YAZARLAR

LGBTİ+ aktivizmiyle barışamayan İslam değil ataerki

Eşcinselliğe dair iddialar, hem yerli, hem milli, hem de dini olamaz ancak ataerkil cinsiyet rollerine kutsiyet atfetmekten ibarettir. Modern dönemde Katolik öğreti bile onca katılığına rağmen “Tanrının çocukları” toleransına erişmişken İslam anlayışını engizisyon tarihi sürecindeki uygulamalarla özdeşleştirmeye kalktıkları bir 21. yüzyıl yaşanıyor. İslam tarihinin geçmişteki toleransı bugün Katolik kilisesinde ama Müslümanlar bugün Katolik kilisesinin orta çağında… Yerli milli dini hem de… 

‘Hukuk arkadan gelsin’ zihniyetinin hakim olduğu idare sisteminde hukuk gerçekten bazen arkadan geliyor ama her yıl yeniden arkadan gelmesi anlam taşımıyor. İktidarın Onur Haftası'nı engelleme kararlığını arttırarak sürdürdüğü hukuksuz yasaklar, arkadan gelen hukuku da tanımıyor. Örneğin Mersin Valiliği geçen yıl temmuz sonlarına planlanan Onur Haftası etkinliklerini önlemek için on beş günlük gösteri ve toplantı yasağı ilan etmişti. Otomatiğe bağlamış 15 günlük yasakları Van halkı iyi tanır. Mersin de öyle… “Vatandaşın can ve mal güvenliğinden genel ahlaka, kamu güvenliğinden genel asayişe” kadar uzanan ucu açık, soyut ve muhayyel gerekçelerle bir çırpıda hak gaspı yapılmıştı 2022 Temmuz ayında. Muamma Derneği dava açtı. Sonuçta mahkemenin 6 ay sonra Ocak 2023’de Valilik kararını iptal ettiği biliniyor. Arkadan gelen bu hukuk, mahkeme kararlarının anayasa, yasalar ve özgürlükleri işaret etmesine rağmen, “idare yasaklamakla değil korumakla görevli” yargısından birkaç ay sonra yine benzer yasak kararları alıyor.

Eskişehir, İstanbul, İzmir, illerde Valilik, ilçelerde Kaymakamlık kararlarıyla Onur Haftası etkinliklerinin yasaklandığı ilk yerler şimdilik. Üniversite kampüslerinde de Rektörlük kararlarıyla Onur Yürüyüşleri yasaklanıyor. Seçim kampanyasını nefret söylemiyle, homofobik mesaj ve sloganlarla yürüten siyasi partilerin devri iktidarında söylem ve karar değiştirmesini bekleyen de yoktu. Ve yerel seçime giderken LGBTİ+ aktivizmine yönelik idari saldırıların artacağı, iktidarın siyasi söyleminde şiddet dilinin, yaşam hakkı tehdidine varacak, şiddet faillerini teşvik edecek denli yükseltileceği de beklenen durumlardan. Kadınlar ve LGBTİ+lar, düşmanlığı ile terör bağlantılı suçlular olarak ilan edilip oy toplanacak diyebiliriz. Ancak eksik olur bu yorum çünkü aynı zamanda homofobinin toplumsal ve kültürel inşa süreçlerinin gerçekleştirildiği iktidar söylemleri bu seçim konuşmaları. Bir başka şekilde söylersek toplum kadınlara ve eşcinsellere özünde gerçekten karşıt olduğu için mi yoksa bu siyasi söylem en tepeden sürekli tekrarlandığı için mi bu yöne kanalize oluyor, sorusunu düşünmek gerekir. Otoriter iktidarların seçim kampanyalarını, oy hesabı kadar toplumsal bilinç inşa etme aracı olarak da kullandığı, otoriteryanizmi bu şekilde sürdürülebilir kıldığı biliniyor. Her seçim kampanyası dönemi bir sonraki seçim kampanya sürecine hazırlık diyebiliriz. Öyleyse yerel seçimlerin konsepti şimdiden belli. İktidarca beslenen sivil, yarı sivil yapıların yükselttiği sosyal medya kampanyalarına dayanarak iktidar kendi politikalarına zemin buluyor. Yerli ve milli iddiasını desteklemek için sergilenen bir AKP klasiği, karşılıklı beslenme durumu.

