Levent Karataş ve şiiri yahut hayat boyu öğrendiklerini 'cadde boyu unutmak'
Levent Karataş ağrının fantomunda durmuş mazisine kırık adamı yazıyor. Şimdisine hâkim ve mahkûm ola ola onu ömürsüz bir mecalin içine hapseden kırk sekiz yılın hıncını...
Hüseyin Köse
“Çift hayatlı” (s.15), tek kanatlı bir uçuşla şairdir. Bu nedenle 48’lik bir ömrün darasını “ciğerden gelen sorular”ın hıncıyla almıştır, sarhoş mektupları deşifresiyle. Büyük bir yorgunluk ve unutkanlık veren gecesi -şayet safdil beklentilerin arzu kırpığı saatleri henüz gelip çatmamışsa-, onda şiir olacak taşın ayağa değmesi gibi bir vahamete varmıştır. Şehirli dervişlik makamına, aklın Ömer Hayyam katına da aslına bakılırsa inanç artığı bir küfrün alevli alkolüyle çıkmış birisidir Karataş. Kendine acıyarak güvenmenin tanrısı, aşka ve acze yatkın toyluğun okul bahçelerinde iki ders arası mutlu teneffüsler bağışlayan harakirisi direkt yüreğe daldırmıştır hançerini, yaşama erincini kaşığından kesmek için… Nitekim kendisiyle yapılan bir söyleşide de belirttiği gibi; şiire “teneffüste” başlamıştır. Şiirin etiğini kimi aciliyet gerektiren gereksinimlere bitiştirdiği yer de burası. Beş dakikalığına da olsa, devletten hayata kaçıştır her teneffüs; bazalt grisi karo zeminlerden, renkli/kokulu silgilerden ve tebeşir tozlarından uzaklaşıp, beyaz ve kiremit rengi arası kirli yüzeylerde mucizevi bir çiçek açış! Şiirinin hem çok koyu gerçekliğinin içtenliği bakımından hem de pek sızılı ezgisinin fantastiği açısından, gerçekten de yola çıkmak için harika bir yer… Sonrası, kopan bağları yeniden ulama çabası; kendini durmadan bir gereksinim gibi sunan insanlardan kaçıp kurtulma mesaisi, hatırladıklarını unutma oyununun bilinci sağırlaştıran sızısı ya da unuttuklarını yeniden unutamama olanaksızlığı. -Öyle ya, unutulmaya mahkûm şeylerdi madem, niye hatırlamalı? Unutmanın kendisini de unutmadıkça zamanın belleğe yönelik istilasından nasıl kurtulmalı? Şu hâlde, “Haftanın saydam günleri”nde “kalp dağınıklığı” (s.13) da yetmez bazen şaire, “Bir Doğu Uykusu” adlı şiirde de dediği gibi, “kulakların kapısını iki kere çalma” ısrarına durması gerekir.
“Sevgilerin insanı yorduğu” (s.20) yerde de, hiçbir batağa sığmayan duygular vardır; her uyum uygunsuzdur tevile kalkışıldığında, her uygar korku konuşkan bir güdüyü çağırır. Keder kuşu durmadan şakıyıp durur yaban bir dille ve zamanla bellekten eksilen şeylerin tortusunu en savunmasız, en alarga saatlerde üst üste yığar. İlk gençlikte yüreğin hizasına yazılı olan şeyler, otuzlu-kırklı-ellili yaşlara gelindiğinde düpedüz solmaya başlar. Haliyle, anakronik bir terso gidişle, geçmişi geleceğe payanda eden beklentiler ve arzular da eskiyip gider hızla. Zaman geçmezken bile geçer, insan her yaşta yaşlanır. Usulü dairesince ve uygun adım süzülüşlerle dünyevi bir çileyi adlandırmaya çalışan “kadrolu” semazenler omuzlarında “bordrolu” bir sarhoşluğu döndürüp durdukça, insan hayat boyu karşılaştıklarını “cadde boyu unutur” (s.12). Bellek, işte biraz da bunun için gereklidir kişiye; yaşayabilmek için unutmak gerekir ve bu gerçekten iyileştirir, zıddı her ne kadar imkanlı bir düşünce gibi görünse de…
