Liyakatin tiranlığı
Çoğunluğu üniversite mezunu olmayan bir toplumda üniversite diplomasına sahip olmayı saygın bir iş ve itibarlı yaşamın zorunlu şartı haline getirmek akıllıca değildir.
Siyasi görüş, iktisadi durum, toplumsal konum ya da kültürel kodlar bakımından tüm farklılıklarına rağmen Türkiye toplumunun ezici bir çoğunluğunun üzerinde hem fikir olduğu nadir meselelerden birisi belki de liyakat kavramına bakışıdır. Bunun yansımasını siyasilerin ve STK başkanlarının beyanlarında da görmek mümkün. Örneğin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a göre gençler karar alma süreçlerine ve kamu görevlerine liyakat temelinde katılmalıdır. Kemal Kılıçdaroğlu’na göre Türkiye’nin en temel sorunu liyakat sisteminin çökmesidir. Meral Akşener’e göre Türkiye’deki gençlerin sorunlarının tek sebebi liyakati hiçe sayan AKP iktidarıdır. Temel Karamollaoğlu’nun ittifak için kırmızı çizgilerinden birisi liyakattir. TÜSİAD Başkanı Simon Kaslovski’ye göre kurumların yönetiminde liyakat ilkesinin öne çıkması son derece kritiktir. DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu’na göre kamu çalışanları görevlerine liyakat esasına göre getirilmelidir. Metropoll tarafından yapılan bir ankete katılanların yüzde 45’ine göre ekonomik krizin sebebi ekonomi yönetiminin liyakatsiz olmasıdır. Liyakati, tabir yerindeyse her derde deva bir toplumsal kurtuluş reçetesi olarak gören bu bakış şekli sadece Türkiye’de değil, ABD ve Avrupa’da da oldukça yaygın.
İzleri Platon’a ve Konfüçyüs’e kadar sürülebilse de, bilhassa demokrasiyle yönetilen ülkelerde, bir kavram olarak liyakatin (ve liyakata dayalı yönetim sistemi olan meritokrasinin) dolanıma girişi ve toplum yaşamının her alanına sızmaya başlaması 1950’lerin sonu 60’ların başına denk geliyor. Ve teknokratik neoliberalizmin altın çağının başlangıcı olan 1980’lerden itibaren liyakat hayatlarımızı çepeçevre kuşatmaya başlıyor. İşte ve okulda başarının, kişinin toplumsal saygınlığının yegâne değerlendirme kriterine dönüşüyor.
Dahası, kafa emeği gerektiren profesyonel meslekler yüceltiliyor. Buna mukabil, kas gücüne dayanan işler önemsizleştiriliyor ve dahi küçümseniyor. Saygın bir işin, itibarlı bir hayatın yolunun üniversite diplomasından geçtiği algısı doğallaşıyor ve içselleştiriliyor. Dolayısıyla, açıktan olmasa da ima yoluyla üniversite diploması olmayanların yaptıkları işler saygıya değer bulunmuyor, bu insanlar toplum yaşamında itibar görmüyor. Haliyle, “hayatını kurtarmak” isteyenler ellerindeki tek silaha, yani eğitime sarılıyor. Toplumsal katmanlarda yukarı yönlü hareket edebilmek için birbirleriyle kıyasıya bir rekabete girişiyor. Böylece liyakat göstermelik bir fırsat eşitliği yaratarak eğitim yoluyla sınıf atlamanın, toplumsal eşitsizlikleri azaltmanın tek ve en adil yolu olarak kabul ediliyor.
Kuşkusuz, bir işin o işi en iyi şekilde yapmak için gerekli yetenek ve becerilere sahip olan kişi tarafından yapılması gerektiği fikri bir dereceye kadar doğru. Ancak madalyonun karanlıkta kaldığı için görünmeyen, belki de görülmek istenmeyen ikinci bir yüzü daha var. Liyakat, eşitsizlikleri azaltmak şöyle dursun, bu eşitsizlikleri daha da artırıyor ve meşrulaştırıyor. Eğitime harcadıkları muazzam kaynaklar yoluyla zengin/elit azınlık lehine ve bu kaynaklardan mahrum olan toplumun geri kalanının aleyhine bir işlev görüyor. Böylece iyi bir eğitim alma ve dolayısıyla yüksek gelir elde etme fırsatı büyük oranda belli bir kitle ile sınırlı kalıyor.
