Lanthimos'tan beklenmedik viraj
Lanthimos, sinemasının özünden tamamen kopmasa da bir anlamda kendini yeniliyor. Daha önceki filmlerinde sunduğu evreni kabul etmek için seyirciden belli bir gayret talep ediyordu. Burada ise adeta "Kabul etmeseniz bile hikaye sizi alıp götürecek!" demiş. Ve iyi ki de demiş!
Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un filmleri, bilindiği üzere hem vermek istediği mesajlar açısından bir karmaşıklık (karışıklık değil) hissiyatı estiren hem de şeklen ve olay örgüsü açısından naif, hatta çocuksu ama bir o kadar da soğuk ve mesafeli bir hava taşır: Senaryo, genelde biraz ütopik bir dünyada şekillenir. Kara mizahla ‘flört eden’ hikayenin fantastiğe kayan bir boyutu vardır ve olay örgüsü ne kadar ‘uçuk’ sayılabilecek noktalara savrulsa da kendi içinde bir tutarlılık gösterir.
Mesaj açısından durum daha karışıktır çünkü yönetmen, hikayelerine mitolojik göndermeler taşıyan semboller, göründüğü gibi olmayan karakterler ve günümüzün dünyasıyla paralellikler gösteren durumlar da serpiştirir. Bu, düz sayılabilecek bir senaryoya derinlik katsa da seyirciler açısından bir ‘kaybolma’ veya ‘yeterli ipuçlarını bulamama’ duygusu yaratabilir. Hatta belli ölçülerde filmi ‘itici’ bir hale dönüştürebilir.
Filmlerinin şeklinde ve karakterleri bazında da bir mesafeli duruş ve (bilinçli) bir mekanik tutum vardır: Çoğu zaman karakterler düşündükleri şeyi açık açık söylerler, söyledikleri şeyi yapacağını anlatırlar ve o eylemi gerçekleştirirler. Bu ister bir yakınlaşma eylemi, ister bir yaralama saldırısı, isterse de bir seks sahnesi olsun, durum değişmez. Ancak tabii ki yönetmen bunu, kalitesi düşük dizilerde olduğu gibi ‘süreyi doldurmak’ veya (her nasıl oluyorsa!) seyircinin olayları daha rahat anlaması amacıyla yapmaz. Lanthimos, rahatsız etme pahasına takındığı bu mesafeli bakışı son filmi "Poor Things" (Zavallılar) ile başka bir boyuta geçirmiş: Yönetmen bu sefer genelde kurduğu güncel ve ütopik dünyayı daha da fantastik bir şekle sokup hikayesini 19. yüzyıl İngiltere’sinde konumlandırıyor. Lanthimos’un bu son filminde önceki yapımlarındaki soğukluk, mesafe ve 'otomatik pilota' bağlanmış hareketler yok! Bunun yerine çok daha masalsı, mesafeyi reddeden seyirciyi adeta 'alıp götüren' bir anlatım var.
Hikayeye bakacak olursak: 19 yüzyılın Londra’sında, doktor Baxter, insanlar ve hayvanlar üzerine ‘çılgınca’ genetik çalışmalar yapan bir bilim adamıdır. Doktorun son (gizli) deneyi intihar ettikten sonra bir şekilde tekrar ‘dirilttiği’(!) ve Bella adını verdiği genç bir kadındır. Laboratuvarının dışında saygın bir doktor olarak görünen Baxter’ın yanına asistan olarak genç tıp mezunu Max gelir. Ama adeta bir çocuk gibi davranan Bella’dan hem Max’in hoşlanması hem de onu dış dünyaya götürmeyi vaat eden çapkın Duncan’ın devreye girmesi işleri daha da karıştırır….
DİRİLME, SEKS VE ÖZGÜRLEŞME
"Poor Things"in ana karakterlerinden ikisi, yani doktor Baxter ve adeta ‘çocuğu’ olan Bella doğal olarak 'Frankenstein' romanından esinlenmiş karakterler. Ancak film, bu ‘ikili’ arasındaki rolleri değiştirmiş: Bilindiği üzere hem romanında hem de sonrasında uyarlandığı filmlerde genel kanının aksine Frankenstein tekrar ‘dirilten’ yaratığın değil onu ‘yaratan’ doktorun adıdır. Burada ise Bella’yı yaratan doktor, yaralı ve yarısı tamamen deforme olmuş yüzüyle adeta mahlukatı, dirilttiği Bella ise genç bir güzel kızı andırıyor.
Siyah beyaz görüntülerle başlayan filmin ‘ciddi’ sayılabilecek bir giriş sekansı sunacağını beklerken yönetmen garip ama bir o kadar da komik yarı ördek yarı köpek bir yaratığı kadraja sokarak senaryoda kara mizah ve fantezi havasının eksik olmayacağını müjdeliyor.
