Lal Laleş: Kürtçe ve Türkçe eşittir, kardeş dillerdir

Şair ve yayıncı Lal Laleş’in yeni kitabı 'Nora İstanbul Bir Hiçtir' yayımlandı. Laleş ile hem yeni kitabını hem de Kürtçe ve Kürtçe edebiyatın sorunlarını konuştuk.

Fotoğraf: Tehsîn Baravî
Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Lal Laleş’in dördüncü şiir kitabı 'Nora İstanbul Bir Hiçtir', Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Laleş’in ilk kitapları bilindiği gibi Kürtçeydi. Dördüncü kitabın Türkçe olması, Laleş’in oggito’da yazdığı metinleri bilenler için şaşırtıcı olmamalı ancak yeni kitabın Kürtçe şiir takipçilerini biraz şaşırttığını, hatta Laleş gibi Kürtçeye epey emek vermiş bir şairin Türkçe yazmasına kızanların olduğunu da söylemek mümkün.

Lal Laleş ile yeni kitabını ve iki dilli bir edebiyatçı olmanın avantajlarından Kürtçe edebiyatın sorunlarına kadar konuştuk. Ancak doğrudan kitapla ilgili ve şiiri çözümleyen konulara girmemeye özen gösterdim. Sonunda şiir ve okur ilişkisinin çok özel olduğunu ve şairin şiirini açıklamasından çok, okurun şiirin inceliklerini keşfetmesinin daha keyifli bir macera olduğunu düşünüyorum.

Bir okur olarak, sözü çok uzatmadan, 'Nora İstanbul Bir Hiçtir' için kelam edecek olursam: Öncelikle son dönemlerde okuduğum en katmanlı, imgesi özgün ve zengin şiir kitaplarından biri olduğunu söylemek isterim. Kitabın arka kapağında, “sır cümlelerle dolu bir Aşkşiir” denmiş. Doğrudur, 'Nora İstanbul Bir Hiçtir' uzun ve bölümlere ayrılmış bir aşk şiiri. Aşkı anlamlandırmaya, yorumlamaya ve yer yer tartışmaya çalışan bir şiir. Ancak Diyarbakır ve İstanbul gibi iki muazzam şehrin sokaklarıyla, tarihleriyle, kültürleriyle, çatışmalarıyla eşlik ettiği, yer yer rol çaldığı ve aşkı iki ayrı coğrafya üzerinden biçimlendirmeyi, tanımlamayı da deneyen bir aşk şiiri.

“Lal Laleş ile şiirini, iki dilliliğini ve Kürtçe edebiyatı konuştuk” diyerek sözü oldukça kısaltılmış söyleşiye bırakalım.

'İKİ DİLİ BİRLİKTE DÜŞÜNÜP BİRLEŞTİRMEYİ SEVİYORUM'

Bir konuşmamızda anlatmıştınız, Veysel Öngören’e okuması için götürdüğünüz ilk şiir dosyanız Türkçeydi. Ancak yayımlanan ilk kitabınız ve ardından gelenler Kürtçe oldu. Dördüncü şiir kitabınızın Türkçe olması, Kürtçe şiir okuru için hafif tertip bir şaşkınlığa neden oldu. Şimdi, bütün bu süreci merak eden herkes için sormak istediğim şu: Şiire Türkçe başladınız ve Kürtçe yazarak devam ettiniz. Yıllar sonra Türkçe şiir kitabıyla okurun karşısına çıkmak, Türkçeye ricat mı vefa mı?

İlginç bir soru oldu. İlk soruya Türkiye’nin önemli felsefeci ve şairlerinden biriyle başlamak beni duygulandırdı. Veysel Öngören yazdığım ilk şiirleri okuyan, o dönemde yazmayı sürdürmemi destekleyen biriydi. Veysel ağabeyle tanıştığımız zamanlarda daha çok tiyatroyla uğraşıyordum. Kendisi de Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin şehir tiyatrosundaydı. Bir yandan tiyatroyla uğraşırken, zaman zaman da yazdığım şiirleri kendisiyle paylaşıyordum. Yazdıklarımı dikkatle okur, eleştirir, ne yapmam gerektiği noktasında öğütler verirdi. Şimdi bunu hatırlatman beklemediğim bir şeydi.