Bu sistem kısır bir döngü (Yale Üniversitesi’nden Daniel Markovits bu döngüyü “liyakat tuzağı” olarak kavramsallaştırıyor) şeklinde devam ediyor. Örneğin, Ivy League tabir edilen en prestijli Amerikan üniversitelerinde toplumun en zengin yüzde 1’lik kesiminden gelen öğrencilerin sayısı en dipteki yüzde 50’lik kesimden gelen öğrencilerin toplamından daha fazla. Kimilerinin “büyük Türkiye” diye nitelendirdiği Amerika’da durum bu iken, kimilerinin “küçük Amerika” şeklinde nitelendirdiği Türkiye’de de manzara bundan pek farklı değil. CHP tarafından hazırlanan eğitim harcamaları raporuna göre 2020’de toplumun en zengin yüzde 20 ile en fakir yüzde 20’lik kesimi arasındaki eğitim harcamaları farkı 20 kattan daha fazla. Bunun yanı sıra, Eğitim Reformu Girişimi tarafından yayımlanan bir rapora göre, üniversite giriş sınavında en başarılı liseler olan Fen ve Anadolu liselerinde toplumun en alttaki yüzde 20'lik gelir diliminden gelen öğrenci oranı sırasıyla yüzde 6 ve yüzde 9 iken, en üstteki yüzde 20’lik gelir grubundan gelen öğrencilerin bu okullardaki oranı sırasıyla yüzde 51 ve yüzde 42. Resim oldukça net.
Harvard Üniversitesi’nden Michael Sandel, kısa bir süre önce çıkan Liyakatin Tiranlığı (The Tyranny of Merit) adlı kitabında liyakatin tiranlığına giden yolun taşlarının yukarıda bahsedilen kısır döngü sayesinde döşendiğine dikkat çekiyor. Bu tiranlık eşitsizliği artırarak toplumun ezici bir çoğunluğunu ötekileştiriyor. Demokratik kurumların içini boşaltarak devleti sadece belli bir grubun çıkarlarını gözetecek şekilde işlev gören bir aygıta dönüştürüyor. Yazara göre son yıllarda dünyanın farklı yerlerinde patlak veren popülist tepkinin (Brexit, Trump’ın seçilmesi, aşırı sağ partilerin yükselişi vb.) temel motifi liyakat yoluyla ezilen, dışlanan ve hor görülen çoğunluğun işte bu duruma itirazı. Sandel kitabında bu durumu iktisadi, siyasi ve toplumsal veçheleriyle ele alıyor. Biraz daha derine inerek liyakat idealinin felsefi temellerinin ne kadar zayıf olduğunu büyük bir ustalık ve açıklıkla gözler önüne seriyor.
Sandel işe bir soru sorarak başlıyor: Bir toplumdaki işlerin ve gelirlerin Aristokratik ayrıcalıklara –aileden gelen zenginlik ve itibara- göre değil de liyakate, yani kişilerin yetenekleri ve becerilerine göre dağıtılması gerçekten de adil midir? Sağduyu bize adil olduğunu söylüyor. Ancak, yazara göre adalet bağlamında Aristokrasi ile liyakat arasında nitelik bakımından bir fark yok. Çünkü zengin bir aileye doğmak ne kadar şans eseriyse, bu ya da şu yetenekle/beceriyle doğmak da şans eseridir. Bir şans türünü –zengin bir aileye doğmayı- eleştirirken diğer bir şans türünü -x ya da y yeteneğiyle/becerisiyle doğmak- diğerine yeğ tutmak felsefi açıdan tamamen tutarsızdır. Bireylerin doğal yetenek ve becerilerinden kaynaklı toplumsal gelir eşitsizliği ile sınıfsal farklardan kaynaklı toplumsal gelir eşitsizliği arasında bir fark yoktur. Dahası, bir bireyin, sahip olduğu yetenek ve becerilerin ödüllendirildiği ve önemsendiği bir zamana ve mekâna doğması da şans işidir. Yazar burada, basketboldaki yeteneği sayesinde milyonlarca dolar kazanan LeBron James ressam ve sanatçıların el üstünde tutulduğu Rönesans İtalyası’nda doğsaydı neler olurdu, diye sorarak bizi bir düşünce deneyine davet ediyor.