Bizce zaten Lanthimos, fonksiyonellik açısından asıl amaç aynı olsa da klasik bir doktor Frankenstein laboratuvarı kurmak istemiyor. Hatırlanacağı üzere genelde ‘taze’(!) ölülerin diriltildiği bu ortamlar gotik mimariye sahip, dev zincir ve kazanların adeta kol gezdiği, şimşek gücünün kullanıldığı birçok başarısız denemeden sonra hummalı bir çalışmanın sürdüğü karanlık yerlerdir. "Poor Things"te ise bu yer çok daha steril, birçok mutant hayvanın dolaştığı adeta sayfiye evi havası veren bir mekan! Zaten ölülere müdahaleler de basit beyin ameliyatları havasında gerçekleşiyor. Yönetmen bu ‘yaratma’ sürecinden ziyade yaratığın kendisine dikkat çekmek istiyor.
O zamana kadar ev dışına çıkmamış Bella, belli bir bilince sahip olunca, üstelik doktorun izin verdiği Max ile bir evliliğin arifesindeyken maceracı ve çapkın Duncan’ın cazibesine kapılıp onunla birlikte sırasıyla Londra, Lizbon, Paris ve tekrar Londra’da sonlanan bir yolculuğa çıkıyor. Bella’nın bu dış dünyada yaşadığı macera onun kendi ‘cinselliğini’ tanıması, daha doğrusu keşfetmesi açısından inanılmaz bir deneyim haline dönüşüyor.
BEKLENMEDİK DUYGUSAL ANLAR…
Başkarakter Bella’nın Duncan eşliğinde yolculuğa çıkması onu sadece heyecanlandırmıyor, aynı zamanda çok daha ‘insani’ bir hale getiriyor. Başka bir deyişle (sonradan öğrendiğimiz üzere), eski hayatına kendi isteğiyle son vermiş bir insan olan Bella, bilimin yardımıyla bir ikinci şans yakalayınca bir ‘devam etme’ değil bir ‘sil baştan’ dönemine geçiyor. Başlarda yavaş yavaş konuşmayı, davranmayı bir büyümemiş çocuk gibi öğrenen Bella, belli bir olgunluğa varınca belki görünüş ve tavır açısından yetişkin ama duygusal açıdan son derece çocuksu bir ruh hali içinde yolculuğuna başlıyor.
Bilindiği üzere Lanthimos’un filmlerinde her zaman cinsellik teması vardır. Bu konu, senaryonun merkezini oluşturmasa da daha önce adeta dev bir ‘fanus’ içinde yaşayan başkarakterler bu gereksinimlerini bulundukları mekanlarda bazı ‘görevliler’ (bu bir hemşire veya baş gardiyan olabilir) sayesinde, yine filmdeki mekanik ve soğuk atmosfer eşliğinde giderirler. Burada ise Bella’nın cinselliğini keşfetmesi ve bunu kullanması adeta hikayenin kalbini oluşturuyor. İlk cinsel deneyimlerini yoğun bir şekilde Duncan ile yaşayan Bella sonrasında bunu zevkten ziyade bir eğlenme ve daha insani olma gayreti ile yapıyor. Toplumun ahlaki ve görgü kurallarına karşı değil, yabancı olan başkarakter, kendi cinselliğini mahrem olmaktan ziyade ‘sıradan’ bir konu gibi dile getiriyor. Bu naif ve bir o kadar da ‘uçuk’ bakış açısı yönetmenin elinde öyle bir araç haline geliyor ki sonrasında Bella’nın Paris’teki bir genelevde seks işçiliği yapması abartılı olsa bile saçma gelmiyor.
Bir de burada, genelde yönetmenin filmlerinde nadiren gördüğümüz bir duygusal boyut var. Değindiğimiz gibi Lanthimos’un filmlerinde genelde karakterler donuk, duygusuz, en azından duygulu olsa bile bunu bastıran ve vicdan açısından belli ölçülerde yoksun kişilerdir. Burada ise hem Bella hem de Duncan inanılmaz duygusal etaplardan geçiyorlar. O zamana kadarki beraber olduğu kadınları sadece ‘hoşça vakit geçirme’ araçları olarak gören Duncan ciddi anlamda Bella’ya aşık olmaya başlıyor. Bella ise içinde bulunduğu yolcu gemisinin İskenderiye durağında ilk defa insanlığın yaşayabileceği fakirliğe, acılara ve acımasızlığa tanık oluyor. Bu sekanslar ne kadar dokunaklı ise Duncan-Bella arasında geçen diyaloglar da o derece eğlenceli…Özellikle Duncan’ın giderek olgunlaşan Bella karşısında yaşadığı duygusal ‘gel-git’ler çok hoş bir mizah taşıyor.
Filmin final sekansı ise bazı soruların cevabını verme açısından yararlı olsa da bizce çok şaşırtıcı değil! Kuşkusuz bu sekansta da belli bir mizah duygusu var ve filmin tonu içerisinde ‘eğreti’ durmuyor ama daha çok fonksiyonel bir amaç güdülerek kullanılmış izlenimi veriyor.
Sonuçta Lanthimos, sinemasının özünden tamamen kopmasa da bir anlamda kendini yeniliyor. Daha önceki filmlerinde sunduğu evreni kabul etmek için seyirciden belli bir gayret talep ediyordu. Burada ise adeta "Kabul etmeseniz bile hikaye sizi alıp götürecek!" demiş. Ve iyi ki de demiş!