Peki ama bu iddialar ne kadar yerli, ne kadar milli, ne kadar dini, sorularına yanıt aramak için bir akademik çalışmaya, konuyu tarihsel gelişimi ve diğer dinlerle birlikte İslam düşüncesindeki yeriyle değerlendiren bir araştırmaya bakmak yerinde olur. Günümüz şartlarında anlaşılır nedenlerden dolayı akademisyen ve yayın organı hakkında detay ver(e)meyeceğim. Etik dışı ancak güvenlik politikalarının had safhaya çıktığı ülkede bu yaklaşımın mahalledeki yansımasının boyutları düşünülerek, yolun başındaki bir akademisyeni korumaya çalıştığım anlaşılır sanıyorum. Ayşe Betül bir yerel dergide yayınlanan makalesinde disiplinlerarası literatür çalışması gerçekleştirmiş. Eşcinsellik olgusunun tarihsel gelişimiyli ilgili diğer semavi dinler ve daha genişçe İslam dini özelinde tarama yapıyor. İlgili kısmı aynıyla alıyorum aşağıya:

Eşcinselliğe Tarihsel ve İslam Özelinde Dini bir Bakış Açısı

Tarih boyunca insanların doğayı, olayları, durumları açıklama yolları sürekli değişiklik göstermiştir. Bunu var olan bilgi birikimi, yaşanılan toplumun inançları, gelenekleri, içinde bulunulan kültürel, siyasi ve sosyal yapı gibi birçok faktör etkilemiş ve yönlendirmiştir. Eşcinsellik de çağlar boyunca çok değişik bakış açılarından açıklanmaya çalışılan, kimi kültür ve coğrafyalarda günah, ayıp ve suç kabul edilirken kimi yer ve zamanlarda hoşgörü ile karşılanan ama sürekli olarak üzerinde konuşulan belirsiz bir alan olmuştur (Çabuk, 2010). Kesin olarak söylenebilecek bir şey vardır ki, insanın cinsel ve duygusal yakınlığının, ilgi ve çekiminin kendi cinsiyetinden kişilere yönelmesi, insanlık tarihinin hemen her döneminde, toplumun yapısı ve kültürel özellikleri ne olursa olsun, her coğrafya ve kültürde rastlanılan bir durumdur (Spencer, 1996). İnsanlık tarihinde eşcinsellikle ilgili ilk kayıtlara M.Ö. 3000 yılında Eski Mısır, Sümer ve Hitit uygarlıklarında rastlanmakta, ancak günümüzün aksine ilk kayıtlarda yer alan eşcinselliğin tolerans gösterilen bir yaşantı olduğunun ipuçları görülmektedir. Hatta denilebilir ki, Antik Yunan’da eşcinsellik ya da o zamanki adıyla oğlancılık, topluma kabul edilmenin ilk kuralıydı. Eşcinselliğin tüm bu farklı görünümlerine, farklı iktidar odakları (dini, hukuki, siyasi ve tıbbi otoriteler) tarafından yönlendirilen, yüceltme ve kabulden, yok sayma, baskılama ve cezalandırmaya doğru değişen toplumsal tutumlar sergilenmiştir. Batı toplumlarında eşcinsel davranışın baskılanması, ahlaki davranışı kontrol altına almaya çalışan yasa maddelerinin ortaya çıkmasıyla, hukuk yoluyla siyasi otorite tarafından başlayıp, dini otoritenin sahiplenmesiyle uzun süre devam etmiştir (Vicinus et al., 2001).

Eşcinselliğin suç olarak kabul edilmesinin İsa’nın doğumundan birkaç yüzyıl sonra cinsellikle ilgili ahlaksal düşüncenin değişmesi ile geliştiği, bu değişimde de Stoacılar’ın ve Platon’un geç dönem yazılarının etkili olduğu öne sürülmektedir. Buna göre, M.Ö. 3. yüzyılda yaşayan Stoacılar, cinsel haz dahil olmak üzere her türlü hazza karşı idiler. Tek doğal cinsellik üreme amaçlı olandı. İsa’nın doğumundan birkaç yüzyıl sonra yeniden keşfedilen Stoacılar’ın yazılarından etkilenen birçok orta çağ teoloğu tüm cinsel hazların günah olduğunu savundular. Aquinalı Thomas gibi en etkili orta çağ din bilginleri, cinsel organın üreme amacı dışında kullanılmasını şehvetperestlik ve günahkârlık olarak değerlendirmiş ve bu nedenle eşcinselliğin tek amacının haz olduğunu, dolayısı ile günah olduğunu savunmuşlardı (Söğüt, 2019, s. 326).