Esasında Kürtçe ve Türkçe dillerde ilk günlerden itibaren düşünen, bir şekilde yazan ve okuyan bir insandım. Kürtçe edebiyat, Cumhuriyet’le başlayıp özellikle 90’lı yılların sonuna kadarki süreçte, Kürtçe üzerindeki baskılar, asimilasyon politikalarıyla yazınsal anlamda geriletildi. Kürtçe edebiyatın maruz kaldığı bu sistematik gadre naçizane bir biçimde karşı çıktım. Kürtçe sözcüklerin kadrini, kıymetini bilip onu daha çok yazınsal gündemime aldım. Elbet bu süre içinde Türkçe'de düşünmeye, okumaya devam ettim. Kanaatime göre Türkiye’deki her Kürdün bilgi, düşünme ve dünyayı anlamlandırma dili hatta dünya edebiyatını izlediği dil, Türkçe'dir.

Lal Laleş, Fotoğraf: Tehsîn Baravî

Aslında biz Cumhuriyet eğitimimin yarattığı entelektüel alandan beslenerek, bir şekilde dünya ile bağ kurarak kendimizi entelektüel manada inşa ediyorduk. Yani önemli oranda edebi deneyimi Türkçe üzerinden yaşıyorduk, yaşıyoruz. Kürtçe dilindeki çeviri hacmini düşündüğümüzde, hala büyük oranda edebiyat okurluk sürecimiz böyle devam ediyor. Dolayısıyla kendimizi hem edebi hem de entelektüel manada inşa etmemiz büyük oranda Türkçe üzerinden mümkün. Dolayısıyla benim de Türkçeyle bağım, ilişkim çok canlı ve besleyici olageldi. İlk dönemlerden itibaren iki dilde yazmayı, o iki dil arasında birtakım geçişkenlikler kurmayı, iki dilin olanakları arasında bağlar ve köprüler kurmayı, iki dili birlikte düşünüp bunları birleştirmeyi seviyordum.

Kendimi şu anda da Kürtçe edebiyatla uğraşan ve 'Kürtçede şair' biri olarak tanımlıyorum. Türkçe şiir yazarak Kürtçeyle bağımı iki dilli serüvenin içinde sürdürerek zenginleştirdiğimi, farklı açılarla Kürtçeye bakmayı öğrendiğimi, yeni yazacağım Kürtçe şiirlerde izleyeceğim edebi yöntem açısından benim için bunun bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Çünkü Kürtçe'nin kendi şiir serüveni, imge dünyası ve dize kurma biçiminin olanaklarıyla Türkçe'ninki farklılık taşıyor. Sonbaharda yayımlayacağım ‘Çarşıların Sultanı’ (Siltana Sûkan) adlı Kürtçe şiir kitabımı belki de bütün bu deneyimlerin içinden tamamlayıp bambaşka bir evreye taşıyacağım. 

Kürtçe kitaplarla edebiyat dünyasına girmek, bir anlamda Kürtçeyi muhafaza etmek amacını da taşıyordu diyebilir miyiz?

İlk üç kitabımı elbette Kürtçe yazdığım için çok mutluyum. Edebi hayatımı geriye sardığımda, dönüp ilk kitaplarımı “hangi dilde yayınlardım?” diye kendime sorduğumda, yine Kürtçe kitaplarla başlardım. Bunun iki nedeni var. Evvela o kitaplarımın dili Kürtçe olmak zorundaydı. Zira o kitaplarda hem imgelerim hem de anlatmak istediklerim Kürtçeyi çağırıyordu, Kürtçeyi zorunlu kılıyordu. İkinci olarak, kanaatime göre, Kürtçenin artık akademide, tiyatroda, sinemada ve özellikle Güney Kürdistan’da, Rojava’da resmi dil statüsüyle gündelik hayatın, bürokrasinin, eğitimin ve idari süreçlerin dili olarak kendini inşa ettiği, korunduğu, geliştirildiği bir dönemdeyiz. Dolayısıyla, bence hala çok kıymetli ve anlaşılır olmakla birlikte, sadece duygulardan beslenen ve mantıktan yoksun bir dil muhafızlığına ihtiyaç yok. Kürtçeyle ilişkimiz, Kürtçe edebiyatı muhafaza etmenin yanında hatta ötesinde, Kürtçe edebiyatı evrensel bir edebiyat kategorisine nasıl taşırız olmalı.