Bu görece uzun mukaddimeye ilaveten bir ilk saptama olarak şu söylenebilir belki: Levent Karataş ağrının fantomunda durmuş mazisine kırık adamı yazıyor. Şimdisine hâkim ve mahkûm ola ola onu ömürsüz bir mecalin içine hapseden kırk sekiz yılın hıncını. Gerçekten de bu hınç öylesine yoğun ki, daha kitabının epigraf cümlesinde, Erasmus cephaneliğinden bir atımlık barut avuçlayıp sözü doğrultmaya çalışan bir yekinişle şöyle diyor: “Hasta nefes aldıkça, umut vardır.” Var mıdır gerçekten? Nefes ala ala havasına bile borçlandığımız bir hayatta birkaç hüzünlü heves değil miydi bizi iskeletlerimiz üzerinde bir sürüngene dönüştüren de? Öte yandan, nefes aldığına umutlanan düşünce, daha baştan zafiri tüketmiş bir tahayyül gücü gibi de yorumlanabilir, tükenmiş şeylerden kendine yeni bir hayat var eden başka türden bir başlangıçlar serisi olarak da. Acaba hangisi? İkinci olasılık daha kuvvetli gibi. Ne ki, üçüncü bir anlamsal düzey daha var sanki burada; hastanın nefes alması, en çok da sağlıklı olma ümidini tüketir. Yaşamın ekonomi-erotiği gereği, olanaklar kullanıldıkça çoğalacağına daha da azalır. İlkin, birkaç nefeslik bir umutla ne yapılabilir? Birkaç adımlık bir yürüyüşle ne türden bir yolculuğa çıkılabilir ya da en fazla ne kadar uzağa gidilebilir? Dahası, yolculuk mudur bu? İkinci olarak, soluğumuzun kesildiği anların sayısı yahut toplamı değil miydi hayat denilen şey? Tıpkı kimi kadim yerli kabilelerinin üyelerinin yaşını hayatta gülümsediği anların sayısıyla ölçtüğü gibi. Hülasa, paradoksun ironi biçimini aldığı yerde umut gibi görünen şey de ansızın tersine döner, imkânsızı olanaklı olanın ufkuna sokan potansiyel de. Yaşamın her alanında geçerlidir bu. Geçmişin ne kadarı geçmiştir sözgelimi ne kadarı geçmemiş? Bizi duraksatan şey belki de şimdinin içindeki geçmiş duygusunun yoğunluğu. Marlon Brando “geçmişi olmayan hiçbir şeyi bu âna taşımayın” demişti giderken. O kadar yaşam dolu ve incinmiş… Tutkulu, cesur, asi, mutlu ve dünyadan onu yaşaya yaşaya bıkmış... Şayet onca yoğun yaşamamış olsaydı, belki sonraki günleri bıktığı şeylerle avutacak denli renkli bir tanrısı da olmayacaktı. Karataş içinse vaziyet bunun tersi: o, geleceği olmayan şeyleri taşıyor bu âna sürekli. Belki bir tematik birim olarak “bedbinlik” ya da “gürültülü bir ıssızlaşma” hali. Kimi insanlar konuşa konuşa ıssızlaşırlar. Kimileri de geleceği çağıra çağıra. Ancak şimdinin sesi bütünüyle işitilemez hale geldiğinde yaşarlar günü. Gerçekten yaşarlar mı? Orası da meçhuldür ya… Nihayetinde kimse kimsenin içine düştüğünde bir kuyu değil artık. Kimse kimsenin tereddüdüne gerçek zamanlı bir konuk değil.