Bu noktada, bireylerin yetenek ve becerileriyle değil, aynı zamanda çok çalışarak da başarıya ulaşabileceği ve bu nedenle başarılarının maddi getirilerini hak ettiği şeklinde bir eleştiri gelebilir. Ancak yazara göre çalışma isteği de birçok farklı faktör tarafından koşullanmaktadır. Dahası, başarı sadece çok çalışmayla gelmemektedir. Öyle olsaydı herkes çok çalışarak çok başarılı bir müzisyen, sporcu, akademisyen ya da yönetici olabilirdi. Yazara göre, beceri ve yeteneklerin rastlantısallığını görmezden gelerek sadece çok çalışmaya vurgu yapmak (“çok çalışırsan sen de yapabilirsin”) liyakat tiranlığını meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Dolayısıyla, liyakat taraftarlarından çokça işittiğimiz gibi, herkes için kusursuzca işleyen bir “fırsat eşitliği” mekanizması sağlansa bile, bu zorunlu olarak o mekanizmanın adil olduğu anlamına gelmiyor. Zira doğuştan gelen yetenek ve beceriler hesaba katılmıyor.
Başarı ve başarısızlığın sorumluluğunu tamamen kişilerin omuzlarına yıkan bu bireyci liyakat etiği başarılı olanı başarısını kendi çabasının bir ürünü görerek böbürlenmeye, başarısız olanı ise başarısızlığının kendi hatası olduğunu kabullenerek öz saygısını yitirmeye itiyor. Amerikan toplumundaki en derin ayrımın üniversite mezunlarıyla üniversite mezunu olmayanlar arasında olduğunu iddia eden Sandel’e göre Trump’ın seçilmesini sağlayan en temel faktörlerden birisi “liyakatsiz” oldukları için aşağılanan ve hor görülen “diplomasızların” “diplomalı elitlere” duydukları nefret (Texas Üniversitesi’nden Michael Lindt’e göre “yeni sınıf savaşı”nın safları işte bu hat üzerinden şekilleniyor). Bir diğer önemli etkense ekonominin ve siyasetin yönetiminin Trump’ın “establishment” tabir ettiği diplomalı neoliberal teknokrat elitlere bırakılması ve sıradan halk kitlelerinin demokratik süreçlere katılım imkanlarının kısıtlanması.
Peki sorun liyakatin bir tiranlığa dönüşmesi ve toplumsal eşitsizlikleri artırıcı ve meşrulaştırıcı bir etki yapmasıysa çözüm nedir? Sandel’a göre liyakatin ve liyakat etiğinin sorunu felsefesinde yattığı için çözüme de bu felsefi varsayımlardan başlamak gerekiyor.
Öncelikle kültürel bir otorite ve prestij mekânı olarak üniversitenin toplum yaşamındaki rolü sorgulanmalıdır. Çoğunluğu üniversite mezunu olmayan bir toplumda üniversite diplomasına sahip olmayı saygın bir iş ve itibarlı yaşamın zorunlu şartı haline getirmek akıllıca değildir. Bu, üniversite eğitimini yaygınlaştırmanın ve teşvik etmenin faydasız olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, bunun çokça yararı var. Ancak üniversite eğitiminin toplumsal eşitsizlikleri azaltmanın çözümü olmadığının anlaşılması gerekiyor. Dolayısıyla odaklanılması gereken şey toplumsal yaşama çok önemli katkılar sunan ancak üniversite diploması olmayan kişilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesidir.
İkinci olarak, üniversite diploması gerektirmeyen işleri (özellikle pandemi koşullarında ne kadar hayati oldukları anlaşılan ve “zorunlu” işler olarak adlandırılan işleri) yapan kişilere hak ettikleri manevi itibar teslim edilmeli ve maddi kazançları buna göre düzeltilmelidir.
Üçüncü ve son olarak, liyakat piramidinin üst katlarında yer alanlar gurur ve kibirlerini ahlaki ve hatta ruhani bir sorgulamaya tabi tutmalıdırlar. Bu kişiler kerameti kendilerinde aramak yerine, şansın ve tesadüfün başarılarında oynadığı rol üzerinde düşünmeli ve kendileri kadar şanslı olmayanlara karşı tevazu göstermelidirler. Yazara göre liyakat tiranlığından ve tuzağından kurtulmak ve daha huzurlu ve barışçıl bir toplumsal yaşamı inşa etmek için gerekli olan bu tevazu ruhudur.