'KÜRTÇE VE TÜRKÇE EŞİTTİR, KARDEŞ DİLLERDİR'

Kürtçe, sadece devletin baskısı altında olan bir dil değil. Siyasal nedenlerle egemen dil olan Türkçenin de psikolojik baskısı altında olduğunu düşünüyorum. Birçok Kürt yazarın bu psikolojik baskıyı kırmak ve politik saiklerle sadece Kürtçe yazmakta ısrar etmesi de biraz bununla ilgili sanki. Bir de yeri gelmişken, Türkçe yazdığınız için eleştirişlere de maruz kaldınız. Bu konuda ne demek istersiniz?

Elbette sadece Kürtçe yazmayı politik bir bakış açısıyla kendine şiar edinmiş yazar ve şair arkadaşlarımı anlıyorum. Yaptıklarının da kıymetli olduğunu düşünüyorum. Fakat kişisel tarihimde ben hiçbir zaman o arkadaşlarım gibi düşünmedim. Edebiyatı, bir dilin imkânları içerisinde yazılan ama büyük oranda evrensel bir kategori olarak düşünüyorum. Edebiyatın dili elbette önemlidir ama iyi metin, yazıldığı dilin sınırlarında üretiliyorsa da sadece o dile ait değil ve dolayısıyla o dil aracılığıyla evrensel bir kategori olan edebiyatla ilişkisi içerisinde kavranır.

Nora İstanbul Bir Hiçtir, Lal Laleş, Ayrıntı Yayınları, 2021

Hayatıma dönüp baktığımda, hem tiyatro hem yayıncılık yaptığım dönemlerde esasında çok dilliliği, çok kültürlülüğü, Kürtçenin dünya edebiyatının bir parçası olması için izlenecek yolları kendimce aramaya çalıştım. Şunu çok rahatlıkla gönlümde netleştirdim: Kürtçe ve Türkçe eşittir, kardeş dillerdir. Halkların kardeşliğine inanmıyorum. Kardeşlikten öte, daha eşit bir ilişki biçimini işaretleyen, halkların arkadaş olmaları gerektiğini düşünüyorum. Ama dillerin kardeşliği bir yerde kurulabilir. Kürtçeyle Fransızcayı, Kürtçeyle Rusçayı birbirine denk görüyorsak, bu dillere karşı olumsuz duygulara sahip değilsek; Kürtçe ve Türkçeyi eşit görmeli ve Türkçeye olumsuz bir duyguyla bakmamalıyız.

Daha sert bir ifadeyle, Türkçeyi düşman olarak görmekten vazgeçmemiz lazım. Yani siyasi iktidar dışında bir dil olarak Türkçenin Kürtçe üzerinde baskı kurduğu fikrine çok katılmıyorum; diller birbiri üzerinde baskı kurmaz. Diller birbiriyle sözcük, anlam alışverişinde bulunur. Diller arasında bir tür komşuluk ilişkisi var. Burada biz aslında siyasal iktidarın Kürtçeye reva gördüğü zulmün, haksızlığın, adaletsizliğin hıncını, zaman zaman Türkçeye tepki duyarak açığa çıkarıyoruz. “Lal Laleş Fransızca bir şiir kitabı yazdı” şeklinde bir haber duysaydı benim arkadaşlarım, tanıyanlarım, eminim şu tepkilerin hiçbirini görmezdik. Bu da başlı başına Kürtçe ile Türkçe arasındaki eşit ilişkiye inanmamalarıyla ilgili bir şey olabilir. Bir eşitlikten bahsedilecekse, o eşit ilişkiye öncelikle insanın kendine inanarak ve güvenerek bakması gerekiyor. Dünya dillerine nasıl baktıysam Türkçeye de öyle baktım. Hatta Türkçeye biraz daha yakın durdum.

İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ

“Şair burada ne demek istemiş” gibi algılanmasın ama İstanbul’a duyduğum özlemle soracak olursam: 'Nora İstanbul Bir Hiçtir' diyorsunuz, İstanbul bir hiçse, neresi bir şeydir? 'Nora İstanbul Bir Hiçtir'in şifrelerini alabilmek niyetiyle, İstanbul ve aslında başka şehirler, kişiler, duygular ne vakit hiç olur? 

Yaşantının içindeki anılarımızda bazen çok sevdiğimiz şeylerde 'bir hiçtir' yakışmasını yaparız. Çok da nefret ettiğimiz, bir arada bulunmaktan hicap duyduğumuz birtakım şeyler de zamanla kıymetli bir hal alır. Belki birçoğumuzun duygusunda, anılarında İstanbul bir hiçtir. Başka zamanlarda da bambaşka büyülü bir şeydir. İstanbul’a yakıştırdığım hiçlik, içimde arzu ettiğim, belki de biçtiğim o elbiseyi taşımadığı zamanlara dair bir serzeniş, aynı zamanda bir beklentinin de bir tür anahtar imgesi.