Bu ıssızlaşma mevzuu üzerinde biraz duralım. Gülten Akın da bitmeyen bir “kış”tan söz etmişti; her seferinde bir “işte!” ünlemini de bir tür hayıflanma biçimi olarak verili olanın dayanılmazlığını uzatmalı bir mecburiyet ve mahcubiyetle kabullenişinin sonuna ulayarak... Cümle ihmaller, kötü sevmeler, terk edilişler, iyi kötü vefa kırıntıları ve tutulmamış sözlerin peşi sıra sökün eden kimi gizli ilenmelerle biçimlenmiş bir hayat ıssızlaşmış bir hayattır. Bir zamandan başka bir zaman kaçmak yahut evden dışarıya “kamyon kamyon çöp taşımak” da öyle (s.35). Hele ki bir de yaşanılmadan kalmış dakikalar “kalıcılığın korkunç yükünü taşıyorsa...” omuzlarında (s.20). Romeo günleri son bulmuş bir adam ya geleceğe doğru uzayan yalnızlıklarının bekçisidir ya da gençliğinde kıyılamamış tenine kramplı bir kılıç gibi sokulan yaşlılığının. Yalnızca “Patrice” adlı şiirde değil, neredeyse kitabın tüm sathına yayılan ses düzeninde var bu. Durmadan kendi benine kendini hatırlatan incinmeler, etraftaki adiliklerin bolluğu ve ünsiyet bozuklukları, anneye “cam biberonlardan” (s.26) tutunmanın mutsuz ve karaşın çocukluğu, mesut aile albümlerinden arta kalmış tekne kazıntıları. Tüm bu dağınıklıklar, örselenmişlikler ve dağılmışlıklarla vahası gitgide daha da genişleyen bir bilinç spleeninden nasıl görünürse artık hayat…
Gidenlerin ardı sıra sislenmeler var bir de. O yalnızlık mabedinin sade güneşleri. Yaşama çabasını çaresizce çeşitlendirme arayışları. Eksilen belleğin dokusuna eklenmiş gibi duran bir ikinci beden duyumsayışları. Kapalı havalarda gizli bir uygarlık imkânı, rakı masalarında dalgalı seyir… Telefondaki sesin sahibiyle buluşmak da nihayetinde bir kurgudur. Evde yürümek yahut dışarıda durmak da. Hangisi olursa olsun, bu edimlerin her biri, her gün ihtimali mümkün olan çok küçük bir farkla yeni baştan kotarılmak zorundadır. Mahvoluş da öyledir; kişi onu da onca tahnitçi mutluluğun içinden geçerek hak etmek zorundadır yaşarken. Dahası, bu ikisi arasında öylesine bir müstahkem mevkii vardır ki, bu bakımdan başka herkesten daha çok da Levent Karataş mahvoluşu yaşama direnciyle dizginlemiş birisi gibi görünür. Çünkü bir yanıyla mahvoluşu, fantom ağrısıdır onu ayakta tutan; öte yanıyla süreksiz bir sevince göç etmişliğiyle kendini en olmadık ihtimallerin ufkunda var kılma yetisi. Eyleme gücü azlığının içteki bir hiçe temasıdır belki de yekinişini bunca dışa dönük kılan. Neticede hep alacaklara doğru yaşanmış bir ömürden geriye sonunda kala kala “melek anneler devranı mütarekesi”ne (s.28) demirlemiş bir serzeniş kalır.
Mahvoluşu dirençle dizginlemek dediğim, yaratıcı enerjiyi merkez alan bir kuvve(t)yle ilgili; içi yaban seslerle dolu bir yüklemle. Žižek, Rimbaud’nun şiirine atfen “harcanmamış enerjinin direnişi”nden söz eder. Bu terkipten hareketle, Rimbaud şiirinin görünüşte pasif yapısının eylemci çehresine bakar iki yüz yıl öteden. Bu öylesi bir şiirdir ki, her sözcüğü birçok koldan sayısız eylemle rabıtalantılandırırken öznesini yükleminden bağışık kılar. Ne var ki, onun şiirinde eylemle bilgilendirilmiş düşünce (arzuyu yeniden büyük bir kuvvetle kendi içine savuran politik isyan) yeterli yoğunluğa eriştiğinde, zamansal bir sıkışma ve aciliyet baskısının da yönlendirmesiyle şiirin yatağı çok geçmeden kuvveden fiile evrilir. Böylece harcanmamış enerjiden geriye bir komün hayaleti, barikatlarla sarsılan bir çağın giyotinle sonlanmış ruhu ve geleceğe ilişkin koskoca bir idealist yıkım kalır. İşin özeti şudur ki, her gizli fısıltı devrimler yaratır. Karataş’ın narsisistik-sarkastik şiirinde her bakımdan harcanmadan kalmış bir enerjinin sözle bedenlenmiş yıkımları var. Nazarı topyekûn yitirilmiş romantik/idealist bir yataktan ayırıp küfre sevk eden, yitikleri ironik sözcüklerle bezeyerek “kalbe nefretle batırılmış iğnelerden” (s.29) geçiren ve mütemadi hayalini kurup durduğu bir hayattan tutkun düşmüş, ama yine de “düşleri rüyâ göklerinde tutmak için” (s.33) çabalayan bir yaşamsal inada bedellenme var. Tutunmak denen şeyi başka türlü nasıl adlandırmalı?
