularını dile getirir. Sansür ve bastırma arasındaki ayrım çizgisini vurgular. Sonuç olarak, psikanalitik teoriler ile ilgilenen ve Lacan’ın temel görüşleri üzerine bilgi sahibi olmak isteyen hemen herkes için 'Freud’un Teorisinde ve Psikanalizin Tekniğinde Ben'in önemli bir kaynak olduğu rahatça söylenebilir.