'HER ŞAİRİN KELİMELERİ VARDIR'

Kitaba bir sözlük ekleme ihtiyacı duyacak kadar günlük hayatta kullanılmayan çok sayıda kelimeye yer vermişsiniz. Bu kelimeleri neden tercih ettiniz? 1990’lı yıllarda bir ara Türkçe yazan Kürt şairlerin, Türkçeyi bozup yeniden yaparak şiir yazdıklarına dair bir tespit vardı. Böyle bir şey mi yapmaya çalıştınız?

Özne meramını ancak hissettiği duygu, anlam ve ses yükünü içselleştirdiği, yıllarca cebinde taşıdığı kelimelerle kurabilir. Elbette her yazarın, şairin onunla özdeşleşmiş, onun dünyasının bir parçası olmuş ve ondan kâğıda taşmış sözcükleri var. Bunlar da benim sözcüklerim. Ben başka sözcüklerle veya kelimelerle bu kitabı yazamazdım. Kürtçe yazdığım şiir kitaplarımda da unutulmuş sözcükleri kullandığımın farkındayım. Ama tam da bu çok dillilik, kültürlülük, Ortadoğu, Mezopotamya, Anadolu ve bütün bu coğrafyanın geçmişine baktığımızdaki dilsel zenginlik, diller arasındaki alışverişten beslenen bir dimağla düşündüğümüzde başka türlü yazmam mümkün değildi. Kendi adıma o dilin tekrar gündelik hayatımıza da sirayet etmesini istiyorum. Çünkü o sözcüklerin lezzeti, anlam yükü ve aslında zihnimizde oluşturduğu uzam bambaşka bir genişliktedir. Ondan yoksun olduğumu düşündüğümde, kendimi ciddi bir şekilde eksik hissediyorum. Bunların dışında, büyüdüğüm Mardin, kadim dillerin, kültürlerin ve dolayısıyla kelimelerin birbirine ses kattığı, diyalog kurduğu bir evrene sahipti. Buna üniversitede aldığım tarih eğitimi, okuduğum Arapça ve Osmanlıca metinleri de eklediğimde bu kelimeleri imge dünyam içinde barındırmam sanırım kaçınılmaz oldu.

'VAR OLAN İSTANBUL’U YAZMAK İSTEMEDİM'

İstanbul ve Diyarbakır’a ait olduğunu söylediğiniz Mardin, imgeleminde ve elbette kitapta nasıl yer alıyor? Şehirlerin tarihi ve kültürü, kitabı kurgularken ne kadar etkiledi seni?

İstanbul veya Diyarbakır günümüzde olduğu gibi değil; tarihi, kültürü ve namevcutlarıyla (geçmiş medeniyetler, yitirilmiş halklar) bir tür hayalet gibi bugünkü şehirlere musallat olarak mekânları var ediyor. Bütün bu hayaletleri çıkardığımızda İstanbul’dan ve genel olarak şehirlerden geriye, şu anki hayatımızı tehdit eden birer beton yığını olan mekânlar kalır. Benim zaten tercih ettiğim, yaşadığım ya da anlattığım İstanbul şu kitabın içinden sokaklara çıkıp karşılaşacağınız bir İstanbul değil. Zaten öyle bir İstanbul’u istemiyorum. Nasıl ki benim bir hiç olarak gördüğüm İstanbul şu an büyük oranda yoksa, tam da diğer İstanbul’da var olduğu için. Var olan İstanbul’u yazmak istemedim, o yüzden belki de İstanbul bir hiçtir.

'EDEBİYATTA TÜRLER ARASI MELEZLEŞMENİN OLMASINI İSTİYORUM'

Kullandığınız sözcükler, şiirlerin biçimi ve kurgusu, serüvenin bir uzun hikâye ya da romana doğru gidecekken şiir olduğu hissine neden oldu benim için. Diyarbakır-İstanbul merkezli aşk hikâyesini, en baştan şiir olarak mı tasarladınız?