***
Kendine bu harabati yakınlık, sözde dostlar, gölge hayatlar, hayali akrabalıklar, az buçuk sağlıklı bir beden fikri ve en nihayetinde de var kalma gücünü ve enerjisini teşvik edecek hasar görmez beşeri bir iklim gerektirir. Kişi böyle bir haldeyken, kendisini psişik yetilerinin henüz donmadığı, heveslerinin alabildiğine çağıldadığı, suskunluktan şişmiş arzularına samimiyetle arka çıkılan bir muhitte bulur. Bir kendi olmuşluğuna bakar, bir diğerlerinin olmamışlığına… Olmamış şeyler arasından kendini oldurmanın zorluklarını görür. Cefalı hayat duvarına bir çentik daha atar. Akıllı uslu sulardan geçer. Aşklardan, sevgilerden. Masumiyet dinine kirpiklerini döker. Kimin dost kimin düşman olduğunu anladığında ise, insanların potansiyellerini sınamaktan da vazgeçer artık. Bu durum kısa bir süreliğine huzursuz bir karmaşayla öğrenilmiş gerçeğin ürkekliği arasında iyi geçimli bir zaman yaratır. Kişi bir anlığına da olsa her şeyi anladığını sanır. Ancak fazla uzun sürmez bu hâl. Bedeniyle, zihni arasına gerili geniş ve derin uçurumlar üstünde bulur kendini yeniden. Öz-benliğiyle bu aşırı meşguliyet, zamanla yaşama görüşünü bileye bileye köreltir. Gözlüğü takınca birden görmez oluverir önünü, ağzını açıp ilk sözcüğü terennüme kalkıştığında ahraz. Aranıp da bir türlü bulunamayan o kılçıksız olanağa gelince; bu, tam da Nietzsche’nin “alışılmış koşullardan kurtulma enerjisi” dediği şeydir. Enerjiyi bulan kurtulur kendi zihninin azabından, bulamayan çölleşir.
Hep oradadır kapı, ama çıkıp gitmek kişiye kalmıştır. Ya da çıkıp gelmek… Tıpkı şimdilerdeki Güney Kore menşeili Squid Game dizisinin pek kışkırtıcı, pek manidar politik gerçeğinde olduğu gibi. Bu açıdan, oyunda kalmak ya da kalmamak da. Varoluşun her iki veçhesi de geniş bir aleniyete tabii. Oyundayken ölmemeye bakmak, oyun dışı bir hayattayken de. (Belki de en çok o zaman.) Üstelik ikincisi çok daha alçaltıcı. Acaba hangisi daha yenileyici bunların? Kimine sorarsanız ölümler ve bitişler başlangıçlardan daha tazeleyici; krizler zamanla daha berrak bir bilinç doğurmakta insanda, yalnız yaşamın edimleri de esastan terbiye edici. Beklenmedik bir baht dönüşü var sanki tüm bu duygulanımlarda. Dibe vur, manevi doruklarla tanış, sonra yeniden dünyanın çiçek açtığı dalları görürsün diyen bir acı idrak. Kısır veya akıcı, döngü bu. Özetle; “İhtiyarız bunun dünyada tedavisi yok” (s.10).
Kaynakça
“Kekeler Konuşuyor”, http://dabaddest.org/DaBaddest_Online_14/html/kekeler.html