Tek Tanrılı (Hanif, İbrahimi) dinler olarak bilinen Musevilik, Hristiyanlık ve İslam’a baktığımızda da ortak söyleme göre, eşcinselliğin günahkarlık ve cezalandırılması gerekli bir kusur olarak görüldüğünü, dinsel yasak ve engellemelerle kontrol altında tutulmaya çalışılan bir varoluş olduğunu ve günümüzde de sayıca en fazla üyesi olan dinler olarak hala eşcinselliğe yaklaşımları etkilediğini ve şekillendirdiğini görüyoruz. Burada öncelikli olarak karşımıza geleneksel anlayışa göre, eşcinselliğin günah olduğu konusunda hiç şüphe bırakmayan Lut Kavmi’nin kıssası çıkıyor. Temel referanslar olarak kabul edilen bazı kaynaklar (Fahruddin Er-Razi, Seyyid Kutup, Ömer Nasuhi Bilmen, Mevdudi vb.) tarandığında genel yaklaşımın Lut Kavmi‘nin sosyal yapısına değil, sadece eşcinsel pratiklerine odaklandığı görülür. Lut Kavmi olarak bilinen toplumun yok edilme gerekçesini eşcinsellikle açıklamak üç büyük dindeki teologlar tarafından çok yaygın bir yaklaşım olsa da günümüzde Kur’an tefsirini, ayetlerin işaret ettiği toplulukların sosyokültürel okumasıyla beraber yapan bazı ilahiyatçılar, Kur’an’da bu kavimle ilgili başka olgulara da dikkat çekmektedirler: Toplumlarında kültürel olarak kabul görmüş 'yol kesme (eşkiyalık) ve toplantılarında hayasız' şeyler yapmak olması, alayla 'tanrısal azabı' istemeleri (Ankebut, 29); 'tanrısal azabın' gerçekleştiği gece bir evi basıp, gelen iki misafire tecavüz etmeye kalkmaları (Hud, 78); Lut Kavmi’nin kültürel değerleri içinde 'fahşiyat/fahiş' kavramı olması (Araf, 80), ki bu ifade 'bir diğerine zarar veren bir ileri gidişten' bahseder ve gazap gecesi sahnesinde, Lut Kavmi’nin, 'şehvetle arzuladıkları' bir erkeğe sahip olma konusunda ‘gönül rızası’ ya da ‘karşılıklılık’ gibi kavramları aramadıkları görülür. Kur’an çevirmeni Abdülbaki Gölpınarlı da burada karşıdakinin gönül rızasını gözetmeyen denetimsiz şehveti vurgular. Buna ek olarak, 27 Mart 2008’de Endonezya’nın başkenti Cakarta’da düzenlenen Dinler ve Barış Konferansı’nda 'yasaklanan şey fuhuştur, eşcinsellik İslam’da caizdir' fetvası veren ilahiyatçılar, eşcinselliğin Allah’tan geldiğini ve bu yüzden doğal olduğunu söylemektedirler (Nil, 2013). Ayrıca Kur‘an metinlerinde adı geçen, helak edilen veya kötü örnek olarak gösterilen Ad ve Semud Kavmi gibi diğer topluluklara bakıldığında da Lut Kavmi’yle ortak yönlerinin eşcinsellik değil; şükürsüzlük, gönderilen peygamberlere eziyet, dünya nimetlerine aşırı düşkünlük, gurur, şirk ve azgınlık olduğu görülmektedir. İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık’a göre de Lut kıssasında lanetlenen şey baskı, zulüm ve zorbalıktır. Kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerinin, kendi cinsel eğilimlerini insanlara, özellikle de gençlere zorla dayatmaları, hasbahçelerindeki eğlenceler için şehirde ‘genç oğlan’ aramaları, hangi ailede varsa onu kırbaç zoruyla alıp götürmeleri, bu nedenle Hz. Lut’un evini basmaları, gelen gençleri zorla alıp götürmeye kalkmaları yıkımın gelmesine sebebiyet vermiştir (2018).