Evet. Çok da yazabilen bir insan değilim. Kurguladım bunu. Kafamda aşk hikâyesini, kahramanını, coğrafyasını, serüvenini kurduğum için aslında bölümler arasında zıplayarak, gidiş gelişler yaşayarak, böyle bazen ortadan, baştan, sondan bölümler yazarak, her bölümle birlikte diğer bölümleri de revize edip gözden geçirerek, bir şekilde metni kurdum. Fakat artık şunun roman, şiir, hikâye olduğuna kesin bir ayrım koyabileceğimize inanmıyorum. Veya artık türlerden herhangi birine sadakat duymamız gerektiği konusunda kendi adıma ciddi şüphelerim var. Yapıtlarda türler iç içedir. Bu kitabı 2013-14’te yazdım. Belki şimdi yeni yeni okurla buluşuyor ama aslında yayıncılık faaliyetlerimin seyrekleştiği için gecelerimin bana kaldığı, okuma yazma şansımın olduğu zamanlarda yazdığım bir metin.

Son bir yıl içinde dönüp yazdığım metinlere baktığım zaman kendi açımdan birkaç türü karıştırarak, birkaç tür arasında geçişler kurarak yazmaya çalışıyordum. Zaman zaman hikâye, şiir ve denemenin imkânlarını kullanarak metinler yazmaya çalışıyorum. ‘Nora İstanbul Bir Hiçtir’ kitabı bana yeni bir zemin oluşturdu. Hem düz yazı biçiminde yazmış olmam hem bir akışının olması, akıcı bir anlatı olması, bütününe baktığımızda bir aşk hikâyesinin ana hatlarıyla da olsa belirmiş olması bundan sonra yazacağım metinlerin öncüsü olmasını sağladı. Dünya edebiyatı da o yöne gidiyor. Bizde de türler arası melezleşmenin olacağını düşünüyorum. Olmasını da istiyorum.

DÜNYA EDEBİYATININ BİR PARÇASI OLMAK

Toplumsal, siyasal ve bireysel büyük altüst oluşlara neden olan Kürt meselesi, edebi olarak yeterince ya da hakkıyla işlendi mi?

Doğal olarak hiçbir Kürt yazar veya Kürtçe yazan yazar, Kürt meselesi olarak adlandırılan acılardan, şiddetten azade bir metin üretememiştir. Benzer sorunları yaşayan diğer coğrafyalara baktığımızda, Orta ve Doğu Avrupa, Latin Amerika, Ortadoğu, İsrail veya Kafkasları düşündüğümüzde onların yaşadığı çelişkiler, o zorlukların bambaşka bir edebi formda karşımıza çıktığına ve dünya edebiyatının bir parçasına dönüştüğüne tanıklık ediyoruz.  Kürtçe metinlerde de yer yer rastlıyoruz buna. Ancak Kürtçenin edebi tarihine baktığımızda, Kürtçede Kürtlerin yaşadığı bunca kederin, sorunun bütün insanların duyumsayabileceği, hissedebileceği edebi bir forma kavuşup dünya edebiyatının bir parçası olmaması hala ciddi bir eksikliktir. Eminim ki entelektüel manada kendi edebi dilini ve edebiyat dünyasını inşa eden bir yazar, burada yaşadığımız bu hikâyelerden çok büyük anlatılar kurabilir.

Peki, Kürt yazarlar sözünü ettiğiniz dünya edebiyatının bir parçası olmak konusunda neden sıkıntı yaşıyor?

Yüzyıllık siyasal ve toplumsal bir sorun olan Kürt meselesinin kendisi, dil üzerindeki soykırım ve asimilasyon politikaları, yazarların daha doğru beslenmesi için dünya edebiyatının kendi dillerine çevrilmemiş olması, Kürtçe yazanların mesleğinin sadece yazarlık olmaması, bütün yaşamın hengâmesini yaşadıktan sonra ailesinden, çocuklardan ve başka şeylerden zamanını çalarak edebiyatla uğraşması gibi onlarca neden sayabiliriz. Bütün bunları elbette öne sürebiliriz. Nihayetinde sahip olduğumuz travmatik malzemenin evrensel bir edebi formda ifadesini bulamakta zorlandığını görüyoruz. Kürtleri başka bir dilde anlatan insanların başarısı nerden geliyor? Bu yazarlar da Kürt. Yaşar Kemal gibi Türkçede, Selim Berakat gibi Arapçada ve başka dillerde de başka insanlar var. Başka milletlerden de Kürtleri anlatan metinlere rastlıyoruz. Oradaki başarının, iyi edebiyatın ortaya çıkma koşularının ve bütün bunları irdeleyerek, anlamaya çalışarak Kürtçe başarmanın yollarını bulmamız lazım.