Modernizmin çoğullaştırıcı etkilerine bir de dinlerin özünde var olan pluralizm eklenince, içinde yaşadığımız dönemin, insanlık tarihinin en çoğul dönemlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Günümüz pluralist toplumlarında, hele de evrensellik iddiası taşıyan dinlerin, sadece dindarların değil, dindar olmayanların hatta din karşıtlarının din anlayışlarını bile dikkate alması ve incelemesi gerekmektedir. Islam bütün insanlığa ve toplumun tüm kesimlerine hitap etmektedir. Dolayısıyla İslam’ın hiçbir sosyal kesimi, örneğin eşcinselleri gözden çıkarma lüksü olmamalıdır. Bu bağlamda hem İslam’ın eşcinselliği yasaklamadığı yönündeki iddialar ciddiye alınmalı ve değerlendirilmeli, hem de eşcinsellerin dini duyarlılık, hassasiyet ve sorunları dikkate alınmalıdır. Ayrıca burada İslam’ın (ve Musevilik’in) kültürel, sosyal, siyasal ve teknolojik gelişmelere cevap verme konusunda yetersiz kaldığını görüyoruz. Eğer eşcinsellik bir hastalıksa zaten günah olamaz, eğer güncel bilimsel verilerin iddia ettiğine göre bir seçim değilse ve biyolojikse zaten yargılanamaz. Kişisel görüşüme göre din alimlerinin gelişen bilim ve tıptan bağımsız kendi balonu içinde yaşamaktan vazgeçip, küreselleşme ve sekülerleşme bağlamında günümüz gündemini meşgul eden konular üzerine eğilmeleri ve araştırmalarını güncellemeleri gerekmektedir. Eşcinsellik konusunun özellikle dini boyutunun rahatça konuşulmaması ve titiz araştırmaların yapılmamış olması, eşcinselliğin dini boyutu ile ilgili sert ve olumsuz söylevlerin gelişmesinin sebeplerinden biridir. Avrupa’nın birçok ülkesinde eşcinsellere yönelik hakların verilmesi ve Katolik Kilisesi’inden eşcinsel evliliğe izin çıkmasıyla gözler İslam ülkelerindeki eşcinselliğe bakışa ve eşcinsel olan bireylere verilen haklara çevrilmiş. Geçmişi insanlık tarihi kadar eski olmasına karşı günümüzde yeni sorun ve yönleriyle karşımıza çıkan eşcinsellik karşısında alimlerin takınacağı tutum, İslam’ın çağdaş toplumsal meselelere getireceği alternatif çözümler konusunda önemli bir örneklem çerçevesi de oluşturacaktır (Başar & Kaptan, 2013)."

Araştırmaya göre bugün “İslam LGBTİ+ aktivizmiyle asla barışamaz" iddiaları öncelikle alan hakimiyeti kurma çabası olarak değerlendirilebilir. Çünkü İslam adına karar verme yetkisi kimsenin tekelinde değil ve tek bir İslami yorum olmadığı gibi tarihsel yorum ve uygulamalarda da teklik yok. En az bunun kadar önemli olan bir husus da eşcinselliğin modern çağlarda ortaya çıkıp batıdan geldiği iddialarının yanlışlığını bir kez de bu araştırmayla görmemiz. Belki en çok üzerinde durulması gereken konu, bugün iktidar ile karşılıklı beslenen ve din adına konuşma iddiasındaki grupların eşcinsellikten çok LGBTİ+ aktivizmine yani hak savunuculuğunu yok etmek üzerine söylem geliştirmeleri. Bu aşamada tepki çeken yorumumu bir kere daha belirtmekte yarar var. Hukuku her alanda yok sayan yönetim anlayışı, insan hakları hukukunu alenen çiğnemekten çekinmiyor. Hatta hak kavramını tersine çevirerek insanın değil kurumun hakkından söz ediyor. Aile hakları gibi kavramlar icat ediyor örneğin. Onur Yürüyüşlerinin yasaklanması, LGBTİ+ örgütleri üzerinde baskı kurulması, eşcinsel bireylere örgütlenme hakkı tanımadan varlığının sözüm ona kabul edilmiş gibi yapılması... Çıplak insan/homo sacer/köle düzeyinde yaşamaları öneriliyor. Olgunun tarihsel gelişimine bakarak rahatlıkla LGBTİ+ varoluşuna değil insan haklarına sahip oluşlarına karşı çıkıldığı görülür. Sonucun seks kölesi olarak kullanma amacına yöneldiğini söylemek de aşırı yorum sayılamaz. Her ne kadar dindar camiadan çok tepki çekse de bir kere daha söylemiş olayım bu iddiaların gideceği istikamette ancak köle olarak, geliş yönünü düşününce de seks kölesi olarak görmek istediklerini söylemekten başka bir yol kalmıyor. Peki kimler? Hep çoğul kullandığım için açıklamakta fayda var. Bütün Müslümanları kastetmiyorum. Bütün dindarları kastetmiyorum. Ama bu politikaları oluşturanları, bu politikalara borazanlık yapanları kastediyorum elbette. Örgütlenme hakkının inkar edilmesinin başka izahı yok çünkü. Üstelik toplumsal cinsiyet eşitliğinin inkarı da kölelik dönemlerine dönme hevesini çağrıştırır bana her zaman.

Stoacılıktan ilham alıp Katolik öğretinin klasik dönem yorumlarından beslenen eşcinselliğe dair iddialar, hem yerli, hem milli, hem de dini olamaz ancak ataerkil cinsiyet rollerine kutsiyet atfetmekten ibarettir. Modern dönemde Katolik öğreti bile onca katılığına rağmen “Tanrının çocukları” toleransına erişmişken İslam anlayışını engizisyon tarihi sürecindeki uygulamalarla özdeşleştirmeye kalktıkları bir 21. yüzyıl yaşanıyor. İslam tarihinin geçmişteki toleransı bugün Katolik kilisesinde ama Müslümanlar bugün Katolik kilisesinin orta çağında… Yerli milli dini hem de… 


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.